Archive for the ‘TR’ Category

h1

– Kaderimize razı mıyız?

18 Nisan, 2017

Bir hafta – on gündür yazacaktım, başlığı da ‘- Kaderimize razı mıyız? – Hayır’ olacaktı. Sonuç-çukla beraber değişti tabi. Ama içi benzer:

Kavak Yelleri’nin (- ay, yine mi kavak yelleri? – bir sn, birşey anlatıyorum) 2. sezonunda kendi karakterine uymayan bir hikaye vardı. Biliyorsunuz, dizi romantik komedi denebilir, bu kısımsa açıkça Türkiye profili:

Aslı ve Su bir kenar mahallede, gecekondudan bozma rezalet bir eve taşınırlar. (Dizide de rezalet diye geçer, ama ev sahibi evi kesin “burada dizi çekildi” diye pazarlıyordur.) Sonradan Aslı’nın ablası da bebeğiyle gelir. Bunlara mahallenin serserileri musallat olur. Aslı’ya tam bir kenar mahalle serserisi, ablasına da bakkal. Aslı pislik serseri yüzünden klinikteki işinden atılır, o da polise şikayet eder. Bir de bakkala göz koyan bir ev sahipleri kadın vardır. İki taraftan baskı sürer, mahalleyi de dolduruşa getirirler. “Zaten eve girip çıkan erkekler” filan. Bir akşam serseri tip arkadaşlarıyla beraber Aslı’yı evinin önünde kaçırmaya kaçırmaya kalkar. Eve gelen Atakan (Mösyö) kurtarır, eve sığınırlar. Serseriler evi taşlamaya başlar. Ev sahibi kadın ve bakkal da gelir, tüm mahalleyi dolduruşa getirir, hepsi evi taşlar. Camların hepsi iner. Kızlar şok içinde bir köşeye sığınır. Kapıyı zorlarlar, Atakan kapının arkasına masa, koltuk koyup güçlendirir.

Bunları nasıl bu kadar iyi hatırlıyorum. Çünkü daha yeni izledim. Haftaiçleri her gece yayınlıyorlar. Ve bölüm tam bu noktada bitti. Ve bu bölüm tam da geçen Cuma gecesi yayınlandı. Olayın nasıl devam edeceğini Pazartesi gecesi görecektik. Peki, arada ne olacaktı? Bir referandum. Ve bu referandum tam da o kızların sonunun ne olacağının, kurtulup kurtulmayacaklarının referandumuydu.

Kaybettik mi? Yok, fena halde kazandık. Sadece mücadele bitmedi.

Şunu herkesin anlaması gerek: Güvenecek olan sadece kendimiziz. Seçim hırsızlığını herkes bekliyordu ama herkes de hazırlıksızdı. Bizim hazırlıksız olmamız anlaşılabilir ama partilerin olması kabul edilemez. Mesela, 2015’ten beri, yani 3 seçimdir chp’ye müşahid ağını sadece sandık güvenliği ve ysk sonuçlarını kontrol etmede değil, o gece sonuç vermede de kullanması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Hele ki şimdi aa rakipsiz, eskiden en azından cha vardı. Öncesinde Emrehan Halıcı’ya (öncesinde bilgi işlemden sorumlu gnl bşk yard.sı oydu), şimdi de Erdal Aksünger’e o kadar çok yazdım ki bunu. Bunlar öyle yüzer yorum alan kişiler değil, birini görmemiş olmaları mümkün değil. Hepsini bırakın, bu öyle atla deve bir fikir değil. Seçim sonucunun aa’ya bırakılamayacağını görmek çok mu zor?

Sistemi kafamda kurmuştum bile. Bina sorumlusu sonucu ilçe sorumlusuna bildirir, o il sorumlusuna. Küçük birkaç il birleştirilir. Yaklaşık 50 kişinin sisteme bilgi girme hakkı olur. Hepsi önceden eğitim alır. 170 bin mi ne müşahidin var, bulunmaz bir ağ. Oysa, dün geceden beri tek sayısal veri gelmedi chp’den.

Ama artık chp tartışmaya da gerek yok. Sadece onları unutmamız gerek demeye çalışıyorum. Chp sorun da değil, çare de. Bundan sonra başkanlık seçimi oyu filan vermem ben. Göstermelik meclise de oy vermem. Kimsenin de vermesini istemem. Ne bu sistem meşrudur ne yapılacak seçimler. Yani partiler filan yok artık, bundan sonra hareketler var, biz varız.

Yolumuz kısa değil. Ama işler Tayyyyip’in beklediğinden de kötü olacak. “Sonu ne olursa olsun, kazanan haklıdır, kimse sesini çıkaramıyor zaten”, ve hatta “atı alan Üsküdar’ı geçti” demeyeydi (yalnız bazen nasıl da itiraf ediyor yaptıklarını), cb olarak kalırdı. Hatta sonraki seçimi de kazanırdı. Şimdi kendi sonunu da, hatta daha iddialı konuşayım, siyasal İslam’ın da sonunu getirdi.

Biz arada gül gibi yıllarımızı kaybettiğimizle kalacağız sadece. Bazen bakıyorum da 3-4 yıldır, özellikle 7 haz seçiminden beri hayatımı yaşamıyorum. Haksızlığa dayanamamak bitiriyor beni.

Somut konuşayım. Kimse konuşmuyor, ben diyeyim: İçeride hukuki birşeyi kazanmamız mümkün değil. ABD’den birşey çıkmayacağını gördük bile. AB’den? AB ile ilişkilerin daha iyiye gitmesi mümkün değil. Ama beklediğimiz sertlikte “referandum sonucunu tanımıyoruz” açıklaması gelmeyebilir. Zaten onlara bel bağlayamayız. Kendimizden başka güvenecek kimsemiz yok. Bunu onlara, hatta ona yedirmeyiz.

Sonra tabi, Pt. Efe geliyor, camdan girip kızları koruyor. Deniz duyup tek başına kalabalığa dalıyor. O dayak yerken Efe (ki o sırada araları berbat) çıkıp onu kurtarıyor, içeri çekiyor. Serseriler eve benzin döküyor. Mecburen dışarı çıkacakları sırada Efe’nin polis abisi ve polis minibüsü geliyor, kalabalığı dağıtıyor. Ama macera bitmiyor, bu serseriler 1-2 bölüm daha olay çıkarıyor. Sonları kodes (olsa gerek).

Önemli kısmı unutmuşum: Deniz, Atakan ve Mine o pisliği tuzağa düşürüp yakalarlar. Bir sandalyeye bağlayıp etrafına çember şeklinde benzin döküp yakarlar. Pislik “sizde nerede o yürek” der, onlar da bunun üzerine benzini onun üzerine de dökerler. Korkudan ölür, ama üzerine kibriti attıklarında anlaşılır ki bidonu değiştirmişler. Polis sonra.

 

h1

Fuar ilişkileri

19 Eylül, 2014

Fuarın güzel dönemlerinden kalan belki de tek şey şıra. O da tam aynı mı, bilmiyorum. En azından, sunumu farklı. Tariş’in sabit bir pavyonu olurdu, bize de çok yakındı. Üstü açık bir alan, dev bir üzüm salkımı ve salkımın ucundan şıra akar. Oradan doldurmazlardı tabi, mermerden uzun ve üstü yapış yapış bir tezgahun arkasında doldururlardı bardak bardak. Şimdi yolun kenarında derme çatma bir yerde sunuyorlar.

Bugün eskiye göre yarım bir artı varsa o da yarı açık cezaevlerinin ürünlerini satmaları. Bu yıl Midyat cezaevinde üretilen gümüş ürünleri vardı. Ben bakınırken iki de orta yaşlı çift vardı. 2 kadın da ince işlemeli bilezik şeklindeki saatlere bakıyorlardı. Birisi bir saati görmek istediğinde satıcı adam yalnız hamfendi daha önce görmüştü dedi. O bence fazla gösterişli birşeydi. İlk kadın bir türlü satın alıp gitmeyi biraz uzattı, satıcı adam biraz sinirlendi. Bu sırada 2. kadının da aklı o saatte kaldı. Ben o çok bağırıyordu dedim, kocası da bana katıldı. Zaten öncesinde de biraz konuşmuştuk. Çok keyifli birine benziyordu kocası, 

Başka 2 saat arasında kaldı o. Birisinin bilezik kısmı düz, birbirine geçmeli ve çok parlaktı, diğeri yuvarlak, halkalar şeklinde gidiyordu. Kadın kararsız kaldı uzun süre. Bir tercihim olsa söyleyecektim, ama farklı bakınca ikisi de gayet hoş görünüyordu. Birinin bileziği, diğerinin saat kısmı daha güzeldi. Kocası sabırla bekliyor, fikir veriyordu bu arada. Çok keyifli birine benziyordu, tam tanıyıp vakit geçirmek isteyeceğin türden biri. Satıcıysa yine hafiften sinirlendi. O da canayakın bir tipti de pek sabrı yoktu.

Ben uzun uzun bakmıştım. Alsam mı diye düşündüğüm 2-3 şey olmuştu, o çift sorsa “hani tam böyle birşey alacak durumda değilsinizdir” filan diye başlayabilirdim, ama tam karar vermedim. Zaten fazla uzatmıştım ben de. Hayırlı olsun dedim çifte. Henüz kararını vermemiş olsa da birini alacaktı kadın, ve buna memnun olacaktı. Aklına takılabilecek tek şey, diğerini mi alsam olurdu. Aslında tam adamın ikisini de al diyeceği durumdu ama o kadar zengin durmuyorlardı. Tam orta halli. Eyvallah dedi adam.

Gittim, Tariş’ten bir litrelik şıra aldım. İçimden onlara da alsam diye geçti. Midyat’lı satıcı adam ve çifte götürsem. Sonra bunun saçmalığı ve muhtemelen ayrılmış olacaklarını düşünüp vazgeçtim. Yine de rastlarsam diye döndüğümde kapanmıştı o pavyon. Son gün yine gidip satıcı adama soracaktım, ama evde çok iş vardı, çıkamadım. Öğrenmeyi de çok istedim gerçekten.

Bu hafif bir merak olabilir. Ama birileriyle tanışamamak, hayatına katamamak bazen çok ağır oluyor. Carrefour’da gördüğün İranlı bir kızla tanışmamış olmak günlerini mahvedip yaşanamaz hale çevirebiliyor bazen. Ama şans az, ‘geçmiş’ kelimesi çok ağır ve hayat kısa. Yaşanmamış fırsatlarda boğulup kalmak mümkün. Ama insan kendisini bıraktığı anda yüzeye çıkabilen bir varlık, kendisi uğraşmadıkça boğulması zor.

h1

and introducing… Leon rolünde Sümeyyye

25 Şubat, 2014

nikitabdheader

Nikita ne müthiş film. Son zamanlarda sık sık anımsıyorum. Geçen ay Leon’la beraber tv’de oynamıştı, ama ondan değil. Geçen hafta NBA all-star’da üçlük yarışmasını kazanan Belinelli’ye Leon diyorlarmış, cidden benziyor, ama ondan da sayılmaz. Yeri gelirse anlatırım, hoş bir hikaye benim için.

Bugün düşündüm de iyi bir western, kötü bir tarihi ‘kılıç filmi’, ’60’lerin Fransız suç filmleri ve ’70’lerin Holivud’unu niye seviyorsam Nikita’da da o var. Sahici bir macera, insanı içine alan bir atmosfer, çekici bir konu.

Nikita

Çok da tanıdık gelmişti bana, suça bulaşıp gizli servisin kullandığı kız, aylarca sıkı çalışma ardından götürüldüğü doğumgünü yemeğinin yine iş çıkması, o restoranın kaçış duvarının örülü olması, ona kadınlık anlatan ustalar ustası Hanna Schygulla, sonra tanıştığı sevimli kasiyer adam (demek ben ondan kasiyerlerle kafayı bozdum), onunla çok hoş bir ilişki yaşarken bir yandan ‘yaptığı’ işler, ve önemli bir işte çok zorda kalınca işi toparlaması için gönderilen temizlikçi.

Temizlikçiye gerçekten de temizlikçi diyorlardı ve adam öyle sağlam bir film karakteriydi ki bir sonraki film o oldu. Leon, sevimli olsa da o -uğraşılmış- sevimlilik aynı zamanda filmin başarısından da yiyordu biraz. İlk filmde temizlikçi Viktor’u çekici yapan o sevimli taklitleri değildi zaten.

Nikita -the-cleaner

Bu akşam işte tüm bu kayıtlar yine aynı filmi hatırlattı. Zorda kalınca paraları sıfırlaması için gönderilen Sümeyyye aynı bir Viktor-Leon.

Yalnız, durum gerçekten içler acısı. Ne olursa olsun, (bir uçta) nefret et, (diğer uçta) oy ver, farketmez, böyle bir ülkenin (yani bir kültürü, tarihi, gelenekleri olan büyük bir ülkenin) başbakanının bu duruma düşmesi çok üzücü. Hepimiz için utanç verici. (‘Biz niye utanalım, o utansın’ diyen olacaktır, ama) Ben hep aynı şeyi iddia ederim. Herkes başa geçmek ister. Tam bir deliyi, bir salağı da seçsen o da başbakan olur. Sorun seçendedir. Böyle bir adamın %50 ile seçildiği bir ülke bu. Bu ülkenin gördüğü en büyük utançlardan birini yaşıyoruz.

Ve tabi ki bunu biliyorduk. Ben birkaç yıldır kafayı yiyordum, chp niye kısır gündemi takip ediyor da yolsuzlukları araştırmıyor diye. Hepsi de (en azından birçoğu da) önümüzde duruyordu. Emlak, sit alanı, çevre koruma kurulu, vb. yolsuzluklarının yeralmadığı hafta geçmiyordu gazetelerde. Ama öyle bir kanıksama dönemi geçiriyoruz ki bu resmen bizi salak bir toplum yapmış. Bir ‘ayakkabı kutusu’ imgesi gerekiyor illa bize. Ama o kutudaki para ile ev alınmış olsa kimse umursamayacak. Bu son konuşma da bu aptallığımızın vurgusu zaten. “Yeter ki evinde para bulunmasın, git ev al” deniyor açıkça. Çünkü ev olunca iş karışacak, bizde amaaan, almış işte filan diyeceğiz. Gemi bile kesmiyor bizi, ev mi kesecek…

tayyyip -sümeyyye

Ve işin 2. bir yüzü var. Diğer bir rezil tarafımız. Bunları açıklayan, gündemi istediği gibi değiştiren, elinde belli ki her kesime karşı kozları olan ve bunları yeri geldiğinde açıklayan bir grup var. Onlar ne oluyor bu durumda? Demokrasi savaşçısı mı? Hayır, Tayyyip’e gösterdiğimiz tavrın aynısını onlara göstermemiz gerek.

17 Aralık’tan sonraki haftada da aynısını düşünmüştüm. Bu, muhalefet için çukulatalı dondurma. Al, istediğin gibi hazıra kondun, iktidarın her türlü tutarsızlığı döküldü, sana yemek kaldı. Ama çok büyük fırsat teptiler. Chp’nin yapması gereken, bu kavgada taraf tutmak değil, Akp’ye “Yolsuzlukların üzerine git, ben de cemaate karşı mücadelende yanındayım” demekti (ve “nihayet anladın, biz yıllardır söylüyoruz sana”. Hele ki Chp’lileri bile yanına çekmeye çalışan, yardıma muhtaç bir akp vardı. Ondan sonra Tayyyip’in Chp’ye karşı diyeceği hiçbir şey kalmazdı, çünkü her lafın sonu “adamlar haklı”ya çıkardı.

Yine aynı durum. Ortaya çıkanları lanetlemek, bunların kaydedilmesini de lanetlememek anlamına gelmiyor. O pislik, bunlar da pislik.

İnsan doğal olarak Jaguar’ı delen davul günlerini özlüyor. Bir hediye Jaguar’dan erimişti Anap. Eski saf günler işte.

h1

Olimpiyat izleyemezken anladım: Gitmeliydim, dalgalar kanatlarımdı

14 Şubat, 2014

Hiç abartısız aylardır Olimpiyatları bekliyorum. Yaz Oyunlarında heyecan, çeşitlilik ve doyumsuzluk oluyor; Kış Oyunlarında ise sersemletici (‘mesmerizing’ demeyi çok seviyorum), hatta hipnotize edici bir sakinlik. Hatta, aslında baştan hiç kafana takmaman gereken birşeye dalmış boş boş ekrana bakıyor olacaksın. Slalomcular hiç bitmeyecekmiş gibi kayarken yavaş yavaş kafandaki takıntılar küçülürken spikeri duymaya başlar, sporcunun kim olduğuna ve derecesine dikkat eder olursunuz.

Peki, başlayalı neredeyse bir hafta olacak. Ne anladım? Artık bu ülkede durulmayacağını.

Yayınlar anlatılamaz derecede rezalet. Birincisi yok. Yaz Olimpiyatlarına bir kanal ayırdılar diye sinirleniyordum (pek çok da haklıydım, yüzlerce yarışmaya 3-4 kanal bile yetmezdi), şimdi o da yok. Günde en fazla 3-4 yarışma veriyor Trt kafasına göre, hepsi o. Onlar da saat farkından ve oyunları normalden de erken yapmalarının etkisi akşam 7-8 arası bitiyor. Sonra da tekrar vereceklerine saatler süren süper lig/ptt 1. lig yorum programları başlıyor. Gündüz deseniz meclis tv karmaşası giriyor. Meclis yayını varken trt3 ikiye ayrılıyor. O kadar rezillik ki anlatasım bile yok. Kısacası, iki ayrı trt3 var ve biri meclis yayınına geçiyor, diğeri spora. Onun dışında aynı yayını yaptıklarından bunu da kimse bilmiyor. Kabloda olmayan, uyduda özel eklemek gereken (ve herhalde kimse bunu bilmediğinden yapmadığı) trt spor’un birçok evde olmadığına eminim. Trt3’ü açan da akşam 7’ye dek meclisi buluyor. Kısacası, normal çalışan bir insan, istese bile haftaiçi neredeyse hiçbir Olimpiyat yayınına denk gelmiyor.

Hangi yarışmaları yayınlayacakları herhalde zarla belirleniyor, eğer kadın sporcuların kıyafetleri karışmıyor diye varsayarsak. Artistik patinaj çiftler yarışmalarını vermediler örneğin. Normalde sırf bu yüzden insanların büyük tepki göstermeleri gerekirdi. Bu, dünya kupasında önemli bir maçı vermemekle aynı şey çünkü. Ama tabi ki ancak çok küçük bir kitlenin haberi oldu. Perşembe erkekler kısa programı verdiklerinde “veriyorlar işte” diyen çoktu. Birçok önemli final kaçıyor, kimse farkında olmuyor.

Spikerler nasıl biliyorsanız 5-10 kat daha kötü. Bunu anlamak için Eurosport’tan izlemiş olmanız gerek. Eurosport normalde de kış sporlarını yayınladığı için karşınızda çok bilgili anlatıcılar oluyor. Trt’ciler bu sporları 4 yılda bir görüyor ve siz ne kadar soğuksanız onlar da öyle. Bazen çok daha fena. Mesela Spikerler bildiginiz gibi, ya da daha berbat. Zamana karşı sporlarda altta +/- ile, yarışanın lidere göre farkı belirtilir ya, Cüneyt Kıran’dı galiba, -‘nin liderden daha iyi demek olduğunu bilmiyormuş. En, ennn temel şeylerden birinden bahsediyorum. Hiç bilmesen ilk izleyişte anlarsın. O ise, 1 gün ve 2 farklı spor boyunca öyle anlattı. Üstelik karışmasın diye -‘leri yeşil veriyorlar, üstelik – bitiren kişi 1. sıra diye gözüküyor. O durumda da nasıl algılayacağını bilemiyor, eski liderle yeni liderin isimleri, ülkeleri birbirine giriyordu, anlatilabilir gibi değildi.

Ama bu sırada ülkede bunu farkedip çileden çıkan insan sayısı bir avuç parmak olduğuna göre istediğini yapardı. Bu ülkede daha iyi, yani doğru dürüst yayın isteyen kaç kişi var ki… O zaman istedikleri yayını yapar, istedikleri gibi yapmazlar. Kadın sporcu kıyafeti konusu duyulduğunda infial kopar, trt geri adım atar; ama kadınlar buz pateni yerine Orduspor-Maraş maçını verseler kimsenin ruhu bile duymaz. Niye yayınlamadıklarını bile bilmezsin, bilsen ne farkeder, izleyememiş olursun. Kadın sporcu kıyafetinde ses çıkaranlar, diğer nedenlerde ortada yoktur çünkü.

Olimpiyat izlemek önemli [çünkü o dünya ülkeleri halkları olarak en önemli buluşmamız], ama en az onun kadar önemlisi, bu bir gösterge. Bu kadar ciddiyeti ve seviyesi düşük ülkede başına herşey gelir.

h1

NO WAY OUT!

24 Aralık, 2013

Şubat 2012, Alman Cumhurbaşkanı -ki böyle birinin ismini çok duymadığınızdan da tahmin edebileceğiniz gibi, aynı bizdeki gibi sembolik değeri ağır basan bir mevkidir- istifa eder.

Cumhurb. Christian Wulff, 2009’da Aşağı Saksonya eyaleti başkanı iken Miami’ye yaptıkları aile gezisi sırasında Air Berlin’in hediye olarak ekonomi biletlerini first class’a çevirdiği ortaya çıkar. Eyalet yasaları 10 euro’nun üzerinde hediyeyi yasakladığından Wulff, durum ortaya çıkınca 3000 euro farkı öder. Bunun üzerine adamın tüm şahsi işleri araştırılır. Yeşiller Partisi, parlamento soruşturmasında adama yerel bir işadamı olan Geerkens’le bağı olup olmadığını sorar, hayır cevabı gelir.

Wulff’un ev alırken aldığı borçla ilgili dedikodular üzerine Der Spiegel araştırmak için adamın tüm finansal dosyalarına ulaşma izni ister 2010 sonunda -ki bu arada adam cumhurbaşkanı seçilmiştir. Reddedilir, mahkemeler, filan sonunda dosyaların bir kısmına izin çıkar yaklaşık 1 yıl sonra. Aynı dönemde der Spiegel, Wulff’un ev alırken bir bankadan yarım milyon euro borç aldığını öğrenir ve kendisinden (bankadan değil cumhurb.’ndan) bunun bilgilerini ister. Wulff da belgeleriyle borcu Geerkens’in karısından aldığını açıklar. Düşük bir faizle ne zaman ödeneceği belirtilmemiş bir borçtur.

O zaman yerel parlamento soruşturmasına yalan cevap verip vermediği konusu ortaya çıkar. Wulff, Geerkens’le bir bağı olmadığını, parayı karısından aldığını söyler, yanlış anlaşma için özür diler. O borcu birkaç ay içinde, bir bankadan aldığı kredi ile ödediğini açıklar. Ama Bay Geerkens, para karısından hesabından çıksa da borcu verenin kendisi olduğunu söyler. Bankadaki kredi anlaşmasında da aracı olduğu ortaya çıkar.

Der Spiegel bu araştırmayı yayınlamadan bir gün önce Wulff gazeteciyi arar ve onları mahkemeye vermekle tehdit eden bir mesaj bırakır. Der Sp. makaleyi -tabi ki- yayınlar ve bu mesajdan da bahseder. Bu sırada Cumhurb. tv programlarında bu konuda soruları yanıtlar. Der Sp.’i aradığında sadece bir gün ertelemelerini rica ettiğini söyler. Der Sp. kendisinden tüm mesaj kaydını açıklamak için izin ister, Wulff vermez. (Bu aşamada çoktan Orta Dünya’da geçen bir fantezi romandan bahsettiğimi düşünmenizden korktum.)

Bu sırada, eskiden Wulff’un Geerkens’in avukatı olduğu ortaya çıkar. Başka konular da ortaya atılır. Wulff çiftinin Audi’den aldıkları bir arabada indirimli taksitler ödediği iddiası karşılıklı reddedilir. Wulff çiftinin bir başka işadamı ile gittikleri tatilde tüm masrafların o işadamı tarafından ödendiği iddia edilir. Wulff, masrafların kendi kısmını ödediğini iddia eder.(Yok, eminim, çoktan uydurduğumu düşünüyorsunuz.)

Aynı işadamı ile ilgili başka iddialar da çıkar. Wolff eyalet başkanıyken bu işadamı eyaletten birkaç milyonluk bir kredi garantisi almıştır. Ve yine birkaç yıl önce Wolff çiftini Oktoberfest sırasında Münih’e davet edip otel masraflarını değil, iyi oda farkını(!!!) ödemiştir -muhtemelen Wolff’un haberi olmadan.

Bu konulardan sonra savcılık Wolff’un dokunulmazlığının kaldırılmasını ister. Bir gün sonra da, Bild’in olayın üzerine gitmesinden yakl. 2 ay sonra, Wolff istifa eder.
(teenager ağzıyla: gerzeaak, bir ‘Amerika, komplo’ diyememeeş).

_____________________

Tüm bunlar bana son derece normal görünüyor. Biz abartılı derecede ‘memur devletten geçinir’ kültürüyle yaşıyoruz. Bir bürokrat tanıdığınız varsa bilirsiniz, yüksek derece memurların özel harcaması diye birşey yoktur, herşey devlettendir. Tabi ki bu olaylar onun çok üzerinde ama bahsim, normallerin 2 farklı kültürde nereye konduğu. Tepkiler de ona göre.

Açıkçası, ben yıllardır büyük bir skandal bekliyorum. Ama ben daha çok Tayyyip’in çocuklarıyla ilgili bekliyordum bunu, diğer çocuklardan çıktı. Tabi, Tayyyip hala dokunulabilir değil. Şu an onu koruyanlar (hatta ölmeye hazır olanlar), o zaman nasıl bir terör estirirdi, düşünsenize. Yoksa, şu an, onlar dahil herkes biliyor nasıl yediklerini. Aynı nazi Almanya’sında Musevi komşularının ortadan kaybolmasını görmezden gelen Almanlar gibi.

Neler döndüğünü yıllardır hep beraber biliyoruz. Şimdi toplasam onlarca imar skandalı haberi çıkarırım. O kadar alıştık ki vaka-i adiyeden oldu.
“Adamlar yiyor, ama çalışıyor” geyiğinin bir kesimdeki gerçekliği bir yana,
“Adamlar yiyor, ama Kürt sorununu çözüyor” diyen bir kesim,
“Adamlar yiyor, ama dindarları koruyor, öne çıkarıyor” diyenler, hatta
“Adamlar yiyor, ama hayatıma (hayat tarzıma) karışmıyor” diyenler vardı (yaklaşık geçen yıla dek).

Yıllardır bu chp ne zaman bu konuların üzerine gidecek diyorum mesela ben. Hatırlayın, Kılıçdar böyle dosyalarla sivrilmişti ama genel bşk olalı beri partiden böyle bir hamle hiç gelmedi. Oysa Özal’ı zamanında bitiren (cumhurb.’na kaçıran) ‘davulu delen Jaguar’ olmuştu.

O yüzden şimdi “adamlar da amma yemiş”, “iddialar çok vahim” diyenleri, hele köşecileri filan hiç anlayamıyorum. Anlamanız için bir savcının harekete geçmesi mi gerekiyordu? Üstelik, daha neler var. Remzi Gür, Zapsu, Çalık, pat diye akla gelen isimler. Gemiler uçuşuyor, görmezden geliyoruz. Daha neler, kimler, serpilenler, semirtilenler, çok, çoook büyük bir parsa. Herkesin bildikleri vardır. Eski bir arkadaşımın eşinin babası mesela, anlaşılan, akp yakınlığıyla madenler işletiyor, servet büyük.

Komployla savuşturmaya çalışmaları, onlara hala inanan bir kesim ve bakanların hala istifa etmemesi (etmişler de Tayyyip geri çevirmiş: istifa sunulmaz ki, edilir, gidilir) tabi tamamiyle inanılmaz şeyler. Kendilerinin AB’ye uyum için değiştirdiği polis yönetmeliğini geri değiştirmeleri, atanan ek savcılar filan, yapabilecekleri herşeyleri yapıyorlar. Ama bundan sonra ne yapsalar yetmez. Ayakkabı kutuları yeni Jaguar’ımız oldu. Bundan sonra Çıkış Yok.

Bu arada, zavallı Amerika. Ülkede kim bok yese suçlusu onlar oluyor. Üstelik, uzunca bir dönem boyunca gördüğümüz en TR dostu hükümetti bu. Daha birkaç ay önce 3 rating kuruluşu da notumuzu artırdı -sonuncusu Tayyyip oradayken. Obama İsrail’e gittiğinde Mavi Marmara için özür dilenmesini sağladı. Tayyyip yanlılarına bunları söylediğinde bilgisayar devrelerini yakacak cevaplar geliyor. Kandırılabilme düzeyi bu kadar düşük olunca da bir türlü yaranamıyor şu Amerika. (Yalnız, büyükelçiyle ilgili yalan ve tehditlere bir süre içinde sağlam bir tokat gelecek, dediydin dersiniz).

h1

Kurabiyye Tayyyip, kurabiyye Tayyyip, kurabiyye, kurabiyye Tayyyip: Ne istedin levrek ceviche’imden?

10 Ağustos, 2013

İst.’daki ilk otelden 2 gün sonra ayrılıp 2.sine geçtim. Olayların ortasında olduğundan değil, zaten öyle planlamıştım. İstiklal’in öbür tarafına kaydım Cuma günü. Cmt sabah kalkıp perdeleri açtığımda hemen binanın karşısındaki girintide oturan siyahlı 2 kız gördüm. Herhalde dedim, mahalle gençleri orada oturup takılıyor. Birkaç saat geçti, baktım, 3 taneler ve neredeyse aynı giyinmişler. Herhalde rock’çı arkadaşlar dedim. İkisinde de gözlüğüm yoktu. Bir iki saat sonra gözlükle baktığımda tanıdım arkadaşları.

IMG_5105

Bu dişi çevikler de işte senin benim gibi (ya da pek benim gibi değil), beklerken sıkılan, telefonuyla oynayan, oradaki şeyleri arkadaşlarına gösteren kişiler. Avm’lerin girişlerindeki güvenlik görevlilerinden farklı görünmüyorlar. Biraz sonra çıkarken otel görevlisi çok yakındaki TGB merkezinin basıldığını, polislerin onun için orada anlattı. Olanları ulusal tv’den izliyormuş. Çıktığımda erkek çevikler de (bir canlı türünden bahsediyor gibi hissettim) sokaktaydı. Baştan aşağı inceleyen bakışlarla. Birşeyler yiyip Karfur’dan iki torbayla dönerken birisi “evine gidiyor baksana” dedi, diğeri de “nerden biliyorsun” dedi. Tgb’ye mühimmat götürüyor olma olasılığım meşgul ediyordu zihinlerini, minik otele girince rahatlamışlardır. Birkaç saat sonra yanımda güzel bir kızla (-Sen kaç tane hayali güzel kız tanıyorsun Simon? -İnfini) önlerinden geçerken de aynı inceleyen bakışlar canımı sıktı, ama kolaysa ağzını aç.

Akşam dışarı çıktığımda elimde o sokakların ayrıntılı haritası vardı. Ona baka baka yürürken birisi “Şu gavura bak…”lı alaylı birşeyler söyledi. Elinde harita olması bu ülkede yabancı olarak nitelenmenin en garantili ve kısa yoludur. Sorduğum için biliyorum, öyle karmaşık sokakları ne orada oturanlar bilir, ne dükkanı olanlar, ama biz haritaya lütfetmeyiz. Neyse.

O hayali güzel kız Galatasaray’da eylem olacakmış demişti. Galatasaray eylem için çok pratik yermiş gerçekten. Bir boşluk olduğunda hemen köşedeki Yapı Kredi’nin yanına Zara açılmış. Birşey olmadığında biraz alışveriş, dön eylem. O sıralarda ortada birşey yoktu, ben de kendimi alışverişe verdim. Çıkıp Milör’ün birkaç ay önce gittiği süper bir restorana gidecektim. Ne yenir diye birçok notum da vardı. Sadri Alışık Sokak’tan giriliyordu. Ama bir saat kadar önce çıktığım Sadri Alışık kapalıydı. Kapalıydı derken çevikler en çevik kostümleriyle omuz omuza dizilmişlerdi. Onlara dil döküp geçenler oluyordu ama onu hiç yapamazdım. Devam edip Parmakkapı’ya doğru geldim, galiba büyüğüne. Onun önünde toplanan bir kalabalık vardı. Sloganlar filan. Kurabiyye’yi orada duydum. Bu yeni mi? Evet, bu hafta çıktı.

Sıralamayı karıştırıyorum, çünkü çok olay oldu, ama yanılmıyorsam hemen o sıralarda bir müdahale oldu. İstiklal’i iyice bir temizledi bir toma ve peşindeki polisler. Sonra çekildi, ortalık duruldu. Sadri Alışık’ın yan sokağından gireyim dedim, yürürken bir sonraki ataklarını gerçekleştirdiler. O sırada yanıma düşen iki kız bir oğlan Hırvat’la (yoksa Slovenler miydi) bir girintiye sığındık. Sonra Parmakkapı’ya döndüm. Pek birşeyler yemeyi düşünecek durum yoktu. Hele birinde öyle bir hızla geçti ki toma, inanamazsınız. Dönüp hayvanlar dedim yanımdaki çifte. Anlamaz gözlerle baktılar. İranlılarmış. Sonra muhabbete başladık. Konsere gelmişler -the Wall. İlk otelde de İranlı bir çiftle tanışmıştım. 4 yıl önce seçim sonrasında çok daha sert olaylar yaşadıklarını anlatmışlardı, polis gerçek mermi kullanmıştı, bu birşey değil demişlerdi. Bu sevim çift de aynı şeyi dedi. Hep AB’ye -ve içeriye- biz demokratiğiz oyunu bu işte. İran’ın böyle dertleri yok tabi.

Onlarla biraz yürüdüm sonra. Onlar otellerine gittiler, geceyarısı Babylon’a çağırdılar. Ben de dönüp gideceğim restorana bir yandaki Ayhan Işık sokaktan girdim. Çok hoş bir yere benziyordu, ama ortada pek kimse yoktu. Hemen tezgahın arkasındaki bir şefe sordum, çekinerek kapattık dedi, uğraştırma bizi der gibi. Hık mık, gitti levrek ceviche (ne bu?), mandalina ve tarhan otlu palamut ve mercimek salatası, pancar ve keçi peynirli semizotu filan.

Bu sırada Sadri Alışık da açılmıştı. Parmakkapı’ya döndüm. Yine toplanmıştı İstiklal’de insanlar. Fena bir kalabalık yoktu. Alışveriş torbamla ben de katıldım. Bir 10-15 dk sonra yine saldırdı çevik kardeşler. Su sıkıyorlardı o gün ve suyun özelliği, bu sefer gözlerinizden yaş gelmiyor ama boğazınız inanılmaz tahriş oluyordu.

O günki kalabalık bana fena halde korkak geldi. Her polis atağında anında ve son sürat kaçıyordu herkes, hem de sokağın sonunu da geçip daha ilerlere, veya yandaki sokağa dalıp onun sonuna. Birinde kalabalıktık, ben de sakince kaçarken tişöstüme asılıp çekenler filan oldu, son derece rahatsız oldum. Böyle birbirimizin kıyafetlerini esneteceksek ben o devrimde yokum.

Parmakkapı’nın devamındaki sokakta (Çukurlu Çeşme’ymiş adı) bekleşiyorduk birara. Önümüzde kepenkleri yarı inik bir meyhanede yarısı içeride, yarısı dışarıda bir masada içenler vardı. Çok hoşuma gitti o sahne. Bir de oradakilerle de ilişkisi olan, farklı farklı tiplerin olduğu bir grup vardı. Tam üstümüz İnsan Hakları Derneği’ydi. Sordum, oradan değillermiş, tiyatro grubu değillermiş. Nereden olduklarını bir türlü çözemedim. Fazla soru sorunca da sivil mi diye bakıyorlar. Alışveriş torbalı, sırt çantalı sivil olurmuş gibi.

Ortalık durulunca Sıraselviler’de birşeyler atıştırıp döndüm (yukarıdaki yemeklerin hayalinden dürüme düşmüştüm). Sonrası tam bir oyun gibiydi. Biz toplanırız, çevikler gelir, dağıtır, sonra gider, sonra biz yine toplanırız. Çok anlamsız geldi bana. Ama hayatını kaybedenlerin ailelerini ya da yaralanan gençleri düşündüm. Onlar insanların hala birşeyler yaptığını görmek isterdi. Yani tüm maksat sayıyı bir artırmak, o düşünce insanı beni saatlerce orada tuttu. Bir yerlere sığınırken birçok kişiyle tanışık gibiydik. En şiddetli birinde bir kebap salonuna sığındık. Zaten alışkındı çalışanlar. Ama heyecanlarını kaybetmemişti. Sokağa girip şu paintball’lardan atıyordu polisler. Biz de hemen kepenklerin arkasında oturuyorduk. Kolonyaları o tahrişe biraz iyi geliyordu. Herkese döktüm benimmiş gibi. 2 aydır pek iş yapamıyorlarmış o sokaklardakiler.

Bir başkasında da bir apartmana sığındık birkaç kişi. Bu şekilde sığındıkları apartmandan gözaltına alınanların hikayesini bildiğimizden arkadan sürgülemeye çalıştık. Zorla becerdik. O sırada sokakta terör estiriyorlardı.

Bir ara, insanlara nasıl hat oluşturacaklarını anlatmaya çalışan yarı sarhoş yarı çılgın bir Polonyalı ve onun daha aklı başında Slovak, Danimarkalı vs arkadaş grubuna denk geldim. Kaçmayın, yanyana dizilip karşılarında durun diye anlatmaya çalışıyordu arkadaş, böyle şeyleri çalışmış. Boyunlarına ve kollarına vuracakmışız. Oldu.

Gece 2’ye doğru bitap düşene dek kaldım. Sanırım birkaç haftadır en olaylı gündü o gün. Kimseye pek birşey olmadı neyse ki. Bir kız fenalaştı ama birşeyi yokmuş. İlk tanıdığım İranlı çiftin kadın olanı düşüp dizini, dirseklerini filan yarmış. Bir de 4 yaşında bir çocuğun başına paintball gelmiş. Ayrıca, işte boğazlarımız yandı. Bir de ilerleyen saatlerde daha çok karşıdaki Mis Sokak’ta 30-40 kişi gözaltına almışlar, kendi halinde içen iki adamcağız da dahil. Kimseye birşey olmadığı sürece eylemde olmak iyi bir his. Keşke insanın elinden fazlası gelse.

h1

Bu koku dayanışmanın kokusu (insan dilemişken bi Adriana Lima, Pasifik’te bi ada filan diler [veya: bu karşılamayı size hükümetten gönderdiler])

1 Ağustos, 2013

Uçağın merdivenlerinde gördüğüm kız için keşke yanıma otursa dedim. Çok da önemli değildi açıkçası ama daha önce gördüğüm bir iki kız için cidden istemiştim ama olmamıştı tabi. Sonra hesapladım, 30 sıra çarpı 6, yani 180’de, daha doğrusu 179’da 1 ihtimal. Yanımda iki koltuk desek 2 / 179. 

Bunu söyledikten sonra yanımda kimin oturduğunu tahmin etmeniz gerek. Teyzesi, halası gibi bir kadınla beraberdi kız ve ikisi yanımdaydı. Dün gece izlediğim Uçak2’de adam uçakta yanındaki yaşlı kadına hikayesini anlatıyordu. Başta kesekağıdına çıkaran kadın hikaye bittiğinde iskelete dönmüştü. Aynı espriyi bir kere daha yapmışlardı. Yine aynı adam akıl hastanesinde hayat hikayesini anlattıktan sonra uzattım, kusura bakmayın diye bitiriyordu. Kendisini dinleyen tüm hastalar birer kurşun sıkıyorlardı kafalarına. Nasıl abartı dedim. Ama anlayacağınız, hala bir konuşmaya başladı. Senin annen şöyle yapardı, Hakan abin şöyle, bir de kart ses. Korkunçtu. Neymiş (bir kez daha): ne dilediğine dikkat et.

————–

İstanbul’a gelirken kendime söz gibi birşeydi. O gazı solumadan dönmeyecektim. İlk 2 gün için kalacağım ötel yeniydi, içi de gayet hoştu. Ama olduğu yer soru işaretiydi. Taksiden inip ötelin sokağına gelince eyvah eyvah dedim. Tipik Beyoğlu arka sokağı. Neyse, girdim içeri. Adam İngilizce birşeyler dedi, Mr bilmemne, we were expecting you yesterday. Yabancı gibi duruyorum herhalde. Girince birşey demediniz de dedi adam. Bu sokak şaşırttı beni dedim. Bu akşam İstiklal’da anormal bir kalabalık var dedi adam. Günlerden Çarşamba. Hayırlısı dedim.

Eşyaları bırakıp üstümü değiştirip çıktım. Geçen ay filan Milör’ün gittiği bir restorana gidecektim. Ama adresini yazmamışım. Danışmada sordum. Bakalım dedi. Gugıl-bu bir operaymış dedi akıllı arkadaş. Sonuna restoran ekleyin dedim. Bulunduğumuz sokakta, 3 sokak ileride çıktı. Dışarı çıktığımda herşey normaldi. 4-5 adım attım. Değişik bir koku, hatta bir tad aldım havadan, garip, biraz rahatsız edici birşey. Bir an sonra gözlerim de yanmaya başladı. Bu O!!! Aynı anda sokağın başındaki gaz bulutunu gördüm. Ve hemen sonra o gazların olduğu yerde bir toma belirdi ve anında insanlar kaçışmaya başladı. Hiçbir abartmam yok, oradaki tüm müdahale ben otelden çıktıktan birkaç adım sonra başladı.

Ben de yakınımdaki birkaç kişiyi takip edip bir binanın girişine girdim. Kapı önündeydik birkaç oğlanla. Nedir dedim. Berkin’in ailesi bir basın açıklaması yapmak istemiş. Pislikler böyle cevap vermiş. Dışarıdaydık ve gözlerimizden sürekli yaş geliyordu. İçeri girdik sonra, bir kız, 3 oğlan daha vardı benden başka. Çocuğun durumu kötü diye anladım ben dedim. Öyle dedi. Ortalık durulsun diye uyutuyor olabilirler. Hayatını kaybetse yine gösteriler olacak ama bana o saçma geliyor. Şu anda da farkeden birşey mi var?

Onlar gayet alışkındı duruma. Biraz sonra baktık, durum nispeten normal. Oradaki kahveci ile bir adam atıştı. Sizin ruhsatınızı iptal edecekler, masalarınızı alacaklar biz olmasak dedi. Doğru.

Sonraki sokak başında toplanmıştı yine insanlar. Gaz maskesi satan biri bile vardı. Birileri hüloooğğ yaparken bana “otelin iyi olmasının ne önemi var, ucuzunu seç” diyen arkadaşımı aradım. Gördün mü diydem, senin yüzünden diyordum gülerek. Ona önceden demiştim, o gazı yemeden dönmeyeceğim diye. 2 sokak ileride İstiklal’den bize bakan bir toma vardı. Ben grubun önüne de gelerek sesimi duyurmak için bağırarak konuşuyordum. Polise laf atan insanlar ve 60-70 metre ileride İstiklal’de duran toma. Video çeken telefonum olsa hoş bir sahneydi. Bu halde 3-5 dk filan durduktan sonra toma bize doğru döndü ve yine kaçış. Bulunduğumuz istiklal’e paralel sokaktan devam edip bir yan sokağa saptım. Toma da büyük bir hızla bizim demin bulunduğumuz noktaya geldi. Kaçmayın gibi anonslar geliyordu. Kaçmayalım da napın? Ne garip laf.

O an gerçekten korkutucuydu. Ben ilk kez yaşıyordum ama herkes için de öyleydi. Gaz, su değil, kafana birşey yemekten korkuyorsun. Bari bir baretle gelseydim. Burada alırım diyordum, yok, tedbirli gelmeliymişim. Sonra bir ses bombası atıldı. Oraları iyice bir dağıttılar. Sonra da gittiler. Zaten oyun gibi birşey bu. Dağıtıyorlar, gidiyorlar, insanlar toplanıyor, geliyorlar.

Birşey kalmamış gibi görünce hemen bir sokak ilerideki restoranıma girdim. Genç iki oğlan ilgileniyordu. Onlarla muhabbet ettik durumla ilgili. Sonra ben yemeğe oturdum. Hoş ve küçücük bir restoran, sadece bir Fransız çekirdek aile ve karşısındaki oğlana sevgisilini aldattığını anlatan bir kız var, hoş şeyler çalıyor. Dünyanın en hızlı toması videosunu gören olmuştur herhalde. İstiklal’in başındaki Sütiş’te oturan turistlerin gözünden büyük bir hızla insanların üzerine sürülen tomanın görüntüsü -ki o sahnede birilerinin, hatta birden çok kişinin ölmemesi sadece tesadüfi. Öyle bir ortamda ben sokağa doğru oturmuş yemek yerken çok benzerini gördüm. Sokaktan birden büyük bir hızla koşarak 30-40 çevik geçti. Birilerinin peşindeydiler kesin. Çıkıp baktım ama göremedim.

Geceyarısı ötele giderken ortalık çok sakindi. İstiklalde kocaman bir toma (harbiden büyükmüş bu şeyler), 20-30 polis vardı, bir de yerler köpüklü suydu, güzelce temizlemişler sanabilirdi insan. Ondan birkaç dk sonra hemen o yan sokakta ve diğer taraftaki parmakkapılarda gözaltılar olmuş, onları görmedim hiç.

h1

Ülkeyi saran dev beyaz böcekler

24 Haziran, 2013

Tartışma programında konuşan adam “işgal de bir vahşettir” dediği anda ona vahşi bir küfür edip ustream’e geçtim. Her gece cansiperane bir şekilde yayın yapan ankara eylem vakti’ndeki arkadaş bacağına bir kapsül yemişti. Bacağı da biraz kesilmişti ama umursamadan yayına devam ediyordu. Dolaştıkları sokaklar Bestekar, Kennedy (sokak tabelası Kenedi’dir), Tunalı, yani yüzlerce kere yürüdüğüm, fazlasıyla tanıdık yerler. Bulundukları sokağın ilerisinde büyük beyaz böcekler gördükleri anda da kaçıyorlar.

Vaşinkton’da 17 yılda bir yerin altındaki kozalarından çıkan bir çekirge türü vardı, ben de rastgelmiştim. 2-3 gün canlı, sonra da bir ay filan ölü bir şekilde istila ettiler tüm şehri. Bu büyük beyaz böcekler (BBB) de aynen öyle. Bir anda ortaya çıktılar. Yoğun biber gazı kullanımından hemen sonra ortaya çıktıklarına göre gazdaki bir kimyasal koza durumlarını bozdu, uyandırdı ve sinirlendirdi. Mayıs sonundan beri ülkeyi ele geçirdiler ve görüldükleri yerde insanları korkuyla sindiriyorlar:

taksim -15 haz -toma&hastane -korku filmi afişi değil

Bu BBB’lerin görüldüğü anda halkta yarattığı paniğin sebebi, yaydıkları sıvı. Bazıları renksiz, bazıları kırmızıya kaçan sıvılar püskürtüyorlar. Bunun nedeninin iki ayrı BBB türü olması olduğunu söyleyenler de var, benceyse bunlar cinsiyet göstergesi. Eril olanlar renksiz, dişi olanlarsa kızıl sıvı püskürtüyorlar. O kızıl sıvının içinde ne olduğu çok tartışma konusu oldu ama bence ayakkabı tabanının altını kırmızıya boyamak gibi bir tür cazibe arayışı.

taksim -15 haz -Beyoglu -Jenna Popes

taksim -22 haz-2

Zaman zaman BBB’lerin kendi aralarında iletişime geçtikleri, hatta flörtöz durumların da yaşandığı görülüyor. Örneğin şu sahne:

taksim -4haz

Gerçi benim cinsiyet tanımıma göre, bu BBB’lerin eşcinsel olduğu sonucu çıkıyor, ama bu konu daha ayrıntılı çalışmalara gebe.

Diğer yandan, bu BBB’lerin suyunun nereden geldiği konusunda çeşitli rivayetler var. Kimisi, bu yaratıkların Mars’tan geldiğini ve oranın tüm su kaynaklarını iç edip kuruttuğunu, o yüzden sularının kolay kolay bitmediğini, kimisi zamanında Hazal Gölü’nü içtiklerini, kimiyse hidrojen ve oksijen kullanarak kendilerinin ürettiğini iddia ediyor. Fakat bu konuda elde edilen son görüntüler tüm şüpheleri bitiriyor:

taksim -16 haz -polis_kimyasal

Evet, bu yaratıkları bizim devletimiz eliyle besliyor.

Toplumda gittikçe artan bir infial yaratmış olan BBB’leri sempatik gösterme çabası da bir kampanya halinde sürüyor. Örneğin, BBB’lerin önünde çocukların bile rahat rahat oynayabileceği (yani onların, yüzlerinin çirkin, kalplerininse melek kalbi olduğu imajı veriliyor:

taksim -22 haz-ii

Ve bu çirkin yaratıkları güzelleştirme çabasına tüm halkın katılması teşvik ediliyor:

taksim -21 haz -ist. tomasını seçiyor

Fakat tüm bu imaj çalışmaları, BBB’lerin halkta yarattığı şiddetin etkilerini gidermiyor. Zaten BBB’ler hala yerli-yabancı, gazeteci-değil, kadın-erkek, engelli-değil, insan-diğer türler ayırt etmeden saldırmayı sürdürüyor:

taksim -7 haz -ankara

taksim -1 haz (or 31 may) -Akvile Jordan pics2

taksim -17 haz -ankara -die zeit -d.ruvic

taksim -polisten engelli vatandasa tazyikli_su

taksim -22 haz -Tom Barton
(İngiliz gazeteci Tom Barton)

Bir de şu var (gerçi bence taş sayılmaz):

taksim -22 haz -ahaha allah kahretsin ya, tomaya taş atmışlar

h1

Gideyim, döndüğümde devrim olmuş olsun

20 Haziran, 2013

Hepimizi mi gazlayacaklar? Hepimizi mi sulayacaklar? Hepimizi mi soruşturacak, hepimizi mi içeri alacaklar?

Yok, bir yerde gazları bitecek (ki bitmiş, 130 bin gaz bombası atılmış, 100 bin almak için ihale açacaklarmış), çevik kuvvetleri yetmeyecek. O zaman ne yapacaklar? Internette bir yerde aynı sözleri söylediğimde “o zaman ne yapacağımızı görürsün” diye bir tehdit yolladı tanımadığım birisi. Ama dikkat edin, hiçbir şey yapamadılar. Nasıl 2 hafta boyunca hiçbir şey yapamadıklarsa yine yapamayacaklar. Onlar hep polisin arkasına sığınır çünkü. Tomaların arkasında ilerleyenler, tomanın suyu bitince ondan hızlı kaçacak.

_________________________

Dün & evvelsi gün iki foruma denk geldim. Biri Karşıyaka Bostanlı’da, diğeri Alsancak Gündoğdu’da. Çok hoş bir his, beraber birşeyler yapmak, başka türlü hayatta konuşmayacağın insanları dinlemek, onların seni dinlemesi. Arada sık sık insanların birikmişliklerini boşalttığı, gereksiz şeyler anlattığı sahneler oluyor, kendimi Amerikan filmlerindeki alkolikler dayanışması toplantılarında gibi hissediyorum. Ama onun dışında birilerinin neler yapabiliriz deyip tamamen iyiniyet üzerine kurulu şeyler söylemesini dinlemek inanılmaz içaçıcı. Sırf insanlar arası konuşma eşitliği, o demokrasi anlayışı bile tek başına çok güzel.

Ki zaten benim bulunduğum topraklar bunun beşiği. 2 avm’nizin adı Forum ve Agora. Hangisi hangisiydi hep unutuyorum, biri antik Yunan, diğeri Roma’daki karşılığı (Forum’a Giderken Komik Birşey Oldu diye Roma’da geçen bir film olduğuna göre o Roma, agora Yunan). Burası karşıdaki Atina ile beraber antik Yunan’ın demokrasi medeniyetinin beşiği.

2 toplantıda da birer kızla tanıştım, hatta onlar gelip benle tanıştı. Dönüşte uzun uzun sohbet ettik ikisiyle. Biriyle yaşadığımız travmadan bahsediyorduk. “Ben öyle gerilmiştim tamamen başka biri olmuştum, çok sinirliydim. Bunu farkedince ailemle, arkadaşlarımla vakit geçirdim, geçti” dedi. Ben onu yapamadım dedim, ay canım diye sarıldı bana, yaklaşık 1-1.5 saat önce tanıştığım kişi.

Ne güzel ülke, di mi? Bunu demek için acele etmeyin.

_________________________

Bu akşam Karfur’dan dönüyordum. Karfur’u Bostanlı’ya bağlayan bulvara (ismi hangi akıllı verdiyse Dudayev Bulvarı) dönmek için ışıklarda duruyorum. Dönerken iki araba dönebiliyor yanyana. 3 araba zar zor sığıyor beklerken ama o durumda üç arabanın birlikte dönebilmesi fiziğe aykırı. Ben ortadayken işte öyle 3. bir araba yanaştı sağıma arkadan, Beyaz bir Mercedes. Yeşil yandı, ilerlerken solumdaki cip de biraz dıştan aldı, Mercedes de bastırdı, ben ortada sıkıştım. Cipe 10 santim kalmıştı, Mercedes de çok yakındı. O durumda da en iyisi kendini ileri atacaksın (ilerideysen ileri, gerideysen geri). Zaten Mercedes’ten öndeydim, onun beklemesi gerekirdi, beklememişti, ondan önce döndüm, o arkada kaldı. Ama bu hoşuna gitmedi, korna çaldı, sonra da gazlayıp yaklaştı ve pencereden birşeyler bağırdı. Ben de “Napıyorsun ya!” dedim ve döndüm. Bu sırada ben sola dönüyordum, o düz Mavişehir’e gidecekti.

Araba kullanmayanlara fazla saçma gelecek ama böyle şeyler sık sık olur. Sonra da unutursun. Ama ben normal yoluma giderken dikkat ettim. Adam benim lafımdan sonra Mavişehir’e doğru düz gitmedi, sola döndü, yani aynı bulvara bağlanan yan yola girip gazladı. Oradan o yola girmezsin, bulvara döneceksen en baştan dönersin. Yani belli ki adamın arzusu, biraz ileride benimle karşılaşmak. Benzer birşeyi daha önce yaşayıp korkunç bir şekilde sıkıştırıldıktan sonra gittiğim karakolda “o durumda sağa çekip polisi arayacaksın” demişlerdi (onu da anlatmıştım geçen yıl). Ben de hemen sağda durdum. Normalde durulmayacak, çok hızlı gidilen bir yol, neredeyse otoyol ama 4’lüleri yakıp durdum. Adama da baktım, o da ışıklarda durdu, yeşil yandığında da geçmedi, resmen beni bekliyor. Bana doğru gelemiyor, başka bir şey yapsa ben hemen kaçar giderim. Ama benim de kaçabileceğim bir yer yok, ilerlediğim anda adamın önüne çıkacağım. Yani o anda ilk hareket eden kaybedecek.

19haz13-10

1-2 dk bekledim, sinirden titreyerek 155’i aradım, bir araba beni sıkıştırmak için Karfur’un karşısında bekliyor dedim. Polis tam yerimi, plakamı filan sordu. Tam kapatacakken adam hareket etti, ama bulvara değil, sağa doğru döndü. Tamam gitti dedim, ama polis, bekleyin, ekip gelsin, onla gidin dedi. Tamam dedim. Kapatınca emin olamadım, gitti mi, yoksa oradan dolaşıp arkamdan bir yerden çıkacak mı? Akşamın 10’unda böyle süper saçma birşey için sıkıştırmak ya da dövmek için orada 5 dk durup bekleyecek kadar psikopat biri öyle kolay vazgeçmez. İlerledim, ama o ışıklarda ileri gideceğime, dönmesi yasak olsa da sola, Karfur’a doğru döndüm. Orada dolmuşların arasında durdum, bekledim.

1 dk. sonra gerçekten beyaz bir Mercedes yavaş bir şekilde aynı yola geriden girmiş bir şekilde geldi ve çok yavaş bir şekilde, yani sanki aranarak geçti. Ben de aynı yola tekrar dönerek yaklaşayım, plakasını göreyim dedim. Ama ışıklar filan, yakalayamadım. Hatta sonra Mavişehir’e de girdim, görürüm belki diye. Aynısından beyaz bir Mercedes gördüm 34 plakalı, ama o da az bulunan bir model-renk değil. Genelde bir görgüsüzlük göstergesi.

Sonra aynı yola döndüğümde polis gelmişti. Anlattım. Hala sinir içindeydim. Polisler iyi veya kötü değildi, plakayı göremediğim için birşey yapamadılar. 2 güvenlik görevlisi de yaklaştı, onlar da görmüş Mercedes’i, iyi konuştular filan. Öyle.

Yani, bizden başka hangi ülkede böyle bir insan türü var?

h1

Taksim bize neler öğretti:

3 Haziran, 2013

– Tayyyyip’in inadı kırılmaz, ama yanıp dönmesini iyi bilir:
Belediye başkanı olduğunda cami yapmak için Gezi Parkı’na göz dikmişti Tayyyyip. Şimdi de kışlaya taktı. Ama 2-3 hafta önce gözümüzün içine baka baka “kışla avm ve rezisans olacak” dememiş miydi? Şimdi oradan dönüverdi.

“Aşırıya kaçan polisler” derken Cmt günü korktuğunu gösterdi. Ve her sorumsuz yönetici gibi emir kulu polisleri önümüze attı. O korku geçince bir gün sonra o lafı da bırakıverdi.

– AKP’den türlü türlü sesler çıktı. Çok ses çıktı, çoğu birbirine benzemedi.

– K.Topbaş, bu sadece yol genişletme çabası, daha kışlaya bile kesin karar verilmedi, sivil toplumla karar verilir derken: a) yalan mı söylüyor, b) geçici bir itidal çağrısı mı yapıyor, c) yoksa kimseyi inandıramadan sahibini kızdırmakla mı kalıyor?

– Artık ülkede herkes olan biteni görüyordur sanıyorsun ama hala “polis haketmeyene gaz sıkmaz” diyen çok geniş bir kitle var. Sokağa çıkmayı terör yaratmak sanarak büyüdü ’80 sonrası nesil.

– Taksim’de ulusalcılarla ve faşistlerle yanyana durmadık diyen BDP’liler yine saçmaladı bence. Barış için akp’yle yanyana gelmene de laf ederler o zaman.

– Güvenecek bir haber kanalımız kalmamış. Korktuklarını biliyorduk, ama artık ayan beyan ilan ettiler:
Tayyyip’i, Topbaş’ı uzun uzun görüp dinledik de eylemcilerden konuşturulan, görüşü alınan tek bir kişiyi gördünüz mü bir Türk televizyonunda? Türk televizyonunda diyorum, çünkü yabancı kanalların her haberinde gördüm. Dahası, yaralıların durumunu bildirme, onlarla konuşma gereği duydular mı? Bu rezaletin tanımıdır. Güvenilir bir haber kanalı olmadan hiçbir şey olmaz.

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın6

taksim -31 mayıs -başka kırmızılı kadın by Sinem Babul

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın7

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın8

– Biz polis panzerinin karşısında durma cesareti olan bir kız nesline alışkın büyümedik. Böyle şeyleri anca erkekler yapardı, o da belki.

– Tokyo ve Madrid olimpiyat komiteleri pek sevinmiş olmalı. O kadar yaralı varken, onbinlerce insan terör yaşamışken böyle bir şeye sevinilmez ama bu da bir sonucu.

– Hayatı boyunca idareye en ufak karşı çıkmamış şov dünyası çocuklarının, direniş moda diye gaz yiyen kırmızılı kız tişörtü giydiği bir zamanda devrim diye birşeyin olabileceğine inanamam.

– Halkına böyle bir terörü reva gören insanın, bir pazarlık yapmadan barış için uğraşmasını mantıklı bulabiliyor muyuz? Hadi, daha direğini söyleyelim, sigara ve içkiye savaş açmış kişinin halkına biber gazı solutmasına ne diyeceğiz?

– Ülkede birikmiş bir gerilim olduğunu düşünüyordum birkaç aydır. Şüphesiz eylemlere katılanlar arasında barış görüşmelerine tepki duyanlar da vardı, 1 mayıs’ta taksim kapatılınca gerilimini boşaltamayanlar da. Yalnız, bu tepki öyle kolay kolay bitmez. Bu aralar hükümet bir hata yapsın, yine patlar.

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın2

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın3

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın4

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın5

h1

NTV götümü ye: En korkağımız medyamızmış

1 Haziran, 2013

BBC world news’ü izliyorum. Telefonla bağlandıkları, İst.’da yaşayan sanırım İngiliz bir kadın “ben de bugün tazyikli su sıkıldım, 4 kere gaza maruz kaldım, Cihangir’deki evim de gaz altında. Tüm dünya bu görüntüleri verirken Türk medyası Miss World’ü veriyor” diyordu. Güzellik yarışmasını karıştırmasak diye düşündüm ben (sonunu izledim, kazanan dişleri çarpık olanların da güzel olabileceğini gösteren bir kızdı, zaten güzellik mükemmel olmayınca güzel) (bu ciddi bir ifade değildi, kimse yamultmasın). Zaten yarışmanın sunucularının verdiği tepkiyi haber kanallarının sunucuları yapmıyordu.

Ana kanallar, star, şov, a, d, çok büyük bir felaket bile olsa yayınlarını değiştirmeye imtina ederler. Konu onlar değil, haber kanalları. NTV haberdeyse şunlar yaşanıyordu: “Muhabirimiz Mehmet Taksim’de, evet, Mehmet seni dinliyoruz.” “Polisle göstericiler arasındaki çatışma günboyu sürdü. 12 yaralı olduğu söyleniyor, milletvekilleri de yaralandı. Şu anda arkamda gördüğünüz polis panzerine su yüklemesi yapılıyor. Evet, sendeyiz Sinem.” Sonra da bel.bşk.ıyla valinin açıklamalarına geçildi. Anacım, göstermeniz gereken o suyun yüklenmesi değil, halkın üzerine sıkılması. Ama siz sanki bunu bilmiyorsunuz.

Taksim 31-5-13 -Erdal Beşikçioğlu pics

Habercilik anlayışımız zaten diplerde. Keşke CNN’in Ohlahoma’daki hortumu nasıl işlediğini görebilseydiniz. Uzun uzun, ölümlerin olduğu ilkokulda çocukları kurtaran öğretmeni işliyorlardı. Hatta bir aile için çok değerli olan (çünkü ölen kardeşlerinden kalmış) köpeğin mucizevi şekilde hayatta kalışını gösteriyorlar. Tüm haberler kişisel, hatta bazen fazlasıyla kişisel. Bizdeyse tüm bu eylemlerde yukarıdan bakılıyor, aşağıya inilip katılan değil birçok kişiye, tek bir kişiye bile mikrofon uzatılmıyor. Kimbilir nasıl kişisel hikayeler yaşanıyor, haberimiz bile olmuyor. Mesela, bakın BBC’nin Taksim haberine.

İşin diğer tarafı, o medyaların artık ölümlerini ilan etmeleri. Kurulalı beri, NTV gibi popüler ve ciddi bir haber kanalının bizim için çok önemli olduğunu, birçok ülkede benzerinin olmadığını söylerim. Ama şu an Galataport ihalesini 700 milyona alan (hem de birkaç sene önce 3.5 milyar verilen ihaleyi 700 milyona alan) Doğuş’tan artık birşey bekleyebilir miyiz? Şu an olup bitenleri güvenerek izleyeceğimiz bir kanalımız kalmadıysa durumumuz iç açıcı değil.

Bugün de neler olduğunu sokak hizasından değil, panoramik olarak onlarca metre yukarıdan gösteriyorlar, o da olaylar durulduğunda. Ne meydandan birileriyle söyleşi var, ne yerinden anlatım, ne de katılan sanatçıları göstermek. Sanki kendi ülkemizi değil, gugıl earth’ten, kanalların muhabir göndermeye parasının yetmediği yabancı bir ülkeyi izliyoruz.

Taksim -31-5-13 -Norveç

Ama bu korkaklığın geldiğini bilmiyor muyduk sanki biz? Yıllar önce başlayan, dizilerde içki içilmemesinin istenmesi, içki şişelerinin ve kadehlerin 2 yıl önce Ramazan’da buzlanmaya başlaması, en son da bira kelimesinin bile biplenmesi, beer’ın içecek diye çevrilmesi bu korkaklığı anlatmıyor muydu? Hatta Milor’un programında restoran ismi söylenmiyor dediğimde çoğu kişinin bunu kaale alınmayacak kadar önemsiz bulduğuna eminim. Oysa, restoran ismi söylemeye korkan, bu eylemleri mi ekrana getirecek?

Taksim -1-6-13

Tayyyyip’se kendi ayıbını kendisi vurguluyor. ‘Yabancı ülkeler kendilerine baksınlar’mış. Bu, bizim yaptığımız ayıp, ama onlar daha büyük ayıplar yapıyorlar demek değil mi? Zaten, Taksim’de olanların gösterilmesi niye istenmiyor? Demek bir ayıp işliyorsun ki onun ekrana gelmesinden çekiniyorsun. Ben hem o ayıbı işlerim hem de onu kimse göstermesin demek, bu ülkede polisin mantığıdır.

h1

Sen kana gidemiyorsan kan sana gelsin

21 Mayıs, 2013

– Cannes’da milyona yakın değeri olan mücevher çalınmış. Tam da festival sırasında. Hemen telefonlar gelmeye başladı. Kuzenler yine mi Simon, ailemizin ismi, bari soyadını sakla, gel seni yaylada saklayalım, bizi hiç düşünmedin mi, bari bunu kızlara yedirme, konuşturmadılar bile. Uzun zamandır konuşmadığım arkadaşlarım, eski sevgili derken artık açmamaya başladım. Annem bile aradı, hani gitmeyecektin festivale dedi. Anne, ben içeride odadayım dedim.

Aslında şu divanda yatma sitelerine bile bakmıştım. İnsanlığın böyle karşılıksız ve paylaşımcı bir ruhla yaşaması bana çok inandırıcı gelemiyordu zaten. Netekim, normalde divanlarını açanlar bile festival sırasında abartılı paralarla kiralıyorlar evlerini. Bazıları da zaten o günlerde kendi evlerini kullanamıyorlarmış, o günlerde boşaltma şartıyla kontrat yapıyormuş açgözlü ev sahipleri. Neyse, sağlıksal sorunlardan dolayı çok zordu zaten.

– İnsana hep varmış gibi gelen Milör programında garip birşey var. Adam restoranlara gidiyor, yiyorlar, yemeklerden konuşuyorlar ama restoranın adı geçmiyor. Bu hafta söyledi de bunu, gittiği yerin sahibi Didem Şenol’un diğer restoranından konuşurken “adını söyleyemiyoruz ama” dedi. Yani, yemek eleştiri programında restoranın ismi söylenemiyor. Gazete, dergilerde yapılabiliyor, ama tv’de yapılamıyor. Bu kadarı benim algımı aşıyor.

Bunun nedeni, kimsenin dürüstlüğüne inanmamak olmalı. BBC’nin araba programı Top Gear 7-8 yıldır sürüyor olmalı. Her marka arabayı eleştiriyorlar, ve müthişten berbata kadar her türlü sözü söyleyebiliyorlar (ki araba dediğin şeyin iyi satıp satmaması ülke ekonomisini bile etkiliyor). Bizde bir araba programında bir arabaya en ufak laf edildiğini düşünebiliyor musunuz? Direk yayıncı holdingle arabanın distribütörü holding birbirine girerdi. NTV’de yapılıyor (gibi) mesela bir araba programı, ama hep müthiş sözler söyleniyor ve tabiy ki daha çok Doğuş’un sattığı arabalar inceleniyor.

– Restoran yazdıkça tövbe tövbe diyorum. Biriyle tanıştığınızda nasıl biri olduğunu anlamak için ona restoran dedirtmek iyi bir fikir olabilir. Artık restorandan çok restorant deniyorsa bu toplumdan birşey beklememeli. Daha dilindeki kelimeyi bilmeyip İngilizcesini öğrenen birileri onu kullanıyor, millet de peşinden gidiyor. Akıl alır gibi değil.

Son kelimeden ok: Al sana ikinci turnusol kağıdı: DEĞİL değil, diil. Türkçe yazıldığı gibi okunur diye bir saçmalık çıkmıştı zamanında (hiçbir dil yazıldığı gibi okunmaz, fonetik diye birşey vardır). Yanılmıyorsam o zamanlar başlamıştı bu DEĞİL tonlaması. Ama ilginçtir, o zamanlar yayılmadı, daha birkaç yıl önce yayıldı. Ama oradan (yazıldığı gibi okuma saçmalığından) beslendiği kesin. Herhalde insanlar duydukça bunun doğrusu olduğunu düşünüyor, ben de doğru konuşmalıyım diyor. Ve virüs gibi yayılıyor, kulaklar ona alışıyor. Bazıları da o kadar abartıyor ki. Geçen yıl birisiyle görüşmedeydim, oğlan deağil gibi birşey diyordu, düzeltmemek, hatta laf etmemek için kendimi zor tuttum. Bazen Kenan Işık’ta bile duyuyorum. Bazen, çünkü o da, DEĞİL diyen birçok kişi de özellikle dikkat etmediklerinde, hızlı konuştuklarında filan gayet doğal diil diyor. Dikkat edin, Bayülgen hiç yapmaz böyle şeyler. (Sevmediğim tarafları bir yana şimdi) Onun kadar iyi konuşan çok göremiyorum artık.