Archive for the ‘meşk’ Category

h1

Ama bu por nografi sayılır, öyle değil mi?

23 Kasım, 2013

Kötü korku filmlerinde sıkça olur ya, filmin başları, daha canavar/kötü ruh/Jason ortaya çıkmamışken kahramanımız bir dolap kapısını açar ve böö! Sinemada efektler de patlar ve yerinizde bir sıçrarsınız. Bu tip etkilerle insanın bilinçsiz veya kontrol edemeyeceği şekilde temel tepkiler vermesine por nografik diyorum ben. Issız Adam’ın sonunda ağır bir travma etkisiyle hissettiğiniz ağlama dürtüsü sizin seçiminiz değil mesela. Hiç de zarif bir şekilde veya aklı kullanarak yavaş gelişerek olmaz bu etki. Dan diye vurur.

İşte bu kız da aynen öyle bir etki uyandırıyor bende.

Dr Who XI 3 Ep1

Bazıları tam tipindir. Onlardan etkilenmemek elinde olmaz. Bu yeni Dr Who kızında (Bond kızı der gibi oldu ama aslında Dr Who kızları Bondcular gibi güzellik yarışında değildir; o normlara uymazlar, bazıları kısa, bazıları topludur, daha önemlisi işin içine zeka-bağımsızlık-cesaret gibi… tamam vazgeçtim, güzel işte) görünce vuran birşey var.

Eşek gözleriyle aslında tipi bakan kızı dizi oyuncumuza (gugıl image search: bakan kızı karadayı) benziyor, ama izlerken Helena Bonham-Carter’la karşılaşıyorsunuz. Aynı başına buyrukluk-zeka-çapkınlık. Bonham-Carter daha bohem ve daha ulaşılmazdır. O yüzden de çok güzel olmasa da kendisine hayran bırakır. Bu kızcağız oralarda değil tabi ki.

Aslında Doktor’un eski bölümlerini izlemiş olsaydık -ki o kadar Amerikan ve İngiliz dizisi izleyerek büyüdük, ama Doktor’u ıskalamışız, herşeye yeten tek kanalımız ona yetememiş- tam olarak aşık büyüyeceğim eşlikçileri varmış Doktor’un.

Mesela, ilk eşlikçi Susan Foreman. Dr’un torunu ve anlaşılan Tardis’in isimanası. Güzel olduğu iddia edilemez, ama çocuksu müthiş bir sevimlilik.

susan-foreman

tardis and susan foreman

Fakat asıl Zoe Heriot’ı izleyerek büyüseydim, bir daha hiçbir kızın yüzüne bakmazdım. Son eşlikçi için sözlerimi de geri alıyorum. Ondaki, iradeye yer bırakmayan zoraki cazibeyken Zoe Heriot’taki gönüllü hayranlık. Bir daha bana senin tipin nasıl dediklerinde bu kızın resmini göstereceğim. 

zoe heriot6

Üstelik, Zoe Heriot, Doktor’la fikri bazda yarışabilen tek eşlikçiymiş, ‘saf matematik’ okumuş, hafızası ve matematik yeteneği hayranlık vericiymiş. Bence daha fazla özelliğe gerek yoktu zaten.

Wendy Padbury -dr who companion zoe heriot-6

zoe heriot -the wheel in space

Belli ki bu iki eşlikçi ve diğer karakterler bir Ayşecik gibi ikonlaşmış, onlarla büyümüş İngilizler:

susan_foreman by kuri_osity
2nd-Doctor -Zoe Heriot and a  Quark
dr who companions-2

Doktor’un 50. yaşı (tv yaşı 50, yoksa 900 kusur yaşında, ne de olsa ekranların tek uzaylı kahramanı) bölümü Cumartesi -bugün 21:50’de. Tüm dünya aynı anda olduğuna göre keşke içki olsa da bizimkiler sansürleyemese.

doktor & donna

h1

Kasırga nostaljisi

30 Ekim, 2012

Amerika’nın doğu kıyısında kasırga zamanı. Her yıl vuran, birkaç yılda bir de fena vuran kasırgaları bizzat yaşadığımdan direk o günlere döndüm.  İki ya da üç kötü kasırgaya denk gelmiştim. 

İlki en fenasıydı. 3. yılımın başlarıydı, ve ben o aralar her yaz sonrası olduğu gibi yine ev bulma derdindeydim. Sevmediğim Virginia tarafında genç bir kadının yanına taşınmıştım geçici olarak, 1-2 aylığına. 30’larında, bayağı takıntılı biriydi. Görüşmeye gittiğimde iyi anlaşmıştık, ama zamanla sinir olmaya başladık birbirimize. Bazı tava-tencerelerini saklardı mesela. Evin ısıtması gayet soğuk derecelere ayarlar, en rüzgarlı-soğuk havalarda bile pencereleri açık tutardı ki yanlış hatırlamıyorsam o gün bile açmıştı.

Akşam 9-10 civarı elektrikler gitmişti. Öyle bir durumda televizyondan bile haber alamamak kötüydü ama daha fenası son derece sıkıcıydı. Ben de o sıradaki sevgilime şöyle bir mail yazmıştım (kişisel birşey değil, bir English Patient güzellemesi şeklinde):

Saat 11’i geçiyor, elektriğimiz kesileli birkaç saat oldu. Eski laptop’ımın kalan piliyle yazıyorum bunları, o da birazdan bitecek. Heryer karanlık, sadece birkaç sokak lambası yanıyor ileride ama onlar da birer birer sönüyor.

Bugünü evde geçirmistik, metro çalısmayınca tüm her yer kapanmıştı. Gün boyu pek de öyle abartacak birşey yok derken aksam beklediğimizden de fazlası geldi. Yeni ev arkadaşım Jacquelyn’e demistim, pencereleri açık bırakma, öldüreceksin bizi diye. Şimdi camlarımızın bir kısmı yok. Soğuk da iyice bastırdı.

Çok değil bir saat kadar önce ürkütücü bir sessizlik vardı heryerde. Herşey durmuştu. Kendimi kışın bir deniz kıyısına gitmiş gibi hissetmiştim, heryer boş ve huzurlu. Oysa şimdi, biliyorum penceremin önündeki büyük elektrik direği birazdan devrilecek. Her rüzgarda daha fazla sallanıyor, seyretmesi gerçekten çok garip.

Yıldırım düşüyor sürekli yakınlara. Her seferinde bir süre durup dinliyorum.

Ekran titriyor, pilim bitecek birazdan. Biliyorum buraya gelecek ve bunları göreceksin. Beni burada bırakmayacağını da biliyorum.

Pilim bitiyor. Sana söylemek istediğim daha çok şey olduğunu yazarak bitiriyorum.

Hosçakal.

h1

Ve bir aşk depreşir! (Limon Beğendi-2)

10 Ağustos, 2012

4 yıl aradan sonra onu ilk görüşümde 10 metre yüksekten atlamak üzereydi. Hemen fırlayıp tırmandım peşinden. Çok yüksekti. Ben aşağıya bakmaya korkuyordum, o tam kenarda duruyordu. Dur dedim, yapma dedim, değmez dedim. Çok kararlı görünüyordu. Belki beraber mutlu oluruz, denemeye değmez mi, başaramazsak 4 yıl sonra beraber atlarız dedim. Kolundan tutayım dedim. Belinden çekeyim dedim. Ya, bir bırak ya, dedi ve kendisini boşluğa bıraktı. Aşağı varana geçen zaman en fazla bir saniyedir, ama bana o kadar uzun geldi ki o süre. Onu havada izlemek, sanki sonunu bilmezmiş gibi, öyle huzur vericiydi ki.

Çarpma anı pürüzsüzdü. Çıkarken de boyunlarında gümüş madalya vardı. Onlar yani o ve senkronize 10 metre atlama partneri. İşte tam o çarpma anı:

Paola Espinoza Sanchez’dan 4 yıl önce bahsetmiştim (Limon Beğendi) -bir blok için 4 yıl bir ömür demek, zaten hatırlayan olsa bloğun anahtarını verirdim-. Ama ekranda gördüğüm anda, hatta sunucu Meksikalı dediği anda yoksa o olmasın dedim.

Paola kule 10 metre atlayıcı. Senkronizede 2. oldu, bireyselde 6. Ama daha önce bireysel dünya şampiyonluğu bile var.

Red Hot Chili Peppers’ın gitaristi bile Olimpiyat gözdesini ilan etmişken (“I have a celebrity  crush on Neslihan Darnel” demiş) benim de bir Limon Beğendi-2 yapmamın zamanı gelmiştir sanırım. O listedeki iki İtalyan’dan biri (voleybolcu Paola Croce) buradaymış, ama görmedim. O yüzden Paola Espinoza Sanchez bu sefer tek kaldı, ben de yanına iki madalya daha verecek olsam kime verirdim diye baktım:

Bu kızcağızı açılıştaki bayrak töreninde görmüştüm. Toplam 2 kadın atleti olan Kuveyt ekibinde dikkat çekiyordu. Ülkesini sevmem ama Maryam Arzuki (Arzouqi)’yi sevmeden edemedim. 10 metreci o da, ama atıcı. 10 metre havalı tüfekte ve 50 metre tüfek üç pozisyonlu atışta yarışmış (eli silahlı, yamuk yapmaya gelmez). Tabi ki ilk turda elenmiş ama ben kendisine gümüş verdim.

Ama o ülkede spor yapabildiğine göre kesin bir emir kızı filandır, emir kızına da gümüş yetmez. Birbirimize metallerimiz uymaz. Metal uyumsuzluğundan ömrümüz kısa olur.

Bu yazı üzerine bu sabah erken saatte bir telefon geldi. İtalyan Olimpiyat komitesi madalya sıralamasına itiraz ediyordu. “Simon hünkar Elena Romagnolo’yu hiç görmemiş” dediler. Gerçekten de ancak bugün 5000 metrede gördüm Elena’yı. Yarışı bir süre önde götürdü ama Afrikalılar arasında ancak sonuncu olabildi. Ama ben kendisine teselli bronzu vermeye karar verdim.

[Her fırsatta 1500 metreden uzun zamandır bahsediyorum. Atletizm başlamadan herkes Nevin Yanıt derken ben Aslı Çakır Alptekin diyordum. Nevin -çok başarılı olsa da- ne yaparsa yapsın ne yazık ki madalya alamazdı. Sprint dallarının acımasızlığı, gen domine dallar olmaları. Oysa, Aslı yılın en iyi 2. derecesine sahip ve çok formda gözüküyor. Yanındaki genç ve formda Gamze Bulut’un varlığı da avantaj. Büyük olasılık bir gümüş, ya da sürpriz iki madalya. Bu -Cuma- akşam 22:55’te].

h1

“Ben tüm hayatımı burada Clara ve Peter’le geçirmek istiyorum dede.”

4 Eylül, 2009

Yıllar önce biri, eski bir sevgili, ‘hayattan beklentin ne’, veya ‘en çok istediğin şey nedir’ anlamında bir soru sormuştu. Onun beklentisi biraz klasikti, sıcak ve eğitimli bir yuva. Ben böyle soruları ciddiye alan biri olarak normalde pat diye cevap veremem, ama o gün hiç beklemeden çok yakın bir arkadaş grubu demiştim. Ama tabi, öncesinden düşünmüştüm, bir numaralı dileğimin içinde birinin, yani bir hatun kişinin olması gerek. Mesela, bu ilkine bağlanabilir, özel birinin de bir parçası olduğu bir arkadaş grubu diye. O özel kişi grubun içinden çıkabilir mesela (4 Nikah 1 Cenaze’de Charles-Hugh Grant, kendisine aşık olan Kristin Scott Thomas’la beraber olsa fena mı olurdu?) veya sonradan eklenir (Amerikalı’nın, yani Andie Mc Dowell’ın yaptığı gibi). Ama tabi aslında özel biri olsa olsa 1.5. dilek olabilir, dilekleri tekil parçalara ayırmak gerek çünkü. Yoksa, silerken ovaladığın lambadan çıkan cin sorar 3 isteğini. Sen de başlarsın, Pasifik’teki büyük adalarımın mali işleri için şirketime Porsche’la giderken önünde son anda durduğum Vespa’yı kullanan ve Real Madrid-Barcelona maçına bileti olan güzel kız diye…

Neyse, o da (Vespa’daki kız değil, muhabbete geri döndüm) ‘biri bile bulunmuyor, bir grubu nasıl bulacaksın’ demişti. Ben de doğru yerde bulunabiliyor diye geçirmiştim içimden. Bulur gibi olduğum zamanlar oldu çünkü. Birara ortaokulda, birçok zaman lisede, yaz tatillerinde bazen oğlanlarla, bazen kızlarla (ama genelde ayrık), üniversitedeyken bir dönem sanki tiyatro grubumla, ama ondan çok film festivali yaptığım grupla, arada yine lise sınıfımla, devamında da yeni birileri olmadan yine tekrardan lise arkadaşlarımla. Ama zaman geçtikçe anladım ki o filmlerdeki, dizilerdeki hayat orada, pelikülün üzerinde kalacak. Zaten o değil midir beni ve adını koymadan birçok insanı etkileyen şey? 4 Nikah’ı söylemiştim, ayrıca aynı formülü güden İngiliz filmlerinde, Hugh Grant’in kendisini yeni birisiyle tanıştırmak için uğraşan arkadaşlarının olduğu Notting Hill’de, Bridget Jones’un, o Darcy ile sarılırken araba camına yapışıp seyreden arkadaş grubunda, sonra Seinfeld’de, Friends’te, çok sevmesem de How I Met Your Mother’da, daha öncesinde Dawsons’ta ve onun taklidi Kavak Yelleri’nde, Kuzeyde Bir Yerde’de, Cold Feet’te, sevimsiz Sex&The City’de, hatta Toy Story’lerde, Dead Poets Society’de ve çoğu okul filminde, ve Oceans serisinde…

Böyle gruplarım hiç kalmadığı gibi olan tekil dostluklarım da eridi. Zaman ve uzaklığı kaldıramıyor insanlar. Veya dirençsiz çıkıyor ilişkiler. Bu açıdan bakınca ve yarışma programlarında dostlarını stüdyoya getiren insanları gördükçe -ki bu benim en önemli sorunlarımdan biridir: 1. Roland Garros’u kazanınca tribüne çıkıp kime sarılacağım, ve 2. Bir yarışma programı için beraberimde stüdyoya kimi götüreceğim- kabul etmem gerektiğini anlıyorum. Madem esas isteğim buydu, ben bunu başaramadım.

İstemiştim ki iyi, kötü birşey olduğunda anlatacak birden çok insanım olsun; sırlarımızı bilelim, ve en zayıf ve en güzel yanlarımızı; birimizin bir derdi için ikiden fazla kafadan ses çıksın; iki kişi arasında bir sorun olduğunda hep beraber uğraşalım iyileştirmeye; aramızda 3 Silahşörler ruhu olsun; biri bir ilişkiye başladığında en önemli kriterlerden biri grubun da sevmesi olsun, hatta o yeni çıkılan kişi biraz çekiştirilsin; bayramlarda, yılbaşlarında, tatillerde kimle demeyelim, nereye diyelim; birlikte olmak, çoğunlukla farkında olunmayan ama arada bir sıcaklığı içine kadar işleyen bir güzellik olsun.
Olmadı.

h1

kahve?

16 Şubat, 2009

– Merhaba, birşey sorabilir miyim?
– Efendim, buyrun?
– Şey, benim bugün doğumgünüm de. Benle bir kahve içer misiniz diyecektim.
– … (susar birkaç saniye). Doğru söylediğinizi ne bileceğim? Belki kızları böyle ayartıyorsunuz?
– Ama gerçekten öyle. Durun, ehliyetimi gösteriim. Bakın, doğum tarihim.
– Elinizi çekersiniz yılını da göreceğim.
– O yüzden çekmiyorum ya.
– Durun ya. Hah. A, yaşlıymışsınız.
– Puff. Kime göre yaşlı? Tom Cruise’dan gencim. Brad Pitt’ten bile gencim. Şimdi onlar gelse, kahve içelim dese içmez miydiniz?
– haha, siz de Tom Cruise değilsiniz ama. Brad Pitt hiç değilsiniz.
– Ona bakarsanız siz de Katie Holmes değilsiniz. Ancelina Coli hiç değilsiniz. … Şırfıntı.
– Efendim?
– Yok, öyle geçen yazıdan dilime dolandı.
– Oldu, baaay.

– Merhaba, afedersiniz, birşey sorabilir miyim?
Birşey sorabilir miyim demiştim. Ya duymuyor musunuz?
– Efendim?
– ha, pardon, kulaklık varmış. Saçınızla aynı renkte de ondan görmedim. Şöyle tatlı bir kahverengi.
Kahve-rengi demişken…
– Saçlarım siyah.
– … Doğru, evet, şöyle kuzguni bir siyah.
Biliyor musunuz başka ne böyle güzel bir siyah renkte?
– Şemsiyem. Simsiyah. Yalnız, kumaşı kalitesizmiş, vurulduğu yerde izi çıkıyor.
– Evet, o da öyle kuzguni bir siyah. Size iy’akşamlaaar.

– Afedersiniz, birşey sorcam.
– Buyrun, sorun.
– Bugün benim doğumgünüm de benle kahve içer misiniz diyecektim.
– … (güler). Pek sanmıyorum, teşekkürler.
– Ama bakın, benle bugün kahve içerseniz sonra sevgililer gününde yalnız kalmazsınız.
– Sevgililer gününde yalnız değilim ki.
– (çekinerek) Sevgilinizle misiniz?
– Hayır, arkadaşlarıma sözüm var.
– Ama o olmaz. O arkadaşlar günü değil ki, sevgililer günü.
– Bu sizi pek ilgilendirmez sanırım.
– Sanırım.

– Pardon, şey…
– Efendim?
– Birşey soracağım da. Benim bugün doğumgünüm. Benle bir kahve içer misiniz?
– … (güler). Her kıza aynı şeyi mi yapıyorsunuz?
– Yok, siz teksiniz ve ilksiniz. Daha doğrusu, ilksiniz ve teksiniz. Daha önce hiçbir kıza kahve teklif etmedim. Hatta kimseye etmedim. Kendime bile sormadım.
– Ben demin sizi gördüm. İleride bir sarışınla. Hatta birşey satıyorsunuz diye düşünmüştüm. İşte, Atatürk kartı gibi şeyler.
– Yalan, sarışınlara sormuyorum bir kere. … (düşünür). Yanlış birşey dedim galiba.
– … (güler). Evet, yemi yutmak deniyor buna. Pek hoş oldu.
– Ama siz gerçekten özelsiniz. Sadece henüz ben bunu bilmiyorum.
– Öyleyim ama üzgünüm, serserilerle çıkmam. (kalkar).
– Ama hem romantiğim hem serseri. (mırıldanır) Serseriyim ah serseri, okur yazar ve sevimli…

– Pardon, bir koku alıyor musunuz siz de?
– Nasıl, ne kokusu?
– Bir koku var etrafta, di mi?
– Nasıl bir şey, çöp gibi mi?
– Hayır, nasıl desem… Denizden meltemle gelen şöyle hafif bi’… (usulca) aşk kokusu. İnsanı çağırıyor sanki.
– Benim burnum tıkalı. Ağır bir gribim var da. Sürekli aksırıp tıksıyorum. Hatta şirkette herkese bulaştırdım. Ayy, ıppşiii. Pardon.
– Öyle mi, ben uzaklaşiim.

– Merhabalar.
– Merhaba.
– Nasılsınız?
– İyiyim, siz nasılsınız?
– Ben açıkçası bugün çok zorlanıyorum. Bende paraskavedekatriafobya var da.
– Paraskafe ne? O nedir?
– Hiç duymadınız mı? 13’ü Cuma korkusu.
– Öyle birşey mi var? 13’ü Cuma’ya gelince kötü mü oluyor?
– Kötülüğünden değil, fobi işte. Karanlıktan veya köpekten korkmak gibi. Düşünemiyorsunuz bile üstüne. Eliniz, ayağınız dolaşıyor, boğazınız kuruyor, beyniniz duruyor.
– Kötüymüş.
– Evet, çok. Bana, rica etsem, eve kadar eşlik eder misiniz? Hatta yolda bir yerde de mola verir, birşey içeriz. Yoksa eve kadar gidemem birden.
– Salak şey.
– (arkasından) Ne yani, doğumgünüm desem gelecek miydiniz?

h1

Türk televizyonlarının en sevimli kızı

7 Aralık, 2008

Biz onu, beleş binmek istediği otobüse usulca süzülüp sonra hostes gelirken yanıboşlar arasında gördüğü en canayakın oğlanın omzuna başını koyup uyku numarası yaparken tanıdık.
Ev niyetine yeni sitelerin örnek dairelerinde yatardı. Veya sandallarda. Veya kötü pansiyonlarda. İş niyetine marketlerde tattırıcılık yapardı. Veya vapurda kötü şarkı söyleyicilik. Ailesi yoktu görüntüde. Ve hiç arkadaşı. Sürterdi orada burada. Tattırdıklarını tadarak karnını doyururdu. Kazandıklarıyla marketten erzak alıp gecekondu mahallesinde kapı önlerine bırakırdı torba torba. İki düşü vardı. Gelinlik giymek ve ambulansa binmek. Çocuksu.

img_0926-222

5 bölümün sonunda hayata veda etti. Olması gereken de buydu zaten. O kız, öyle bir kız yok. Yok işte. Zaten hiç olmadı. O, sadece beyazperdede varolan bir imajdır. Hep derim yönetmenlerin yalan söylediğini. Bir keresinde oradaki bir film çıkışında hoplayıp zıplayan, sevgilisinin boynuna sarılan öyle bir kızın Türk çıktığını yazdığımda biri “gel bak, burada çok var o kızlardan” demişti. Ne uydurukçuluk. Yok işte, hiçbir yerde.

Bu yalan, kafalara sokulan bu yanlış beklentiler hayatımızı çaldı be! Leslie Caron, Shirley McLaine, Audrey Hepburn, Jean Seberg, Juliette Binoche, Audrey Tatou, şimdi de bu. Olmayan bir türün imgelerini masum beyinimize kazıyıp gerçekleşmeyecek hayaller kurmamıza neden olan herkes. Hesap vermeli. Tüm senaristleri ve tüm yönetmenleri asarak başlamalı işe. Bunu gören kimse de yönetmenliğe soyunmaz nasılsa. Sinemanın olmaması bizi özgürleştirir. Sonra tüm kadın ırkına gelir sıra. Hesapçılıklarından, ve perdedeki o türlerdenmiş gibi yapıp hiç de olmamalarından ötürü onlar da asılır. Sonuncusunu asmadan önce aldığımız kök hücrelerin, kromozomların filan çare etmediğini anlayınca neslimizin sonunu bekleriz.

Deli gibi sevimli bir kızdan Children of Men’e doğru evrilmiş olabilir bu yazı. Ama o filmde bile ciddi bir ümit vardır. Belki de başka bir dünyada yaşıyordur bu kızlar. Onları resimlere ve filmlere sokanlar da bizzat kendileridir. Ve dünya üzerindeki kendilerine benzemez benzerlerinden -kötü kopyalardan- kurtulduğumuzu görünce dönüverirler aramıza. (Çünkü zamanında kötü bir tür bu dünyanın gerçek dişi ırkını başka bir gezegene yollamış, yerlerine kötü kopyalarını bırakmıştır. Yaaa…)

[Bu da Ada’nın kanlı canlı hali. Henüz hala varken.]

h1

Alice Yeraltında

24 Ekim, 2008

Tam dönmek üzereyken kırmızı halının önünde gördüğümde nereden tanıyorum dediğim, şimdiyse neden tanışmadım diye yandığım bu kızın resmi ben bi gün tam evlenmek üzereyken tekrar karşıma çıkacak, sonra bulmadan evlenemem deyip herhalde o sıralarda gökten düşecek kankamla antalya otellerini dolaşıp eski kayıtlarından adını bulmaya çalışacağız, sonra 10 günlük kalırsanız belki diyen resepsiyoniste para yedirdikten sonra görebildiğimiz eski kayıtlar yarı silinmiş olacak, sonra hep beraber gittiğimiz istanbul nüfus müdürlüğünün tozlu dosyaları arasında adresini bulacağız, ama o ingiltere’ye taşınmış olacak, atlayıp ingiltere’ye gideceğiz, ama binbir talihsizlik-karşılamama sonrası gerçekten de tüm macera tatlı mı bitecek?

Peki bu süre boyunca o benim aklımdan geçecek de ben onun aklından geçecek miyim? Veya onun beni pek farketmemesi gibi benim de çekildiğini bile bilmediğim resimlerime bakan birileri olabilir mi?

h1

geç kalmış intikam bozulmuş bir yemektir

9 Ağustos, 2008

Çok yıllar önceydi. Pek bir hayranı olduğum minik kız yakınımızdaki şık şehre gelecekti. Biletlerin ne zaman çıkacağını filan takip ettim. Ama 50 bin lire verip vermemeye tam karar veremedim. Öyle çok para da değil, 25 dolar filan ediyordu. Ama o zamanlar kıçıkırık paralara yaşıyorduk zaten. Zaten kısa süre sonra da tükenmişti biletler.

Konser akşamı yine de gittim eski tiyatronun önüne, bir ümitle. Cerco un biglietto diye bir kartonla. Benim gibi 10-20 kişi vardı. Bulacağımızı düşünüyorduk. Ama konser başladı, pek satan olmadı. Ancak bir kişinin bulduğunu hatırlıyorum. Salona alırlar dedik, boş yer olur, ek sandalye koyarlar, vs., ama pek oralı olmadılar. Bari konser sonlarında kapıları açarlar dedik, soğuktu, bekledik, almadı kapıdaki izbandutlar. Sanki hafif bir yağmur da vardı, çok üşümüştüm. Ama topu topu 1 saatti konser. Yuh desem de kızın zaten 2. albümü çıkmıştı daha, herhalde şarkısı yok demiştim. Eve dönmek yerine bir tür film festivali vardı, Fransız filmleri olabilir. Sonradan neresi olduğunu çıkartamadığım bir yerde bir filme girdim geç saatte. Filmi de hatırlamıyorum. Zaten sonrasında da hasta olmuştum.

Kızcağız İstanbul’a da gelmişti sonrasında, ama gidemedim. Aradan geçen yıllarda -sinemalar dışıbnda- bir daha bulunduğum şehre gelmedi.

Yakınlarda aşık olduğum kızlar listesi yapmak vardı aklımda. En başta yine o olacaktı.

Bu gelişinde sevgili lizzle ile gidecektik. O yüzden daha bir anlamlanmıştı. Birsürü nasıl alalım konuşmasından sonra pek kolayca alındı, bastırıldı biletler. İstanbul bir türlü içimden gelmese de bu yüzden gittim. Yılların intikamı da alınacaktı böylece.

Ama bilindik hikaye tekrarlandı oldu. Kara büyü, lanet, nazar, ya da bize ne. Liz gelemedi. Herşeyin anlamı azaldı. Gitmesem mi dedim ama niye olmasın… Kuruçeşme pek de sevimli bir yer değildi bu konser için. Kızcağızın ince tınılarının büyük bir sahneye uygun olacağına, bir arenaya hitap edebileceğine pek emin değildim. Soğuk başladı. Öyle de devam etti. Sindiremeden. Zaten sahneyi görmek de kolay diildi, önüne gelen 15-20 kişinin birden sırık gibi olmama olasılığı sıfıra yakındı. Ses düzeni başarısızdı. Işıklar daha da kötüydü, şarkıcının karanlıkta kaldığını ilk defa gördüm.

1 saat oldu. Her zamanki meğsi’lerinden deyip gitti. O kadarmış. Buna bis için çağrı bile yapılmaz, insaf diye düşündüm. Döndü, Debut’tan bir şarkı hafif gönlümü alır gibi oldu. Sonra da bundan sonra eve gideceğiz diyerek başladığı, eğlenceli ve kağıtların uçuştuğu (aynı şeyi biz lise1’de yapınca sınıfçak cezalandırılmıştık) declare independence. Etti 1 saat 10 dakika. Yıllarca gelmediğin, o kadar bekleyeninin olduğu, pahalı biletler yaptığın bir yerde ayıp bence. Hatta fiasco. Kızı hala çok seviyorum ama demek konser veremiyor işte.

h1

kuzenlerim

4 Mart, 2008

Arada bir, nadiren filan değil, gayet sık sık kuzenlerim diye inliyorum. Kuzenlerim.. Kuzenlerim.. Kendi kuzenlerim filan değil canım, ne alakası var. Herhangi bir gündüz trt1 seyretmişseniz mutlaka biliyor olmanız lazım neyden bahsettiğimi. İstanbul’da, aynı evde yaşayan 3 kuzen kız (iyi kuzen Sevinç Erbulak, gıcık kuzen Süper Baba’daki ablası ve şaşkın sevimli kuzen Şeref) bir yakın arkadaşları (Çiçek Dilligil-belli ki annelerinden dolayı küçüklükten arkadaşlar Sevinç Erbulak’la) ve sevgilileri.

Süper boş ve süper bağımlılık yapan birşey. Kaç tatil günü dışarı çıkmak üzereyken, dişçiye geç kalırken, havanın güzelliği çağırırken oturup seyretmişimdir. Bazen de gündüz değil ama gecenin bir yarısında tekrarını.

Zaten hangi tatilde dönsem o olurdu. Her seferinde başka bir sezonun başka bir yerinde, sonra tekrar başa dönmüş olarak. Bir geldiğimde gıcık, kimseyi beğenmeyen kuzen bir sevgili bulmuştur, bir sonra geldiğimde evlenirler. Bir sonrakinde artık onlar diziden ayrılmıştır. Veya karşı dairelerinde konservatuarda okuyan bir kız kalmaktadır -ki bunların tombul arkadaşıyla beraber olur-, sonra o kız ortadan kaybolur, orası gıcık kuzenin evleninceki evi olur, bir sonrakinde hepsi kaybolur, ama üst kata garip ve diziye pek uymayan gençler taşınır.

O yüzden olmalı, bazen bombardıman gibi aklıma geliyor, kontrol edilemez bir şekilde. Bizimkiler gibi 20 yıl durmadan oynasın istiyorum. O kadar boş, fazlasıyla hafif, tasasız bir dünya isteği belki de.

Tabi, iki tane bile seyretseniz vücudunuza bağımlılık maddeleri yerleştiğinden normalde sinir olacağınız birçok şeyi görmezden geliyorsunuz. İlk dikkat çeken, 4 çift de birbirlerine sürekli aşkım diye hitap eder. Birgün uyanıp yanımda bana her cümlede aşkım diyen bir sevgili bulma olasılığı, ajanken birgün uyanıp kendimi kurtulması imkansız görünen, truman şov’umsu bir adada bulma olasılığı ile aynı be! (eski the prisoner dizisinin konusu).

Sonra 4 kızın da hemen kendilerini seven oğlanlar bulup sevmeleri bir dizi için bile fazla. Bu çiftler arasında da hiç kültür, gelir farkı yaşanmaz, kimse sevgisini sorgulamaz filan. Hepsi adım adım evliliğe gider. Sonra kimse parasızlık çekmez. Çiçekçi, kafe filan işletirler, işler hep yeterince iyidir. Ve ucuzcu bir dizi olduğundan dış çekim apartman önü dışında yok gibidir. Herşey bir salonda geçer, arada bir de çiçekçi ve okul kantini çekimleri olur.

Ama düşünürseniz en garip şey, bu 4 çift de ne öpüşür ne başka birşey yapar. Sadece aşkım derler. Oğlanlar kızların evinde kalmak ister geceleri ama kaldıklarında salonda çayla börek kek yerler. Kızlar istemez kalmalarını ama durum öyle gerektirirse sabah salonda onları kaldın ama şımarma diye uyandırır. Trt tipi, hatta dünyalı olamayacak kadar soğuk hareketler.

Kuzenlerim’i inlediğimi farkettiğim zamandan beri yazacağım da şu sahneyi izleyince kaçınılmaz oldu. Bu gençler sahici, kanlı canlı. Sevince öpmek filan istiyorlar. Aralarında öyle sorunlar bile çıkıyor.

(Bir de benim yıllardır tüm aradığım böyle “eğer amerika’dan dönmezsen o suya atlarım, amerika’ya kadar yüzerim, seni bulurum, annenden emdiğin sütü de burnundan getiririm” diyecek biri değil mi, sevgili blog?)

h1

[geleneksel yılbaşı yazısı]: İyi de biz Ebru’yla hiç buluşmadık ki

2 Ocak, 2008

Bir gelenek yaratmak için bir yıl uzun süre. Hele blog gibi kısa sürede herşeyin değiştiği bir mecrada. Ama geçen yılki hikayeyi hatırlamak iyi gelmişti. O yüzden.. buyrun:

Eski İst. film festivali katalogları var evde. Birinin arkasında ‘Ebru’ ve altında üç telefon numarası yazıyor. Garip ama numaralardan birini hatırlıyorum. Oysa çok yıllar öncesinden geliyor o üç numara.

İstiklal’de, film festivalindeki bir filmden çıkıp yürüyordum. Filmi de hatırladım, sevgili Truffaut’nun Yeşil Oda’sı. Çok hoş bir havası olan, uzun etekli bir kız gördüm. Caddeden yan bir sokağa saptı. Tarlabaşı’na doğru. Ben de peşinden gittim. Demek o zamanlardan geliyor bu huyum.

Bir yere sapmadı, bir yerde durmadı, Tarlabaşı Bulvarı’na kadar geldi. Kırmızı ışıkta durdu karşıya geçmek için. Ben de yanına gittim ve “afedersiniz, bir filmde oynar mısınız” dedim. Sonra da yanlış anlamayın, böyle böyle diye açıkladım. O sırada Ankara’dan geldiğimi de söylemiştim sanırım ki pek film konusu olmadı, benim festival için oraya gelmiş olmamdan bahsettik. Çok ilginç buldu bunu. Neler seyrettiğimi, nelere gideceğimi sordu sanırım. Yeşil Oda’dan bahsettim biraz. Elince festival kitapçığı vardı. O yıl kitapçık çıktıktan az süre sonra tükenmişti (ah, eski festivaller). O da benimkini al dedi. O bir arkadaşından alırmış. Üzerinde işaretlerin var dedim. Yok, hatırlarım dedi. Gideceği bazı filmlerin adı geçmiş miydi emin değilim, ya da gerek kalmadı. Karşılardaki (geçen yıl kapatıldığına üzüldüğüm) İstanbul Sanat Merkezi’nde bir dans kursuna gidiyordu, belki görüşürüz demiş olmalıyız.

Sonraki günlerde neye gidecek diye işaretli filmlere baktım. Ama gidebileceğinden fazlaydı. Benim gittiklerimle çakışan filmlerde salonlara, girerken içeridekilere, bitişinde çıkanlara baktım, gitmediğim bir ikisinin de giriş, çıkışlarına dikkat ettim ama göremedim 1-2 gün.

En çok yıldız verdiği filmlerden biri de İnek (veya Öküz) diye birşeydi. O gün Celluloid Closet gibi bir ismi olan bir filme gittim, Hollyw. filmlerindeki gizli eşcinsel imalar ve aktörlerle ilgili bir belgesel. O bittiğinde aynı sinemadaki (herhalde Fitaş) İnek (veya Öküz)’ün arasıydı, ona girdim. Yarım anlasam da çok hoş filmdi gerçekten. Bittiğinde büyük merakla baktım. Orada olacağına emindim, o doğru filmi seçen biri olarak o salonda olduğuna. Buna bir türlü emin olamıyorum ama galiba buldum o gün. Fazla kalmamış olmalı birşey hatırlamadığıma göre, herhalde sonraki gün Glenn Gould Hakkında 32 Kısa Film’e gideceğini söylemiştir.

Sonraki gün 7 seansındaki Glenn Gould benim de dikkatimi çekmişti. Gördüm içeride. Konuştuk. Ama benim yerim önlerdeydi, yanlarım bomboştu ama gelmedi. Hıck. Arada konuştuk yine ve bu sefer ben onun yanına oturdum sanırım, eşyaları önde bırakıp. 32 Kısa Film harikaydı bu arada. Çıkışta ona, o gün filme gelmeden festival merkezinden yürüttüğüm kataloglardan ikisini verdim, o seçti daha doğrusu. Bende kalanlardan birinin arkasına da telefonlarını yazdı. İkisini de bir arkadaşıma verdim, arkasında numara yazmayanlardan tabi.

O gece, ancak başka bir hikayede anlatabileceğim absürd bir şekilde gözümün altı yarıldı. Acil, vs. İki gün evde oturmam gerekiyordu. Zaten oturup festival yüzünden ektiğim ve dönünce makeup alacağım differential sınavına çalışmam gerekiyordu. -Diff almadıysanız nasıl bir bela olduğunu bilmezsiniz. Ne ocaklar söndürmüştür o-. Bir yandan da telefon bekledim. Arasın da olanları anlatayım. Yaralıyım ben.

Ne gün buluşacağımız belliydi, o 2 günün hemen sonrası, da ayrıntılar için konuşacaktık. Sonunda aradı, “afedersin, görüşemeyeceğiz. küs olduğum yakın bir arkadaşım vardı, onunla buluşacağız. biliyorsun, seninle o kadar yakın değiliz” dedi. Bir çizgi filmde olsaydık, içimden kalbimi alır, ekranın yukarısına çıkartıp parçalar, sonra parçaların hızla aşağı düşüşünü gösterebilirlerdi. Evinde kaldığım arkadaşım da safha safha takip etti, bu gizemli, hatta varlığı bile gizemli kızla olanları.

Ebru’yla o yıl öyle bitti. Sonraki yıllarda da benzeri hikayelerle devam etti.

h1

bir aşk filmine ortasından başlamak

25 Aralık, 2007

Valeria (ne güzel ismi var, malaria’ya fazla benzese de) çok çekingen, durgun, genç ve çok güzel bir yüzü var. Birkaç yıl önce kaybettiği -herhalde ünlü- kocasının hayatını yazan Flavia’ya asistanlık yapıyor. Flavia’nın da ismi güzel, ama kendi çok soğuk. Çok ciddi. Massimo Flavia’nın sevgilisi ve ben açtığımda doğumgününde onu arkadaşlarıyla yemeğe götürmek için eve geliyor. Flavia, Massimo’nun getirdiği çiçeği “özür dilemek için sana getirmiş” diyerek o sırada hala çalışan Valeria’ya veriyor. Birara yalnız kaldıklarında “aslında seni anlıyorum” diyor Massimo, “Ben de çekingenim. Pek kendimi anlatmam. Anlayacak biri olmadıkça. O zaman insan kendine bile anlatmadığı şeyleri anlatıyor. “Hiç başınıza geldi mi?” diye soruyor Valeria. Hayır diyor Massimo. O sırada içeriden Flavia geliyor, çıkıyorlar. Ne konuştuklarını Geldiklerinde Valeria işi bitirmiş ve orada uyuyakalmış. Üzerini örtüyorlar.
Sabah kalktığında iki kadını da çıkmış buluyor Massimo. Ekrandan Flavia’nın yazdırdıklarını okuyor kocası hakkında.

img_0545.jpg
Birkaç gün sonra bir arkadaşlarının düğünü için 2-3 günlüğüne Viterbo’ya gideceklerini söylüyor Flavia, Valeria’ya. Düğün sırasında Valeria da orada, uzaktan onları seyrediyor. Bir sabah pencereden bakarken Valeria’yı görür gibi oluyor Massimo.
Bu sırada bir ev arıyor Massimo. Flavia ile beraber taşınmak istiyor. Böyle iyiyim ben diyor Flavia. İlişkileri yavaş yavaş çözülüyor.
Flavia biraz üsteliyor. Konsere götürmek için evine geliyor Massimo’nun şık şık. Massimo meşgulüm diyor. Valeria’yı arıyor Flavia, biz konsere gidiyoruz Massimo’yla, sen de gel diyor. Numarasını çekiyor. Gidiyorlar, ama Valeria görünmüyor. Massimo konsere girmek istemezken Flavia’nın ısrarıyla giriyorlar.

img_0596-2.jpg
Flavia’nın evinin karşısındaki barda bekliyor Massimo. Binadan Valeria çıkıyor. Hemen az ilerideki otobüs durağına geliyor. Seyrediyor Massimo. Otobüs geliyor. Otobüs gidiyor, Valeria hala orada. Karşıya geçiyor, bara girip sakız alıyor. Dönerken sesleniyor Massimo. Şaşırıyor Valeria. Oturuyor. Çalışmanızın bitmesini bekliyordum, 3-7 arası çalışıyorsunuz diyor Massimo. Saat 7:30 diyor Valeria. Fazla mesai yapmışsınız diyor Massimo. Bugün bir değişiklik vardı, senin telefonun yoktu. Neden aramadın diyor Valeria. Massimo ne diyor hatırlamıyorum. Gitmeliyim deyip kalkıyor Valeria, Massimo da onunla kalkıyor.

img_0600-2.jpg
Durakta Valeria’nın nerede oturduğunu konuşuyorlar. Ev aradığını anlatıyor Massimo. Daha önce Torino’da oturduğunu, şehri sevmese de orada iyi hissettiğini söylüyor. Başka birşey diyemeden otobüs geliyor, Valeria hemen biniyor önden. Otobüs hareket etmek üzereyken Massimo da atlayıp biniyor orta kapıdan. Bazen nereye gittiğini bilmemek iyi birşey, diyor, bu otobüs nasılsa beni bir yere götürür. Oturuyorlar. Biz Flavia ile ayrıldık diyor. Belki geçici birşeydir diyor Valeria. Hayır, bunun böyle olacağını biliyorduk diyor Massimo. Sonra da bugün beklediğim sendin, diyor. Birkaç gündür bekliyorum ama cesaret edemedim. Bugün bir an önce o otobüse binmeni istemiştim. Niye böyle yaptığımı bilmiyorum. O anda kız kaçar gibi iniyor otobüsten. Adam da peşinden geliyor.
– Valeria, bekle, seni kırdıysam bunları duymamışsın varsay. Bu saçma biliyorum. Beni tanımıyorsun ama inan bana…
O anda Valeri birden başını adamın göğsüne kapatıp ağlamaya başlıyor. Çok çirkin o sırada ama hep beklediğimiz sahne o değil mi.. Adam sarılıyor kıza. Hayır bakma, yalvarırım, diyor. 1-2 dk. sonra kaldırıyor başını. Başka birşey söyleme lütfen, ne cevap vereceğimi bilemem, diyor, ve gidiyor. Sonrasında metro girişindeki merdivenlerde yağmur altında oturduğunu görüyoruz.

img_0602.jpg
Sonraki gün saat 3’e doğru Massimo bara gelip sabırsızlıkla bekliyor. Valeria da o barda, köşede oturuyor. Bar, onların deyimiyle bar, aslında kafe diyelim. Ama köşede kalıyor Valeria, onu seyrediyor. Bir süre herhalde kızı bekleyip binaya giriyor Massimo. İçeride Flavia Valeria’yı bekliyor ama kız gelmiyor. Kapının altından atılmış bir zarf buluyor. Valeria “bunu ona da anlatabilirdim ama sanırım sen anlayabilirsin” diyor. “Torino’ya dönüyorum, Massimo’nun da geldiği yere. İkinizin arasına girmeye çalıştım ama bu sırada kendi hayatım kalmadı. Suyun içinde yüzüyorum, ne dibe çökebiliyorum ne yüzeye çıkabiliyorum”.
Massimo kapıyı çalıp oradaki bir takım elbisesini istiyor. Valeria’nın çalıştığı odaya bakıyor, yok, soruyor. Bir süre ara verdim kitaba, başka bir iş buldu sanırım diyor Flavia. Hiçbir zaman iyi yalan söyleyemezsin diyor Massimo. Kapının önünde çok ‘bitmiş’ bir şekilde ayrılıyorlar.
Son sahnede Valeria trende gidiyor, burnu kırmızı.

img_0621.jpg
Filmin 3-4 saat sonraki tekrarında biraz evvel seyretmediğim ama gazete özetinde okuduğum kısmı seyrediyorum. Valeria, odasının penceresinden Massimo’yu seyrediyor düzenli. Birgün evin önünde hasta kedisini götürmek için taksi bulmasını sağlıyor. Bir konferanstaki sunumu için mütercim tercümanlık yapıyor, hep uzaktan, tanışmadan. “Bildiğimiz depresyon ile öznel mutsuzluk’u ayıredebilmeliyiz” diyor Massimo konferansta.
Birsüre sonra karşı evin pencereleri kapanıyor ve öyle kalıyor. Roma’ya gittiğini öğrenince birsüre sonra kendisini tren istansyonunda buluyor ve peşinden Roma’ya gidiyor.Valeria’nın hayatına girmek için o kadar uğraştığı adam kendisine aşık olunca çekip gitmesi çok ilginçti. Ama benim çok iyi anlayabilmem gerek onu. Bir insanın yapması gereken en önemli şey, kendi hayatını yaşamaktır.

h1

sittin’ on the dark side of the bay

13 Aralık, 2007

Ω Radikal’de bugün günün sözü: “Yanlışlıklar denizine gömüldüğü halde, umutla bekleyebilen insan ne talihlidir. Goethe.” Genel olarak şanslı biri olduğumun farkındayım.

Sevgi fiziksel birşey değildir. Hiç görmeden de sevilir. Bazen küçük bir an için binlerce mil gidilir.

© Dün gece 1’de telefon çaldı. Ondan az sonra seyredeceğim Coupling’de Jeff kapı çalınca evde ne ötüyor diye aranıyordu. Bir an öyle oldum. A, bu şey ötüyormuş da. Hem de 1’de. Annem, abinin doğumgününü unutma diyor. Annelik böyle birşey işte. Kendi hatırlaman yetmiyor.

≈ Uyumadan önce durduk yerde aklıma sittin’ on the dock of the bay geldi. Yıllar önce bir gün, daha önce Roma’dan dönerken tanıştığım İranlı-Amerikalı bir oğlan, İtalyan sevgilisi ve Amerikalı arkadaşıyla içmeye gitmiştik. İlkinin sevgilisinin doğumgünüydü. Küçük kasabalarındaki barda çalan gruptan şarkılar istiyorduk. Bu şarkıyı söyledi Amerikalı oğlan, ben de sesimizi duyurmak için tekrarlarken hatalı söyledim. Tam hatırlamıyorum, ama komik olmuştu, alay ettiler. Zaten öyle hayal meyal bildiğim birşeydi. Hatta ondan sonra uzun yıllar da sittin’ on the dark side of the bay diye biliyordum. Dün gece de oradan aklıma geldi. Körfezin karanlık yerinde durduğunda en ışıltılı yüzünü görebilirsin.
Bu kadar bilgece değilmiş belki şarkı ama pastoral, hikayesiyse trajik. Otis Redding şarkıyı kaydettikten 3 gün sonra uçak kazasında ölüyor. Şarkı ölümünden sonra çıkıyor ve soul müziğin başyapıtı oluyor. San Fran. körfezinde bir tekne evde yaşarken yazmış. Bu videoyu da tam evinin olduğu yerlerde çekmişler.

Neyse, ne diycem, bazen karanlıkta kalsanız bile ışıltılı bir gelecek kurmak (kafada ve gerçekte) o kadar da zor diildir. (Goethe tam bunu dememişti, biliyorum ama..). skör sana söylüyom, ben de bi zahmet kendime anlayayım.