Archive for the ‘tam.buesnada’ Category

h1

Cıngar sınırı

2 Eylül, 2015

– Gece 1 filan, otele giderken Sıraselviler’de su alayım dedim. Karşı kaldırıma geçerken, büfenin önünde tombul ve pek birşey giymemiş yabancı bir kadın taksiye binecek ama bir adamla konuşuyor, bir türlü binemiyor filan, birşeyler dönüyor. Suyu aldım, büfeciye para verirken çok ac’ayip çok ac’ayip dedim yarı kendi kendime. Bunun üzerine adam içinde “pis pis pis” geçen ifadelerle 5 dk. İstanbul’un ne rezilleştiğinden bahsetti.

Konuştuğum tüm İst.lular şehirden nefret ediyor.

Anlamak da zor değil. İstanbul Arabistan olmuş. Bu, herkesi farklı bir şekilde rahatsız ediyor. Benim peçeli görmekten gözlerim karardı. Nasıl Avrupalı-Amerikalı turistler ülkeyi etkilediyse bu bol peçeli turist güruhu da etkileyecek kesin.

Özellikle Zara’lar peçeli dolu. Peçe takan biri Zara’da ne bakıyor diye düşününce -evde giymek için- erkek fantezisiyle tanışıyorsun. Başka herkese tam anlamıyla kapanan o peçenin senin açılması bile başlı başına gittikçe daha çok kişiye çekici ve doğru gelecek.

– Sadece peçe değil, tesettür çeşitleri defilesi gibi olmuş şehir.
Gördüğüm en ilginç görüntülerden biri, gece 11 civarı metroya binen iki liseli civarı kızdı. Birisi eşofmanımsı spor giysiler giyen, sevimli erkek çocuğu tipinde kısa saçlı bir kızdı, diğeri de spor ayakkabıların üstüne çarşaf giyen, peçesi burnun altından geçen kızdı. Sanki spordan geliyorlardı. Nasılını bilmiyorum.

– Çukurcuma’dan Galatasaray’a çıkarken ara sokaklardan birinde mahallenin erkekleri yanyana tek sıra dizilmiş. Polis var, bir olay olmuş.
Birgün sonra yolun kenarında yine polis, iki kadın adamlara çığlık çığlığa bağırıyor. Cıngar sınırında yaşıyor tüm şehir.

– Birkaç yıl önce “İstanbulluların amacı bir noktadan bir diğerine ulaşmak” demiştim (hem de 2 kere demişim, diğeri de bu). Evden işine veya işten evine giden o gün amacına ulaşmış gibi hissediyor olmalı. Değişiklik yok, muhtemelen daha beter. Artık çok daha fazla hat var. Gece Bakırköy’den Taksim’e giderken son Yenikapı-Taksim metrosunu yakalar mıyım diye sordum, bitermiş. Hemen kenardan 5’e yakın öneri geldi. Her durakta birşeye bağlantı var. Devletin tüm imkanları İst belediyenin önüne serilmiş, ne isterlerse yapmışlar. Ulaşım dairesi başkanına sorsak şehirde kaç çeşit ulaşım aracının kullanıldığını bilmez. Herhalde tek telesiyej yok.

Şehiriçi ulaşıma eklektik demek bile yetmez. Amaçları bu değildir, sadece anormal plansızlığın sonucu ama sonuçta işlerine de geliyor: her aktarmada para alıyorlar. Taksim’den Levent’e 5 durak 4 lira, Levent’ten 1 durak Nisbetiye (Monopol’de Nispetiye’dir bu, zaten Nisbetiye demeye çalışın, zor dersiniz, miss betty gibi birşey oluyor), bir 4 lira daha. Dönüşle beraber 16 lira. Benim gibi 3-5 günde birşey değil, ama sürekli bunları verenler, hatta 2 değil, hergün 3-4 vasıta kullananlar nasıl kabulleniyor? Tam koyunuz.
(4 lira jetonla, İstanbul kartla 3 lira filan olsa gerek, ama bu yüzden de bu kartı gözden ırak tutmaya çalışıyorlar, ara ki bulasın).

– İst.lu kızlar iddialı ve güzel giyiniyor gibi geldi bu sefer bana. Nedeni de basit: rekabet çok.

– Dönüşte Havataş’a binecektim. Belediyenin havaalanı yolcusunun parasını cebe indirme şirketi. Otelde taksi çağıracak kimse yoktu, bekledim. Geldiler, rica edip çıktım. Daracık sokağı bir camcı kamyoneti tıkamış. Onun ilerisine geçtim, ama hala gelip giden yok. 10-15 dk sonra geldi, kısacık yol da uzun sürdü ve 3:30 otobüsü kaçtı. Normalde 4’ün de yetmesi gerek. 45 dk.da gelmiştim ve uçak 5:30’ta. Ama sordum, trafik tıkalı, 1:10-1:30 sürer dediler. Yani 5:10-5:30’ta varacak. Diğer alternatif hemen metroya gidip bir bağlantıyla zamanında varmak. Ne yaparsınız siz olsanız? Ben istifimi bozmak istemedim. Metroya koşturmak, oradan oraya çanta sürüklemek çok zor geldi. Yorgundum, hem sürekli rötar oluyor İst.’da. Bu da stresli oldu tabi.
5:03’te vardık, 5:06’da check-in’deydim. Kapandı dedi kız. Sonra ileri bağırıp sordu ve aldı.

h1

kaderden başka sargı yok

12 Mayıs, 2015

Sık sık yazdığım gibi bizde nazara inanılır. Geçen gün üçlendi-dörtlendi-beşlendi (hangisiydi?) dedikleri türden bir gün yaşamıştık. Elektriklerin kesildiği o meşum Salı’nın bir gün öncesiydi. Birkaç saçma şey olmuştu. Önce buzlukta unuttuğum soda patlayıp camları saçılınca oradaki birçok yiyecek çöpe gitti. Sonra birkaç düşürme-kırma-saçma daha yaşandı ve dışarı çıktım. Otoparktan çıktıktan 50 mt sonra yolun benim tarafımdaki bir bisikletli dönüp baktı. Yakınlaşırken bir daha dönüp baktı. Allah Allah, niye bakıyor ki, yanında geçecek yer var çünkü. Geçerken farkettim, polismiş. Aynı esnada kemeri de taktım. Normalde otoparkta takarken biraz ihmal. Yoksa o yüzden mi? Aynadan baktım, bir kalem ve defter çıkardı, plakaya doğru baktı ve yazmaya başladı. İnip ama taktım bakın desem mi? O 50 metrede polise rastlayıp ceza yediğime inanamadım bir süre. Ki hiç bisikletli polis görmemiştim burada. Aslında hiç trafik polisi görmedim desem yeri, hiç durdurulup belge sorulmadım mesela.

[O ceza gelmedi sonra. Yazdığına emindim, sistemin içinde bir yerlerde kayboldu sanki.]

Eve girerken ne çok aksilik oldu diye sayıyordum. O anda elimdeki gözlüğüm yere de değil, alt kata düştü. Neyse ki kılıfındaydı.

Neyse, o günki olaylar bir ‘göz’e bağlandı. Bugüne geldik. Önce dolaptan birşey alırken arkadaki bir saklama kabı yere uçtu, her yer cam oldu. Normal, olabilir. Ama fena olay gece yaşandı. Annem 1-2 gün içinde gideceği bir taziye ziyareti için brownie yapmıştı. Zorla uğraştı da onun için. Dolapta geniş bir borcamda duruyordu. Gece yarım dilim yedim. Yerine koydum. Kapak tam kapanmayınca biraz ittirdim, ama çok dengesinin bozulduğunu, yamulduğunu sanmıyorum. 1-2 saat sonra tekrar açıp birşeyler aldım. Hemen değil, 2-3 sn sonra bu borcam da yere doğru uçtu. Ne kadar kötü hissettiğimi anlatamam. Ölmek istedim neredeyse. Bugün anneme verebileceğim en iyi hediye onu kırmamaktı, becermiş oldum.

Bütün kırmalar tabak-çanakların elimden düşmeden, sadece bulundukları yerden sıkılmasıyla olduğundan kafamda para çevirmeye karar vermişler. Bilemiyorum, onun yerine o parayla bana birşey alsalar daha dikkatli olurdum.

h1

Medikal vaziyet

30 Aralık, 2014

– 2 ay kadar önce bir doktorun yazdığı bir ilacı, yan etkisi çok diye hemen almamıştım. Bir gelişme olmayınca alayım dedim. Ama adamın bana yarım al dediği ilaç ikiye bölünemiyormuş. Eczacıya sordum, kapsülü kırıp içindekileri ikiye ayırsam, diye. Olmaz, yarıyı bulamazsınız, bir gün 3, bir gün 2 olur dedi. Yani gayet çok yazılan bir ilacı yazan dr (prof) ilacın bölünemediğini bilmiyor. Hatta eczacı “dr yaşlı mı” diye sordu. Orta yaşlı. O ilacın yıllar önce formu farklıymış, onu hatırlıyordur diye. Sonra doktorlara laf edince inanmıyorlar, daha ne diyeyim.

Ki bu adamlar o ilaç şirketleri tarafından düzenli ziyaret ediliyorlar, sürekli her türlü besleniyorlar. Gerçi hiç ihtiyaçları yok ya. Bir de iyi olmalı diye bu adama para vermiştim. Zaten bunun gibi dr.ların yaptıkları parayı hesaplayıp duruyorum:
(250-400 arası) x günde min 20 hasta (tüm günde 40-50’ye de rahat çıkıyorlardır) = zaten 1 günde iyi bir aylık maaş ediyor, bir de x 25 gün filan.

– Şimdiye dek en ‘beğendiğim’ ilaç B vitamini kompleksi oldu. Onu da geçenlerde bir doktor yazdı. Ama eczaneden onun yazdığını aldıktan sonra kompleks değil, sadece bazı B’ler olduğunu görmüştüm. Yani B1, 6 ve 12. Onlar da abartılı miktarlarda. Abartılının ne olduğunu da birkaç güvendiğim firmanın (Nature Made ve Nature’s Bounty) ürünleriyle karşılaştırıp anladım. Sonra ülkede satılan tüm B vitamini kompleksi ürünlerini ve içeriklerini çıkarıp bu ikisinin içerikleriyle karşılaştırdım. Bizdeki ürünlerin en az yarısı o abartılı oranlardaki ilacın aynısı. O da günlük hastalar için değil, ameliyat geçiren hastalara öncesi ve sonrasında vücut toparlasın diye verilmek üzere üretilmiş. Ve demek ki onlardan yazıp duruyorlar.

GNC ve Solgar’ın ürettikleri de sorunlu. Artık vitamin olarak kabul edilmeyen (bazı maddeleri vücudun ürettiği, yani vitamin olarak sayılamayacakları sonradan anlaşılınca önceden verilen B forma numaraları ellerinden alınıyor) maddelerden de gerekli gereksiz dolduruyorlar.

– 2 gündür ben niye bu B vit.ini 2-3 yıldır almıyorum diye düşünüyorum. Bahsi geçmişti çünkü bir yerde. Hatırladım, bir doktora alayım mı diye sormuştum, “B vit.i vücutta birikir” deyip almayın demişti. Oysa B12 dışında birikmiyor. Zaten O yüzden B12 dışında testini yaptıramıyorsun. Bu adamlara güvenip sözlerini dinliyoruz bir de. Akıl alır gibi değil.

– Zaten ‘şunu yeme, bunu yeme tipi doktorluktan’ iğrendiğimi her fırsatta söylüyorum. Geçen gün yine bir gazetede gördüm, kalbi korumak için yenmemesi gerekenler listesi yapmış bir dr; her türlü et-tüm süt ürünleri-yumurta-limon-portakal-domates diye gidiyor. Yani sağlıklı bir diyet neyi içeriyorsa çoğu. Zaten birine nasıl limon-portakal yeme dersin, C vitamini bağışıklık sistemi için hayati. Veya yoğurt-süt-peynir.

– Nedir sorununuz, sizi dinliyorum.
– Doktor bey, sebze-meyve yiyince dayanılmaz bir ağrı çekiyorum.
– O zaman siz de sebze-meyve yemeyin. Nasıl çözdüm ama, hahaha. Sıradaki!

Memorial check up

– Buna bugün bu yazıyı yazmayı düşünürken rastladım. Benzeri bir yerde check-up yaptırmıştım. Görünürde herşey iyi. Bir afet sizi alıp bölüm bölüm dolaştırıyor. Öncesinde doktoru görmeyecek miyim deyince garipsiyorlar, sonrasında görecektim ya. Tam bir üretim hattı gibi çalışıyor. Sonuçları 5 dk.lığına doktora gösteriyorsunuz. Orada da bir ‘fiyasko’ yaşadım: O doktora şuna da baktırayım mı demiştim, “gerek yok gerek yok” demişti. Yazık, bunu benim sesimden duyamıyorsunuz. Erdal İnönü taklidi gibi boğuk bir ses ve çabuk söyleyiş düşünün. Sonra o gerek yok dediği testi başka bir doktor istedi ve bende görülmemiş derecede düşük çıktı.

Aynı hastanede gittiğim bir başka doktor da beni görmeye gerçekten koşarak geldi, 3-5 dk baktı ve koşarak gitti. Yazdığı ilaçları alma salaklığını gösterdim. Sonra bir süre onları düzeltmekle uğraştım.

– Çok dr lafı ettim de 2-3 yıl önceye dek neredeyse hiç gitmezdim. Bahsettiklerim de genelde erteleyip durduğum, ‘artık sorumlu davranayım’ diye gidişler.

– Bu arada, bizde henüz yeterince keşfedildiğini sanmadığım bir vitamin-homeopatiden köşeyi dönme fırsatı oluştu. Hükümet ilaçları çok ucuzlattığından (belki o kadar yılda yaptıkları en/tek? iyi şey) eczanede ilaç olarak satılanlar çok ucuz. Ama internette veya yine eczanede homeopati olarak satılan (denetlenmeyen) benzerleri en az 10 katı. Bu durumda da şunun önü açık:

Eczaneden 2-3 liraya B vitamini al, ez, etkisiz tozlar da ekle, kapsüle doldur. Almanca gibi duran bir isim uydur: Neu Vita. Internette “hamilelere elzem, Almanya’nın en çok satan vitamini” diye 30 liraya sat.

b6

– Mahmut, ne yazayım bunun içeriğine?
– Ne bileyim oğlum, ölçerek mi koydum? Eczaneden aldıklarımızı kırdım, karıştırdım işte.
– Söyle birşey.
– Yaz. B1 50, B6 25, B2 50, B3 50, B6 demiş miydim, yaz 50…

h1

Şifon

12 Aralık, 2014

[Aslında bu yazıya Eurythmics’ten there must be angel, playing my heart yakışırdı ama ben en sevdiğim Eurythmics şarkısını çaliim: Would I lie to you. Hem çalıp hem okumanız maksadıylan.]

Telefonda konuşuyorduk, arkadaşım alışverişe gittiğini söyledi. Neler aldın dedim. Alışveriş sohbetini pek seviyorum. Erkekler alışveriş sevmez savını tek başıma çürütebilirim. Şifon bir gömlek dedi, der demez içimden yeşil dedim. Düşünmedim, düşünsem siyah derdim, sonra da beyaz. Ama düşünmedim ve aklımda çok net yeşil kelimesi belirdi. Ben birşey demeden arkadaşım yeşil dedi. (Bu arada, yeşil şifon gömlek de almak için garip bir tercih değil mi? [Gerçi şifon artık her yerde. 2 yıl önce 2 günlüğüne Milano’ya gitmiştim, moda devlerinin vitrinleri şifon doluydu. Bugün ülkede, hangi gelir düzeyinde olursa olsun, şifonsuz bir düğüne rastlayacağınızı sanmıyorum.])

Bu tür minik minik şeyler bazı dönemler çok başıma geliyor. Burada da birkaç kere bahsetmiştim bu fantastik ‘karşılaşmalardan’ (veya ‘aydınlanmalardan’/’zihin açıklıklarından’/’gaipten haber almalardan’:))

Bu aralar daha çok tv’yle ilgili oluyor:
Spooks diye çok iyi bir BBC dizisi var, İngiliz gizli servisi MI-5’ın bir birimiyle ilgili. Homeland’in daha kurgusal ve tempolu bir versiyonu. Çok da acımasız, karakterlere bağlanmaya gelmiyor, sık sık sevilen bir ajanı öldürüveriyorlar. Geçenlerde bir bölümde yine kahramanlardan birini öldürdü teröristler. Gazeteciyken çok şey bildiği için zorla ajanlığa geçirdikleri çok sempatik bir adamdı. Cidden üzüldüm, adam başka yerde oynuyor mudur ki, oynasa da ben görmem dedim. Ve sonraki gün alakasız bir dizide rastladım.

Benzeri birşey, bir arkadaşıma Amerika’da da dizilerin patladığını anlatıyordum. Tim Roth bile dizide oynuyor dedim. “Dönemin belki de en iyi aktörü, o ve şey, şey, neydi adı”. Bir türlü gelmedi aklıma. “Hani Prestige’de oynuyordu.” Sonraki gün bir gençlik dönemi filmi oynuyordu tv’de, All The Little Animals -Christian Bale. John Hurt’le iyi bir ikili olmuşlardı, sevimli, basit bir film.

Bir İtalyan kanalında Zodiac’a rastladım. Hani şu, gerçek ve çözülememiş seri katil hikayesi. Herhalde seri katil hikayelerinin en ünlüsü, hatta belki temayı meşhur eden hikaye. Ama hem filmin ortasındaydı hem de anlayacak kadar, hele de o filmi anlayacak kadar İtalyancam yok. Keşke bizim kanallarda oynasa dedim. Hop, sonraki hafta cnbc-e’de. İzledim.

Bir de hisler var. Onlara genel olarak inandığımı söyleyemem. Ama geçen Cuma akşam az uyuyup uyanmıştım dışarı çıkmadan. Onun etkisiyle çok garip hissediyordum. Sanki ciddi birşey olacak ve normal gidişat bozulacak gibi. Tam doğal bir felaket olacak gibi birşey. Sonra o gece iki kere ciddi sallandık, 5.2 ve 5 şiddetinde. Pek korkmam öyle şeylerden, ama ikisinde de bayağı sallandık. Hatta bir süre oturduğum yerde sallanmaya devam ettim, artık sallanmadığımıza emin olamadım.
Bu arada, bizim minik şehrimizde olunca ülkede kimsenin haberi olmadı. İst’da olsa bugüne dek tek gündem o olmuştu, “büyük İst depremi mi geliyor” sorusunu duymaktan bıkmıştık.

Yalnız, nazara inanmaktan kaçamıyorum. Geçen gün mesela, otoparkta bir komşuya rastladım. İlginç bir adam, biraz aksi sanırım, pek sevilmiyor, ama benim aram iyi. 2-3 yıl önce de bir felç geçirmişti ama şimdi iyi. Neyse, tam arabamın önünde rastlaştık ve hep ondan bahsettik. Adam övüp durdu arabamı, hep iyi taraflarından bahsettik. Oysa eski bir külüstür. Çıkardığı sorunlardan, mesela ilk aldığımda çok yağmur yağan bir gün su geçirdiğini filan hiç konuşmadık mesela. Sevmem böyle şeyleri. Adam gidince bir kaza filan yapmasam bari dedim. Ve o günün akşamında aşağıdaki kazayı atlattım işte.

Would I lie to you, sevgili okur?

h1

Şişik lastik, inik ego (bazen de tam tersi)

10 Aralık, 2014

1 yıl kadar önce Kaş’a gitmeden önce lastikleri kontrol ettireyim demiştim, biri sürekli iniyordu. Lastikçide çalışan çocuk lastiği çıkarıp kapkara su dolu bir leğene koydu. Lastiği döndürüp hava baloncuğu çıkıyor mu diye bakıyordu. Arada kendinizi gelişmemiş bir ülkede hissettiğiniz olur ya, öyle bir andı. Mutlaka başka bir yolu vardır, en azından suyu değiştirseler herhalde görmesi daha kolay olur.

Neyse, patlak yokmuş, yola çıktım. Dönmeden lastiklerin havasına bakayım dedim, o lastiğin sibobu yok. Çocuk takmayı unutmuş. Ama lastik inmediğine göre demek o sibop ikinci bir güvenlik halkasıydı (ki başka türlü olamaz, yoksa zaten lastiğe hava basarken kaçırır). Biraz endişelendim, ama döner dönmez taktırayım dedim. Ve öyle 10 ay kullandım. Bunu yazmak saflık itirafı gibi, okunduğu kadar kolay değil. Bazen en önemli şeyleri, bir gün sonra da farketmez diye diye sürekli ihmal ediyorsunuz.

Ve anlattığım gibi Ağustos’ta bir gün tüm havası inmişti. Çeşme’ye gitmeden havasına bakmıştım, bir benzin ist’unda yeni dijital bir hava basma aleti vardı, basarken de hava kaçırdığını farketmiştim tüm lastiklerden, tekrar basmıştım o lastiğe. Bir sonraki gün o lastikte hiç hava kalmamış, üzerinde 100 metre filan gidince de çöp olmuştu. Bunlar da tek tek değiştirilmezmiş, zaten 4-5 yıllıktılar; iyi bir lastikçiye rastlayınca da bir güzel 4 yeni lastik almıştım.

Bunu niye anlatıyorum: Dün Altınyol’da, yani çevreyolunda 85-90’la gidiyorduk -etraftaki tüm arabalar ve ben. Alsancak ayrımından hemen sonra 2 şerite düşüyor, şeritler dar, kenarlarda boşluk yok, korkuluk var, ben sağ şeritteydim. NTV radyoda dünya kupaları tarihi programını diniyordum bir yandan. Bir anda önümdeki araba sol şeride kıvırdı, çok ani bir şekilde. Ve karşımda duran bir araba buldum.

Aslında çok sürreel bir görüntü. Çünkü herşey çok sabit bir hızda akıyor, o akışa alışıyorsunuz ve bir anda uymayan bir obje, hem de en uyması gereken obje. Rahat kitlenip kalabilirsiniz. İşin içine isyan-tepki de girebilir. Lisede kaleciyken 1-2 kere yaşamıştım, bizim takımdakiler yapmaları gereken en basit savunmayı yapmayınca, onlara tepkiden gidememiştim topa.

Ama yok, bu sefer öyle olmadı. Tersine, düşünmeden refleksle ani fren. Öndeki araba şeridin sağında olduğundan az da sola kırdım, ama sol şeritten gelenin geçebileceği kadar. Ki gelen de vardı. Ben zamanında durdum, soldaki zor da olsa geçti, arkadaki zor da olsa durdu. Çok ama çok ucuz atlattım.

Yine düşünmeden sol şeride kırsam ben de, hem öndekini taklit ederek, hem de akışı kesmeyeyim diye -ki frenle zamanında duracağım hiç garanti değildi- soldan gelen kesin vururdu bana, sonra birsürü araba birbirine girerdi. Birkaç ay önce abim söylemişti, Kaz Dağları’nı onlara gezdiren yaşlı adam Amerika’da güvenli sürüş dersi vermişmiş; abime söylediği şeylerden biri, hızla giderken öndeki araba ani fren yaptığında ya da yolda bir engel, hayvan filan olduğunda direksiyonu kırmamak gerekirmiş. O hızda kırınca kontrolü kaybetmek veya soldan gelenin çarpması riski büyük diye. Oysa fren yapınca öndekine çarpsan da hafif çarpıyorsun.

O anda bunun aklıma geldiğini sanmıyorum gerçi. O yoğunlukta en doğrusu durmak diye geldi. Ve refleks ve yeni lastikler sayesinde durdum -frende lastik çok önemli derler zaten. Hatta az olsa da sola kırmamam gerekirdi. Fren yaparken kornaya bastım bir de, o iyi oldu sanırım, etraftakileri uyarma bakımından. Önümdeki, sola kıran arabanın da önemli hatası var bu arada. O çok daha önce görmüş olmalı, yavaşlayacağına kendini kurtarıp beni ateşe attı. Belki onun önündeki de aynı şeyi yaptı, riski bir sonrakine gönderdiler hep.

Duran araba-kamyonet bir klima şirketinin gibiydi, biz birkaç araba kornayla protesto edince biraz daha sağa çekti. Yani, bozulmuş filan değildi, belli ki hemen gerideki ayrımı kaçırmış, geri geri gidip girmeyi düşünüyordu. 90’la gidilen çevre yolunda. İntihar + cinayet.

1.5 saat sonra dönerken de aynı noktanın karşı tarafında 6 araçlık bir kaza vardı.

h1

İstemeden Fars

7 Kasım, 2014

Bir-iki hafta önce, ev boyanıyordu. Normalde pek koku yoktu, ama odamdaki kalorifer boruları tinerle boyandığından birkaç gün uyumak mümkün değildi. Aslında bunu arza dönüştürüp taleple buluşturmak lazımdı ya, neyse. Zaten tam o potu kırdım. Bir komşu gelip koku oluyor mu diye sormuş. Ben de bunu duyunca tiner kokusu o, iyidir, millet parayla alıyor dedim. Hemen susturdular. Meğer boyacının oğlunun da öyle bir derdi varmış. Ben nereden bileyim…

Neyse, birkaç gün kuzenimin yakındaki boş evinde kaldım. O günlerden birinde annem oradan para getirmemi istedi. Yani kuzenimin temizlikçisi gelip para istemiş, annem de boyacıya vereceği parayı ona vermiş. Kuzenim de ona verilecek parayı evine bırakmış filan. Tamam tamam dedim ama gün boyu unuttum. Sonra gecenin bir yarısı uyumaya giderken aklıma geldi. Boyacı erken gelip muhtemelen de ben dönene dek gitmiş olacaktı, yani geceden getirmeliydim. O saatte ev değiştirmeye bile üşeniyorum -doğal olarak-, bir de gidip gelip tekrar gidecektim.

O evin en beni zorlayan taraflarından birisi, apt. girişi. 2-3 kez apt kapısının önünde ölü hamamböceği gördüm, hep görecekmişim gibi geliyor -ve onlardan neffret ederim. Evden çıktım, bu sefer bizim apt.’ın girişinde ölü hamamböceği -ıyy (hiç olmazdı bizde, ama kapıcı tatildeydi o sırada, demek o temizliyormuş), o apt’a gir, onun da girişinde ölü hamamböceği-2 -ıyy. Evde para filan göremedim, demek o saatte atm’ye gideceğiz, ama araba anahtarını evde bırakmıştım. Çık, ölü hb-3, eve gir, ölü hb-4, anahtar, çık, ölü hb-5 -evrene olumsuz mesaj gönderme derken bunu mu kastediyorlar?

Neyse, o atm gayet yakın aslında, ama o saatte bir de yürüyüp iyice uyanmak istemedim, önüne geldim, kartı taktım, seçenekler, miktar…

Bu aralar, tv’de sık sık eski İtalyan komedilerine rastlıyorum. Çok fazla 3 veya 5 episodlu filmler çevirmişler. Bu episodların sık rastlanan temalarından biri, kahramanın çok istediği veya ihtiyacı olan birşeyi bir türlü yapamaması. Mesela, 2-3 versiyonunu izlediğim belli bir konu: 2 sevgili sev işmek ister, ama bir türlü yer bulamazlar, basılırlar, kadının köpeği izin vermez, vs. Veya, bir kamyon şoförü 2 gün çalıştıktan sonra evine gelip uyuyacak, ama komşunun bebeği, kaldırımı kazan belediye… en son da tavandan damlayan sular. Meğer, üst kattaki kadın intihar etmek için küvete girmiş. Kamyoncu onu kurtarır, kadın, onu ziyaret edecek anne-babasının sevgilisinin evli olmasını anlamasından korkmaktadır. O sırada anne-baba gelir, kamyoncu mecburen sevgili rolü yapar, pijamayla ve saatler boyu uyuklayarak.

Veya bir başkasında, evli bir çiftin bebekleri olmamaktadır. Adamla ilişkiye girip onlara bir çocuk verecek garip garip anne adaylarıyla tanışırlar. Bir diğerinde, adamın tuvalete gitmesi gerekmektedir, ama tüm tuvaletler doludur veya kirlidir. Fars diyorum ben bunlara, ama yanlış tanım olduğunu düşünerek. Ama sanırım yanlış değil: dallanıp budaklanan, zaman zaman da sinir bozucu olabilen durum komedisi.

Evet, tahmin edebileceğiniz gibi, atm’de sorun çıktı. Bilmiyorum, kartı verecekken parmağıma mı çarptı, ama tam verecekken önce karta el koydu, sonra da parayı vermedi. O saatte bir de uzaktaki atm. En azından tekrar eve girmek çıkmak yok. Geceleri yaşayan insanlar, çalışmaya başlayanlar. Parayı çek, eve gir, ölü hb-kaç oldu,  birkaç paragraf yukarı bakalım -6, parayı bırakıp çık, ölü hb-7, kuzenin evi, ölü hb-8. Sabah temizlemişlerdi neyse ki.

h1

Fuar ilişkileri

19 Eylül, 2014

Fuarın güzel dönemlerinden kalan belki de tek şey şıra. O da tam aynı mı, bilmiyorum. En azından, sunumu farklı. Tariş’in sabit bir pavyonu olurdu, bize de çok yakındı. Üstü açık bir alan, dev bir üzüm salkımı ve salkımın ucundan şıra akar. Oradan doldurmazlardı tabi, mermerden uzun ve üstü yapış yapış bir tezgahun arkasında doldururlardı bardak bardak. Şimdi yolun kenarında derme çatma bir yerde sunuyorlar.

Bugün eskiye göre yarım bir artı varsa o da yarı açık cezaevlerinin ürünlerini satmaları. Bu yıl Midyat cezaevinde üretilen gümüş ürünleri vardı. Ben bakınırken iki de orta yaşlı çift vardı. 2 kadın da ince işlemeli bilezik şeklindeki saatlere bakıyorlardı. Birisi bir saati görmek istediğinde satıcı adam yalnız hamfendi daha önce görmüştü dedi. O bence fazla gösterişli birşeydi. İlk kadın bir türlü satın alıp gitmeyi biraz uzattı, satıcı adam biraz sinirlendi. Bu sırada 2. kadının da aklı o saatte kaldı. Ben o çok bağırıyordu dedim, kocası da bana katıldı. Zaten öncesinde de biraz konuşmuştuk. Çok keyifli birine benziyordu kocası, 

Başka 2 saat arasında kaldı o. Birisinin bilezik kısmı düz, birbirine geçmeli ve çok parlaktı, diğeri yuvarlak, halkalar şeklinde gidiyordu. Kadın kararsız kaldı uzun süre. Bir tercihim olsa söyleyecektim, ama farklı bakınca ikisi de gayet hoş görünüyordu. Birinin bileziği, diğerinin saat kısmı daha güzeldi. Kocası sabırla bekliyor, fikir veriyordu bu arada. Çok keyifli birine benziyordu, tam tanıyıp vakit geçirmek isteyeceğin türden biri. Satıcıysa yine hafiften sinirlendi. O da canayakın bir tipti de pek sabrı yoktu.

Ben uzun uzun bakmıştım. Alsam mı diye düşündüğüm 2-3 şey olmuştu, o çift sorsa “hani tam böyle birşey alacak durumda değilsinizdir” filan diye başlayabilirdim, ama tam karar vermedim. Zaten fazla uzatmıştım ben de. Hayırlı olsun dedim çifte. Henüz kararını vermemiş olsa da birini alacaktı kadın, ve buna memnun olacaktı. Aklına takılabilecek tek şey, diğerini mi alsam olurdu. Aslında tam adamın ikisini de al diyeceği durumdu ama o kadar zengin durmuyorlardı. Tam orta halli. Eyvallah dedi adam.

Gittim, Tariş’ten bir litrelik şıra aldım. İçimden onlara da alsam diye geçti. Midyat’lı satıcı adam ve çifte götürsem. Sonra bunun saçmalığı ve muhtemelen ayrılmış olacaklarını düşünüp vazgeçtim. Yine de rastlarsam diye döndüğümde kapanmıştı o pavyon. Son gün yine gidip satıcı adama soracaktım, ama evde çok iş vardı, çıkamadım. Öğrenmeyi de çok istedim gerçekten.

Bu hafif bir merak olabilir. Ama birileriyle tanışamamak, hayatına katamamak bazen çok ağır oluyor. Carrefour’da gördüğün İranlı bir kızla tanışmamış olmak günlerini mahvedip yaşanamaz hale çevirebiliyor bazen. Ama şans az, ‘geçmiş’ kelimesi çok ağır ve hayat kısa. Yaşanmamış fırsatlarda boğulup kalmak mümkün. Ama insan kendisini bıraktığı anda yüzeye çıkabilen bir varlık, kendisi uğraşmadıkça boğulması zor.

h1

Hepimiz birin parçasıysak aşık olduğumuz da kendimiz mi oluyor?

3 Eylül, 2014

Bmw’li arkadaşım için gidemediğim Çeşme’ye (2 alttaki post) abimler gelince gittim. Geçen Kasım’da Kaş’taki buz banyosunu saymazsak hesaplamak istemediğim miktar yıl sonra denize girdim, dünyanın en çok mayo/denize girme sayısı oranına sahip kişisi olma şansımı tehlikeye soktum.

Yemeğe de kaldım. Abimin bizden büyük arkadaşları bir çift ve büyük iki kızları geldi. Kızlar çok sessizdi. Büyük olan biraz alaycı Amerikan tavrına sahipti, ama rahatsız edici bir alaycılık değil -senle değil, şeylerle alay eden bir tavır. Küçükse çok sade ve sevimli birine benziyordu. Sık sık, muhabbet durduğu sıralarda bana baktığını farkediyordum. Saçıma filan baktığını düşündüm başta. Islandıktan sonra saçlarım kıvrılıp oradan buradan abartılı kabarabiliyor. Böyle anlatınca sevimli durabilir, ama hiç prezantaağbıl gelmiyor bana. Ama değildi galiba. Yemek sonrası marinayı gezerken de yanıma düşüyordu, konuşmuyor olsak da.

Geceyarısına doğru onlar ayrıldı, ben de kal ısrarlarına kanmadım. Bizimkilerden ayrılınca az biraz mağazaları dolanıp (geceyarısı mağaza dolaşmak kadar güzel tek şey, geceyarısı müze dolanmak) yola çıktım.

Otobana girince birşey unuttuğumu farkettim. Arabadaysan ve otobana girmişsen unutmaman gereken tek şey: aman petrol!

Çeşme çıkışı yok benzinci, ama olsa da zaten Alaçatı çıkışından sonra olur, artık oraya daha fazla insan gittiğine göre. Ama ya yoksa? Alaçatı çıkışından çıkayım mı, çıkmayayım mı? Risk or no risk? Çıktım. Bir polis arabası görünce durup sordum. Otobanda benzinci Urla çıkışındaymış. Gider mi oraya kadar? Işık yanmak üzere dedim, yani 30 km’si filan var. Urla ise 40 km’ye yakın. İyi ki çıkmışım, ilerlerde bir m-oil tarif etti. Tarif kötüymüş, zifiri karanlıkta zar zor buldum. Çok iyi niyetli genç bir adam vardı benzincide. Otobanda bitseydi durmazdı da kimse dedi. Düşünmemiştim bile o kadarını, tam rezillik olurdu.

Benzinciyi bir daha görmeyecek olmanın ağırlığını düşünerek eve geldim. 1 saatin biraz üstü de olsa hızla geçen ışıklar baş döndürüyor gece yolculuklarında.

Eve geldikten kısa süre sonra tivitır’da birisinin “Bir an için dünyada en yakın olduğum kişi sendin. Sonra işte evsizler, rezil ev arkadaşları, ve genelde kimse” dediğini gördüm.  !!!!!!!!  Çünkü bu benim cümlem! Ve edeli 6 yıl filan oluyor. Ve ‘sen’ değil, Patti Smith’ti kastettiğim kişi, bu yazının sonunda.

İlk şaşkınlık -sinir mi olsam- geçmeden ya bunu yazan o ise dedim. Yemekteki kız. 6 yıllık bir blog yazısında geçen bir cümleyi yazan, hem de o gece, bunu bana yazıyor olabilir miydi? Mümkün müydü bu, ya da mümkün olması için neler olması gerekirdi? Ne kadar fantastik olsa da bir mantığı vardı. Ama ileriye dönük bir fantasia değil, kendi içinde, kendi başına fantastik.

h1

Where the hell is my lor?

26 Ağustos, 2014

– Seçimden önce birkaç gün Ankara’daydım. Benim için -ve ülke için- büyük olay, Eskişehir Yolu metro hattının açılmış olması. Özellikle Milli Kütüph. önündeki metro girişi inşaatı hep öyle kalacak sanırdım. Eskiden odtü’de öyle bir espri varmış. Bu ne? Havuz inşaatı. Kampüs haritalarında da havuz inşaatı olarak geçtiği söylenirmiş.

Metro açılsa da Kütüphane önü refüjdeki metro cafe duruyordur herhalde. Hangi ülkede başkentin en sıkışan yollarından birinde refüjde cafe açmayı düşünen olur acaba?

Mart’ta açılmış  metro ama nedense pek duyulmadı. Adam 17-18 yıl bir hat açamayış olmasından utandığından değildir sanırım. Ama 3-4 ayda yer seramikleri eskimiş, istasyonlarda tek görevli yok. Hatta bir keresinde bir arızadan Kütüphane’de karşılıklı tren değiştirmek gerekiyordu, ama tek bir görevli olmadığından tam bir karmaşa vardı. Sivil giyimli, görevliye benzetemeyeceğiniz bir adam telsizle emirler veriyordu bir yerlere.

Akp’nin yönetim politikası da aynen bu diye düşündüm. Varolan tüm bürokrasiyi yıkıp yerine de düzgün bir sistem kurmak yerine, herşeyi telsizli bir adama bırakmak. O yüzden geçen haftaya dek 2 hafta boyunca piyasamızı salladı yabancılar, Ali Babacan yoksa biz de yokuz diye. Sonra birileri A.Selvi’ye “aldığım duyumlara göre Babacan hükümette olacak” diye yazdırdı da sakinleşti hava.

Ysk-Resmi Gazete olayı da benzer. Resmi Gazete’nin gönderilen bir seçim sonucunu anında yayınlamaması bir ilk. Tayyyip, dokunulmazlık gittiğinde başına geleceklerden nasıl korktuysa artık, böyle gerzek yollara başvuruyorlar. (Okumayan varsa anayasa gayet net: “cumhurbaşkanı seçilenin milletvekilliği düşer”.)

– Seçimden 1-2 gün önce Çankaya boştu, Kızılay doluydu. Chp’liler oy vermeye gelmeyecek gibi duruyordu, ama tersi çıktı. Chp’liler, akp ve mhp’lilerden fazla gitmişler sandığa.

– Geçen yıl Haziran’da Fransa’dan buraya taşınan arkadaşlarımın Urla’ya yakın evlerine gitmiştim. Hava tam ısınmamıştı, ben de pantolon giymiştim. Fransız oğlan şaşırmıştı, şort vereyim mi demişti. 4-5 ay sürekli şort giyiyor demişti arkadaşım da. Ben de 3 ay filan hiç pantolon almıyorum elime.

Ank.’da da hava 32-33 vardı, ama kimse, kadın erkek, şort giymiyordu. İnsan bunalır yahu. Hele kot giyenlere inanasım gelmiyor. Bu şehirle öyle net bir fark var ki. Hatta 30 derece üstünde şort giymek şehirler için bir gelişmişlik ölçüsü bence. (Ve tabi ki akp’nin oy oranı için de.)

– Burada daha önce de bir ‘bir şekilde giden paranın yine bir şekilde geri gelmesi’ hikayesi anlatmıştım. Bir alışverişte kasiyer kız şu kuruma 1 dolar bağışlar mısınız demişti, olur demiştim, sonra dönerken yerde 1 dolar bulmuştum.

Bugün Kipa’da ortada boş duran bir arabayı aldım. 1 lira atılmış olduğunu birkaç mt sonra görüp döndüm ama aldığım yerin yakınında kimse yoktu, ben de devam ettim. Çok kıl olduğum birşeydir aslında bu. Arabayı birkaç saniye bıraksan, biri içindekilerle beraber almaya yeltenir, 1 lira için. Eskiden daha çok olurdu, şimdi sanırım biraz öğrendi insanlar o paranın geri alındığını. Benim bahanem vardı, boş arabalar uzaktaydı ve çok ayakta kalmıştım, ama olsun.

Neyse, sonra bir tek bir torba lor alıp çıktım (lor ne harika birşey, di mi?). Ve şu an kayıp. Eve geliş aşamalarından birinde beni bırakmış lor. Arabasını aldığım kişinin haklı bedduası.

h1

Bir ex’ten kime fayda gelmiş ki? Hele de oto sanayinde.

20 Ağustos, 2014

Bir arkadaşım bu taraflara gelmiş. Ama arkadaş tam doğru tanım değil, ben de bir türlü öyle deyip geçemiyorum. Birşeyler geçmişti aramızda. Üniversiteden tanıyorum. Hani bir kategori vardır, karşılıklı birbirinizle ilgilendiğinizi bilirsiniz, ama bu hiç bir adım atacak kadar büyümez. Doğrusu da çoklukla öyledir.

O kategoriden yıllar sonra Amerika’dayken bir bağımız oldu. Uzaktayken birine sığınma ihtiyacı duyuyor ama bunu kabul etmiyorsun. Sonra görüşünce saçmaladığını anlıyorsun.

Yine yıllar sonra, geçen hafta Çeşme’de olacaktı. Ben de bir gün gelirim dedim. Kişiden çok Çeşme’ye gitmek için bahane gibiydi, gezdirirken gezmek. Ama gitmeden sinir olmaya başladım. Kardeşiyle Cmt gelmişler, sonraki Cmt’ye dek. Bu da oy kullanmamaları demek, hem de 1 gün sonra gelip 1 gün sonra dönseler kullanabilecekken. Söyledim, o da katıldı.

Ben Çarş. giderim diye düşünüyordum, o gün bir tura gidiyorlarmış. Perş. o zaman. Ama Çarş. akşamı lastik patladı. Daha doğrusu, park yerinde bir akşamda tamamen havası inmiş. Aylar önce, bir yola çıkmadan lastiklere baktırmıştım, adam sibobu takmamış. Aylardır öyle geziyorum demek çok utanç verici, ama herkesin ihmal ettiği birşeyler vardır. Sürekli unuttum. Sık sık havasına bakıyordum, daha önce sorun çıkarmaması ilginç.

Lastikte birşey olduğunu farkedip durana dek 100 metre filan gittim. Sonraki gün kapıcıyla değiştirdik stepneyle. Stepnenin de havası inmiş. Yakındaki bir lastikçi yine aynı lastiği geri taktı, iyi diyerek. Ama hiç güvenmedim adama. Aynı akşam bu sefer motordan değişik bir ses geldiğini duydum. Çeşme yakın olsa da otoban, hiç riske edilecek yol değil. O yüzden Cuma oto sanayi. Tam da külüstür ne zamandır hiç sorun çıkarmıyor demiştim.

Ses, gevşeyen bir direksiyon contasıymış, basit birşey. Ama lastik konusunda şüphelenmekte haklıymışım. Herkes o, ezilen lastiğe çöp dedi. 5 yılı geçtiği için hepsini değiştirmek gerekirmiş. Abim de onayladı. Bir Continental deyip sonra Michelin al dedi. 4 yer dolaşıp Michelin sordum ben de. Farklı farklı fiyatlar, pahalı değil, ama doğru fiyat-güven kombinasyonunu bulamadım. Bir yere daha bakayım dedim, yıllar önce gittiğim bir adam çıktı. Sonra unutmuştum ben onu. Continental’in daha iyi olduğunu anlattı, etiketlerde yazıyor zaten özellikleri. Adam en ucuzu değildi muhtemelen ama en güven vereniydi. Zaten sonra bir saat tek tek vura vura jantları düzeltti. Diğer hiçbiri yapmazdı.

Bazen kendiniz komforlu alanınızın dışında apayrı bir dünyada bulursunuz ya, adam demir döver gibi çekiçle jant döverken onun hemen yakınında, arabasını bekleyen bir kadın, bir tanıdığı (bar şarkıcısı bir adam) ve ben adamı izleyip konuşuyorduk. Lastikçinin dobra, hatta neredeyse saf hali ortamı da belirliyordu. Kadın beni Fikret Kuşkan’a benzetti. Üniversitenin ilk yıllarından beri duymamıştım bunu. Vodafone reklamındaki halinin çok gençleşmiş durduğunu, botoks gibi durduğunu anlattım ben de, ama gereksiz oldu.

Neyse, tüm sanayi macerası 3 saati geçti. Hava da fenaydı, erimiştim. Bir de Çeşme’ye gidip gelecek zaman da kalmamıştı, hal de. Özür dilemek için arkadaşımı aradım ve gidemediğime memnun oldum.

Bmw’si varmış. Benim için bardak orada taştı aslında. Bmw, hele de beyaz bmw ülkenin görgüsüzlük sembolü oldu bence son 2-3 yılda. Yol istediğinizde en vermeyen araba olma özelliğini mercedes’ten aldı. Aşırı zenginsen bile gereksiz (Audi al, Passat al, hatta Skoda al, aradaki farkla 10 çocuk okut; o içine sinmezse yat al), ama hele değilsen tam saçmalık. [Ve kesin bmw sahiplerinde oy kullanmama oranı ülke genelinden çok fazladır.]

Ama sonra konu sağlık sorunlarıma gelince tam koptu. Ben anlatıyordum ki “ay ay anlatma, dayanamam” dedi. Onun duymaya dayanamadığı şeyi ben hergün yaşıyorum. Hem bmw alacak kadar büyümüşsen birinin sağlık sorununu dinlerken çocukluk yapamazsın. Sonra da “o düzelmez artık” dedi. Öyle geçmiş o an içinden. Bana anlatılınca ben direk araştırırım. Bizim doktorların atladığı birçok şey olur, alternatif tedavi yolları olur, doğru teşhisten emin olmak gerekir. Karşımdaki kendisi için “o düzelmez artık” dese ben kabul etmem.

Ve görüldüğü gibi, kader bazen ağlarını örüyor.

h1

Bayram türevleri

5 Ağustos, 2014

Tatilde evde yalnız kalıp boş şehirde alışverişe gitme, belki şöyle bir dolaşma planları yapmıştım. Nereden geldiğini bilmediğim gereksiz ağrılarla pek birşeye benzemedi. Bir tek yıllar sonra House izlemek güzeldi. Bir bölümde hastaya gerekli soruları sormadığı için sarışın yardımcısını işten kovmak üzerelerdi. Bu bizde olsaydı görevi başında dr kalmazdı. Sırf bana sorulmayan sorulardan kitap yazarım.

– Ege Ünv’ne fizik-terapi değil, ama o tarz birşeye gidiyorum. Cuma günü çıkmadan orada kafesteki kuşlara bakan bir kadın gördüm. Aynı kadın 5 dk. sonra yolda yürüyordu. Zaten kampüste tek tük insan vardı. Durdum, bırakayım dedim, geldi. Metroya kadar giderken zorlayarak konuşuyorduk. İleride birkaç köpek belirdi, bunlar motorlu araçları rakip olarak görüyor dedi kadın. Ben önemsemedim, önceki konuya devam ettim. Ama birkaç sn sonra köpekler resmen saldırdı. İkisi bir yanda, ikisi diğer tarafta arabaya doğru atlamaya başladılar. Kadın penceresini kapattı, bana da kapayın dedi. Ben bir yandan birini ezmeden gitmeye çalışıyordum. O yüzden basıp da gidemiyordum, birisi öne doğru atlayıp duruyordu. Sık sık da birine çarpmışım gibi sesler geliyordu, biri kapıya doğru kafa-pençe atarken. O şekilde bana bayağı uzun gelen bir süre, ama herhalde 1 dk.dan az gittik. Sonra boşluk bulup gazladım. Kadın inerken bana teşekkür ediyordu, ben de ona ettim, yalnız olsam korkardım dedim. Biriyle olunca sorumluluk hissi geliyor. Hem o da gayet sakindi.

– Üniversitenin arkası Forum. Benim bu ülkede, hatta dışarıda da güzelini görmedim ki, yani genel olarak gördüğüm en güzel avm. Avm’ye hiç benzemeyen, açık havada sıralanmış mağazalardan oluşan bir avm. Çevre düzenlemesi de gayet hoş. Ank ve İst’daki Forumlar da öyleyse çok gereksiz konuşuyorum, ama iklimi düşününce değildir herhalde, olmalarını da istemem.

Forum’a ağaçlıklı bir yoldan gidiliyor. O ağaçlıklı yolda 4 yılımı geçirmiştim, otobüs virajları hızla alırken koltuklar arası türlü yaramazlıklar yaparak. BAL’a gider o yol. Forum & İKEA’yı da BAL’ın çok yakınına yaptılar zaten. BAL’ın bir lise için gayet geniş bir kampüsü vardı, çeşitli spor sahaları barındıran, bir de kendince efsaneleri olan bir koruluğu olan. Muhtemelen onları da satmışlardır çevredeki villa projelerine.

Neyse, yol: O kadar yakınken bazen dönüşte Forum’a uğrayayım diyorum. Hatta uğramayacak da olsam en hızlı dönüş yolu oradan, dibinde otoban girişi var. Öbür türlü yoğun trafiğe dalıyorsun.  Üniversiteden normal yoldan Forum’a gideyim desen de o trafiğe girmek gerekiyor. Kampüsün içindeki yollardan biri o ağaçlıklı yolun başına çıkıyor, ama sola dönüşe izin verilmemiş. Karşı yoldan gelenler ve ağaçlıklı yoldan gelenler önünden geçiyor, sadece 10 mt mesafe için dönemiyorsun. Geçenlerde bir boşluk bulmak için 5 dk’dan fazla bekledim, sonra gözümü kapatıp daldım.

Mantıken arka tarafta başka bir çıkışı daha olmalıydı kampüsün. Taksiciler dahil 10’a yakın kişiye sordum. Ya yok diyorlardı ya da var, ama oraya nasıl çıkılacağını bilmiyorum. Sonunda bir adam anlattı. Şelaleden dönünce, Yeşil Köşk’e gitmeden, anladım, hiç girmediğim bir yol. Hatta o yol için alt geçit bile yapmışlar. Ve tabi ki kampüsün esas girişinde kapı ve güvenlik var, ama arkasında hiçbir şey yok.

Ama o yola girmeden daha önce girmediğim başka yollar da keşfettim, dolaştım. Üniversite kampüsleri ilginç cevherler barındırabiliyor. Boğaziçi’nin deniz tarafından girişindeki müthiş yol gibi. Buralar da kendince ilginç geldi bana. Bir organik tarım tarlası, artık kullanılmayan bir benzin istasyonu ve heryer boşken oraya parketmiş araçlar, deri mühendisliği bölümü, nükleer fizik bölümü. O yolun başında 55 Kış Bahçesi yazıyordu, onu görememiştim bir türlü. Çıktığım parke taşlı bir yol pek arabalar için gibi değildi, iki taraflı büstler vardı; Cemal Reşit Rey, İnönü. Konservatuarmış. 55 Kış Bahçesi de onun yanındaki cafe’ymiş. İsmi kadar harika olmasa da fena değil gibiydi.

Yalnız, deri mühendisliği nedir yahu? Hadi, gıda mühendisliğini biraz anlayabiliyorum, bir üretim var en azından. Orman müh. ve deri müh. isimsel yüceltme çabası gibi duruyor. Forest engineering, leather engineering. Ormancılık ve dericilik de işte.

– Hocam, calculus ne işimize yarayacak?
– Bu hesaplamaları statikte ve üretimde kullanırken bana dua edeceksiniz.
– Ormanda mı?

h1

Bu yaşta falcı oldum, iyi mi?

8 Temmuz, 2014

Aynı yerde inanılmaz bir raslantı daha yaşamıştım. 2-3 yıl önce bir iş için bir adamla görüşecektim. Gittiğimde unutup yemeğe gitmişti. Koridorda bekledim. Duvarlarda okunabilecek herşeyi bitirince bir alt kattakileri okuyayım diye indim. Nasılsa kimse yok diye merdivenlerden koridora açılan kapıyı sertçe açtım, ama koridora girer girmez sağda oturan bir kızı bir an yan gözle görüp hemen döndüm. Diğer taraftaki bir postere bakarken bir ancık gördüğüm görüntü beyinde bir yere düştü, a, bu o dedim, ve o da aynı anda arkamdan Simon dedi. Odtü’de asistanlığını yaptığım bir kız, sonradan arkadaş olmuştuk. Sevdiğim biriydi, Fransa’ya doktoraya gitmişti. Rasladığım sırada da birkaç günlüğüne gelmişti.

Neyse. Geçen Perşembe 4’te MR çektirecektim. Abim bir işi için birisiyle görüşmemi istedi. Adam Perş 4 dedi, MR’ı bir saat önceye aldım (bu aralar hastaneler bomboş). Yarım saat sürer dediler, 20 dk.da gider, 10 dk.da arabada üstümü değiştirirdim -adamın yanına şortla gidilmez, bu sıcakta da pantolonla dolaşılmaz.

MR’a 15 dk geç gidince plan sarkmaya başladı. Daha önce de MR çektirmiştim, ama bu iki katı uzun sürdü. Kulaklık verdiler, baygın Sinatra. Çıkışım 4. Çevre yolundan 15 dk.da gittim, ama yakınlarda trafik, adamı aradım. Önemli değil dedi, park yerini tarif etti, biliyorum dedim. Ama o yola girdiğimde park yeri filan göremedim, ben gitmeyeli değişmiş. O yol da birşeyin kaçırılacağı yol değil. Hızlı gidilen tek yönlü bir yol, geri dönme imkanı yok, aralıklı şirketler var. Çocukluğumdan beri geçtiğim ağaçlı yol. Solda bir devlet kuruluşunun yerini görüp daldım. Ne olduğuna da bakmadım, Karayolları türü birşeydi. Girişteki bekçi kulübesinin yanında durup sordum, çok geç kaldım, buraya bıraksam. Bırak gözüm, bırak, işin görülsün dedi. Ya da o tip birşey. Üstümü değişip hızla yürüdüm.

Adamın sekreterine sordum, başka binada dedi. O binaya girdim, çaprazdan bir kız geçti, 10 metre kadar önümde yürüyordu. O yürüyüş, aynı kukla gibi sallanan kollar, tanıyorum! Daha kim olduğunu çıkaramadan ve hiç düşünmeden “ben seni tanıyorum” dedim, ama duyulmakla duyulmamak arası bir sesle. Bakmadı. O anda hatırladım. Dilek! Döndü. Simon dedi ve gelip sarıldı.

Beraber bir film festivali yapmıştık Bilkent’te. Çok güzel günlerdi. Sonra dağılmıştı o grup, yazık olmuştu. Onun o sırada o binada olması şans eseriymiş. Benim göreceğim adam da odasındaymış meğer, yani diğer binada karşılaşmamız kader gibi birşeymiş. Neyse, adamın yanına gittiğimde 4:45 olmuştu. Çıkışta bol bol konuştuk Dilek’le. 9’da alırken dikkat ettim, arabayı bıraktığım yer Zeytincilik Geliştirme Md. imiş. Çok teşekkür edip elini sıktım bekçinin, ama yetmedi, bir rakı filan götürmek istedim, tam öyle bir adamdı.

İşin benim için daha enteresanı, yeni takip etmeye başladığım, bir gazetede yazan bir astrolog var. Normalde hiç işim olmaz tabi, ama ilginç birkaç sözünü görmüştüm. Bir önceki haftasonu Perşembe’ye dikkat çekmiş, önemli işlerinizi o gün yapın filan demişti, çok olumlu bir gün olarak. Sonra unutmuştum tabi, o gün eve dönerken hatırladım. Hep derim, bu kadar tipik bir (hatta en tipik) kova olmasam astrolojiyi çok daha kolay aşağılayabilirdim. Ve bu kadar fazla doğaüstü olay-raslantı yaşamasam.