Archive for the ‘ispor’ Category

h1

Russians were coming. Now they are here.

13 Eylül, 2020

Tenis dünyasında birkaç yıldır yeni nesil ne zaman gelecek diye konuşuluyor. Çünkü sonuçta 2005’ten beri tüm grand slam’leri aynı 5 isim (3 büyük, Murray, Wawrinka) kazanıyor, istisnası sadece iki (del Potro ve Cilic’in birer Amerika Açık’ı). Tenis tarihinde görülmemiş bir dominasyon. Ama yavaş yavaş değil, bir anda geldiler beklenenler.

Nadal ve Wawrinka turnuvaya gelmedi, Federer iki ameliyat geçirmiş, Djokoviç kendi salaklığının kurbanı oldu (sinirli vurmadı ama arkaya öyle top atıldığını hiç görmedim). Ama bunlar olmasa da çok farklı olmasını beklemiyordum. Pre-pandemi son iki grand slam finalini Thiem-Djoko ve Medvedev-Nadal oynadı ve iki eşleşmede de arada hiç fark yoktu.

Fed ilk yıllarında tenisi acayip bir seviyeye çıkardı. Birkaç yıl sonrasında demin bahsettiğim diğer dörtlü tenis kalitesinde ona yaklaşıp üzerine mücadele ve dinamizm getirdiler. O jenerasyondaki diğer tenisçiler bu seviyeye çıkamadı ve büyük fark oluştu. Ama yeni jenerasyonun öğrenecek zamanı vardı ve onları takip edebildi. Thiem, Medvedev, arkalarından Zverev yenmesi çok zor oyuncular. Peşlerinden Shapovalov, Andey Rublev (çeyrekte Medvedev-Andrey Rublev oynadılar, Putin-Tarkovsky gibiydi) var. Yunan Çiçipas’ın da oralarda olduğu söyleniyor. Daha da vardır benim bilmediğim-atladığım, ama bu 6 ismin 4’ü Rus veya asıllı.

Ama bu yeni jenerasyonun birşeyi eksik. Nedir o? Gerçi soruyu yanlış sordum. Cevap karakter, ama böyle deyince karaktersiz demiş gibi olacak. Demek istediğim, bir karakter değiller. Bu da “he/she is such a character”ın kötü bir çevirisi oldu. Yani, enteresan karakterler değiller, orijinal değiller. Mesela, Nadal’ın bir maçını izleyince anlarsın. İnatçı, mücadeleci, hiç bırakmayan ve takıntılı, tam bir İspanyol boğası.

Aynı sorunu futbolda da yaşıyorum, şu an 30 üstü futbolcuların birçoğu birer karakter. Gerektiğinde maça ağırlıklarını koyuyorlar mesela. Yeni nesilse dümdüz. Çıkıp işlerini yapıyorlar sadece. Teniste hakemle kavga eden bile yok mesela (biraz Kyrgios var, ama o o seviyede mi, bilmiyorum). O kadar sıkıcılar ki hiçbir spor giyim markası bunlara özel kıyafet üretmez.

Thiem yine biraz yakışıklı filan bir tip (saçını boyadığını not edelim), biraz sempatik olabiliyor. Diğerlerinde o da yok. Hele Medvedev anormal rahat, duygusuz bir tipe benziyor. Nadal’ın tam tersi, servis noktasına geliyor ve topla raketi biraraya bile getirmeden kalkıyor servise.

 

 

Kadınlardaysa tek bir önemli değişiklik var. Ama cidden büyük bir değişiklik. Azarenka is back. İki ay öncesine dek Belarus’la ilgili bilinen en ünlü şeydi Azarenka. Birkaç yıldır ortalarda yoktu. Doğum yapmış, boşanmış, çocuğunun velayetini almış ve dönmüş.

İlk gördüğümde Azarenka bu muydu diye garipsedim. Çünkü tipi değişmiş. İncelmiş ve gençleşmiş. 25’inde 30 gibi görünüyordu, şimdi 31’inde 25 gibi görünüyor. Bir de Agassi dönüşümü yaşamış sanki. Agassi ilk yıllarında uzun saçlı, anormal asi bir tipti. Birkaç yıl kayboldu. Döndüğünde bir zen master’dı. Saçlarını sıfır kazıtıyor ve gülümsüyordu. Steffi Graf’la evlenip bayıldığım bir çift oldular.

Azarenka’da da böyle birşeyler olmuş. Ben çok hatırlamıyorum, ama sinirli ve kavgacıydı deniyor. Kendisi de “sıfırdan sıralamada bir numara bir tenisçiye dönüşünce egonuz çok büyüyor” diye açıkladı. Şimdi çok daha sakin, pozitif. Bir de rahat. Şortunu bir estetik kaygı duymadan (kötü görünüyor) kıvırıyor. Finalde ilk seti domine ettikten sonra kaybettiğine çok üzülecek, ama böyle bir dönüş ertesinde final de çok iyi.

Ve ben tenisi cidden özlemişim sayın seyirciler. Doyamadım da.

edit: Bir sonraki gün, gece 03:20 ve ben bu nesille babalar arasında fark kalmadığı fikrimi gözden geçiriyorum. Bu finalde büyük üçlüden biri olsa bugünki Thiem’i de Zverev’i de pınçık ponçuk etmişti ve biz 2 saat önce uyumuştuk. İkisi de o kadar çok hata yaptılar ki maç sonunda. Defalarca birbirlerine hediye ettiler maçı. Maç kazanmayı bilmek çok farklı bir özellik.

Bir de Thiem’i tutuyordum. Nedense bana yakın gelen bir tarafı var bu tipin. O yüzden defalarca öldüm dirildim. Ama o kadar hatadan sonra doğru dürüst sevinmek değil de anca biraz rahatlayabildim.

h1

Olimpiyat izleyemezken anladım: Gitmeliydim, dalgalar kanatlarımdı

14 Şubat, 2014

Hiç abartısız aylardır Olimpiyatları bekliyorum. Yaz Oyunlarında heyecan, çeşitlilik ve doyumsuzluk oluyor; Kış Oyunlarında ise sersemletici (‘mesmerizing’ demeyi çok seviyorum), hatta hipnotize edici bir sakinlik. Hatta, aslında baştan hiç kafana takmaman gereken birşeye dalmış boş boş ekrana bakıyor olacaksın. Slalomcular hiç bitmeyecekmiş gibi kayarken yavaş yavaş kafandaki takıntılar küçülürken spikeri duymaya başlar, sporcunun kim olduğuna ve derecesine dikkat eder olursunuz.

Peki, başlayalı neredeyse bir hafta olacak. Ne anladım? Artık bu ülkede durulmayacağını.

Yayınlar anlatılamaz derecede rezalet. Birincisi yok. Yaz Olimpiyatlarına bir kanal ayırdılar diye sinirleniyordum (pek çok da haklıydım, yüzlerce yarışmaya 3-4 kanal bile yetmezdi), şimdi o da yok. Günde en fazla 3-4 yarışma veriyor Trt kafasına göre, hepsi o. Onlar da saat farkından ve oyunları normalden de erken yapmalarının etkisi akşam 7-8 arası bitiyor. Sonra da tekrar vereceklerine saatler süren süper lig/ptt 1. lig yorum programları başlıyor. Gündüz deseniz meclis tv karmaşası giriyor. Meclis yayını varken trt3 ikiye ayrılıyor. O kadar rezillik ki anlatasım bile yok. Kısacası, iki ayrı trt3 var ve biri meclis yayınına geçiyor, diğeri spora. Onun dışında aynı yayını yaptıklarından bunu da kimse bilmiyor. Kabloda olmayan, uyduda özel eklemek gereken (ve herhalde kimse bunu bilmediğinden yapmadığı) trt spor’un birçok evde olmadığına eminim. Trt3’ü açan da akşam 7’ye dek meclisi buluyor. Kısacası, normal çalışan bir insan, istese bile haftaiçi neredeyse hiçbir Olimpiyat yayınına denk gelmiyor.

Hangi yarışmaları yayınlayacakları herhalde zarla belirleniyor, eğer kadın sporcuların kıyafetleri karışmıyor diye varsayarsak. Artistik patinaj çiftler yarışmalarını vermediler örneğin. Normalde sırf bu yüzden insanların büyük tepki göstermeleri gerekirdi. Bu, dünya kupasında önemli bir maçı vermemekle aynı şey çünkü. Ama tabi ki ancak çok küçük bir kitlenin haberi oldu. Perşembe erkekler kısa programı verdiklerinde “veriyorlar işte” diyen çoktu. Birçok önemli final kaçıyor, kimse farkında olmuyor.

Spikerler nasıl biliyorsanız 5-10 kat daha kötü. Bunu anlamak için Eurosport’tan izlemiş olmanız gerek. Eurosport normalde de kış sporlarını yayınladığı için karşınızda çok bilgili anlatıcılar oluyor. Trt’ciler bu sporları 4 yılda bir görüyor ve siz ne kadar soğuksanız onlar da öyle. Bazen çok daha fena. Mesela Spikerler bildiginiz gibi, ya da daha berbat. Zamana karşı sporlarda altta +/- ile, yarışanın lidere göre farkı belirtilir ya, Cüneyt Kıran’dı galiba, -‘nin liderden daha iyi demek olduğunu bilmiyormuş. En, ennn temel şeylerden birinden bahsediyorum. Hiç bilmesen ilk izleyişte anlarsın. O ise, 1 gün ve 2 farklı spor boyunca öyle anlattı. Üstelik karışmasın diye -‘leri yeşil veriyorlar, üstelik – bitiren kişi 1. sıra diye gözüküyor. O durumda da nasıl algılayacağını bilemiyor, eski liderle yeni liderin isimleri, ülkeleri birbirine giriyordu, anlatilabilir gibi değildi.

Ama bu sırada ülkede bunu farkedip çileden çıkan insan sayısı bir avuç parmak olduğuna göre istediğini yapardı. Bu ülkede daha iyi, yani doğru dürüst yayın isteyen kaç kişi var ki… O zaman istedikleri yayını yapar, istedikleri gibi yapmazlar. Kadın sporcu kıyafeti konusu duyulduğunda infial kopar, trt geri adım atar; ama kadınlar buz pateni yerine Orduspor-Maraş maçını verseler kimsenin ruhu bile duymaz. Niye yayınlamadıklarını bile bilmezsin, bilsen ne farkeder, izleyememiş olursun. Kadın sporcu kıyafetinde ses çıkaranlar, diğer nedenlerde ortada yoktur çünkü.

Olimpiyat izlemek önemli [çünkü o dünya ülkeleri halkları olarak en önemli buluşmamız], ama en az onun kadar önemlisi, bu bir gösterge. Bu kadar ciddiyeti ve seviyesi düşük ülkede başına herşey gelir.

h1

Seneye yine geliriz

3 Mayıs, 2013

Bundan 5 yıl önce Fener Seviya’da şampiyonlar ligi 2. tur maçına çıkıyordu, burada 3-2 kazandığı maçın rövanşına. Birçok büyük takım da aynı saatte oynadığından Fener’in maçının gece 2’de banttan veriyordu, İspanyolca spor kanalı. Fena derecede uykusuzdum, ama direnip bekledim. Gün boyu sonucu öğrenmemek için uğraştım. Sevilla çok iyi takımdı o zaman, yıldızlarla doluydu, Dani Alves daha Barcelona’ya gitmemisti mesela. 3-0 oldu maç devrede, gidiyordu tur. Sonra 2. devre 3-2 yaptı Fener. Maç önce uzatmaya, sonra penaltılara gitti. Penaltılarda geriden gelen taraf avantajlıdır hep, öyle oldu. Dani Alves’in penaltısını Volkan kurtardı, Fener kazandı. Volkan takım arkadaşlarına koşarken ben de yatakta sessizce zıplıyordum. 3 ev arkadaşım da uyuyordu çünkü (o günden canlı anlatım).

Bugün Fener yine İberya’da, yine sıcak, yine orta büyüklükte ve çok sevimli bir şehirde, yine tek farklı ilk maç galibiyetinin rövanşında oynuyordu. Bugün maç öncesi yayınlardan itibaren niye Lizbon’a gitmedim ki demeye başladım. Finale gitmek gelmişti aklıma, ama Benfica deplasmanı hiç gelmemişti. Oysa kura çekilir çekilmez ayarlamaya başlayabilirdim makul tarafından. Kulüp bilet satarken belki alabilirdim, olmadı Benfica’nın rakipleri Sporting Lizbon’lulardan alırdım.

lizbon -benf - fener
[ne güzel, yerler, İzmir Kordon deseninde. Abidin Dino çizdi denir, Rio’da sanırım Copa Cabana plajı kaldırım deseni.]

Hele stadda müthiş bir atmosfer vardı. Bizim stadlara cehennem diyorlar, o zaman Benfica’nın Luz-Işık stadını nasıl tanımlayacağız? Maçı izlerken herhalde bir tek oyunculardan birine birşey olsa gidip onu görmüş olduğuma çok üzülürdüm diye geçti aklımdan. Ve Gökhan Gönül kötü bir darbeyle baygınlık geçirdi. Neyse, kötü birşey olmadı.

Fener, sakatlıklar sonrası beceri eksikliği ve o atmosferde titreyen ayaklarla (Gökhan G. titremeyen tek kişiydi), Benficalılar da aşırı motive olunca ezildi resmen. Tur yine de gelebilirdi, o da işin çok yazık tarafı oldu. İşin garip tarafı, daha kura çekilmeden Benfica’nın geleceğine (3’te 1 şans) ve onları geçeceğimize emindim. Benfica’nın genel olarak bizden daha iyi olduğunu öğrendikçe de değişmedi bu inanç. Öncesinde o kadar emindim ki bugün son dk.lara geldiğimizde bile hala biraz ümidim vardı. Orada olsam iyice yıkılır mıydım, yoksa Lizbon’u gezmek bir teselli mi olurdu, hiç bilemiyorum. Sanırım oradaki Fenerlilerle paylaşmak iyi gelirdi, büyük çoğunluğu ülkenin şımarık kesiminden olsa da.

Biz, yani bu ülke takımları buralara çok az gelir. Ama dikkat ederseniz ne zaman gelsek, karşımızda eleyemeyeceğimizi bildiğimiz rakipler olmadıkça biz geçeriz. 2002’de ve 2008’de milli takım kritik turları hep geçti, yarı finalde Brezilya ve Almanya’ya takıldı. GS 2000’de Leeds’i geçti, finalde Arsenal’i bile yendi (yenmedi de penaltılarla geçti). Bu yıl Schalke’yi geçti, çeyrek finalde eleyemeyeceği Real’e takıldı. 5 yıl önce Fener Sevilla’yı eledi, karşısında bir şansının olmadığını bildiği Chelsea’ye elendi. Yani ümitlendiğimizde o ümit hiç boş çıkmaz, yıkılmayız. O yüzden böyle başarısızlıklar karşısında aşılı değiliz.

İnancım boş çıkınca öyle üzüldüm ki belki küçük çaplı bir travma bile denebilir. Bu yıl Fener’in maçları, o maçlarda yaşanacağını bildiğim stres, yüksek sevinçler, ağır üzülmeler beni hayata bağlayan birşeydi. Şimdi birden bitti. Üzülecek birşey olmasından daha kötüsü, sevinecek-üzülecek hiçbir şey olmaması, boşluk. Zaten basit mantıkla, üzülecek birşey varsa sevinecek birşey olasılığı da var demektir.

h1

Futbol, what is it for?

3 Nisan, 2013

Gassaray yenilirse normal sonuç, sürpriz olmaz. Ama ya yenerse (tur atlarsa), işte o zaman büyük olay olur‘ sözlerine bakmayın siz. Bir olasılık daha var: rezil olmak.

O yorumları yapanlar futbolun esas amacını unutuyor, ya da daha doğrusu hiç bilmiyor.  Futbol niçin oynanır diye sorduğunuzda herkes ya kupa kazanmak için, ya para kazanmak için der. Oysa onlara cevap vermek kolaydır. İlkine:

– Peki, kulüpler niçin kupa kazanmak ister? O kupa altın değil ki bozdur bozdur yat kat al.

– O zaman kupa kazanmayan ama final oynayan (mesela uefa kupasında final, şampiyonlar liginde yarı final) takımlar niye başarılı bulunur, bunla övünür?

– Türkiye züpper liginde 18 takım vardır, ama bunların 14’ü sezona şampiyon olmak için başlamaz, peki niçin başlar?  diye sorup çürütebilirsiniz.

Para kazanmak için diyenlere de “futbolcular para kazanmak isteyebilir (ki onlar da bunu prestijsiz istemez), ama kulüplerin asıl amacı para olmaz, yöneticiler kulübün kazandığı parayı alıp çıkamazlar ki, o zaman o para niçin istenir?” diye sorabilirsiniz.

Futbol  prestij  için oynanır. Tüm maçların, tüm para kazanma hedeflerinin, kupa hedeflerinin esas amacı budur.

O yüzden, bir maçın üç değil sayısız, bir eleme turunun iki değil, yine sayısız sonucu vardır. Sürklase edip elersiniz, can çekişerek elersiniz, penaltılarla elersiniz, hakem kararları sayesinde elersiniz, hakem kararlarına rağmen elersiniz,… ya da elenirsiniz, vb. Gerçek sporseverler de o sonucun nasıl geldiğini hiç unutmaz.

Özellikle bugünlerde Gassaray Real’i yenecek güçte diyenler çıkmışken dua etsin GS’liler de rezil olmasınlar.

h1

Gol be! Bu gol Alex’e be!

5 Ekim, 2012

Fener’in bugün Mönchengladbach’a attığı 2. golde Ercan Taner’in neredeyse ağlak, iyice çatallaşan sesle bağırmasında neredeyse böyle (başlıktaki) anlam vardı. Sanki söyleyebilse bunu da söyleyecekti.

Maçtan önce futbolla ilgilenmeyen bir arkadaşımla konuşuyorduk. Aykut kompleksleriyle göndermiş Alex’i, rekorunun kırılmasını istemiyormuş dedi. Etrafındakilerden öyle duymuş. Sokağa çıkıp sorsanız en az %50-60 böyle düşünüyordur. Bazıları düşünmekle kalmayıp Almanya’da maç öncesi olduğu gibi otobüse saldırıyorlar.

Aykut Kocaman bu futbol aleminin en doğru adamıdır. Gassaray’lısına bile sorsan onlar da (en azından aklı başında olanlar) aynı şeyi söyleyecektir. Çoktan unutuldu: ’96’da, şimdikinden farksız vahşi futbol ortamında, şampiyonluk maçı için gittikleri Trabzon’u deplasmanda yendikten (ve bir gol attıktan) sonra kameralara “Trabzonlu meslektaşlarım adına üzülüyorum. Onlar yerine biz de olabilirdik. Bu bir spor olayı, fazla büyütmemek lazım” deyip sonra da Fener’den kovulan birinden bahsediyoruz. Yıllar boyunca da sürekli saygı uyandırmıştır.

Şimdi böyle birine herhangi bir aklı başında ülkede yüklenmek kimsenin kolay kolay aklına gelmez. Ona kompleksli filan denmez öyle kolay kolay. Hele ‘gol rekorunu kırmasın diye Alex’i oynatmıyor’ gibi kafasız bir yorumda bulunmak için direk paranoyak-psikopat kırması olmak lazım.

Düşünün, siz büyük bir takımın hocası olmuşsunuz. Başarısızlık şansınız yok, hem ligde şampiyonluk, hem Avrupa’da başarı bekleniyor, tüm amacınız bu (yoksa kovulursunuz zaten), ama sizi başarıya götürecek ‘muhteşem’ oyuncunuzu, sizin futbolculuk hayatınızda bıraktığınız gol rekorunuzu kırmasın diye oynatmıyorsunuz. Yoksa, bunun o oyuncunun 35 yaşında olmasıyla, birçok maçta berbat oynamasıyla, ve en çok dao varken takımın yeni bir düzene geçememesiyle bir alakası olabilir mi? Artı, Aykut 2 yıldır takımın başında, Alex bu süre içinde ligde 42 gol attı (2 yıl önce Aykut varken en iyi sezonunu geçirdi, geçen yıl yaşla beraber düşüşe geçti). Ama Aykut’un şimdi birden tutmuş kompleksi. Üstelik bu yıl da oynatmamış değil, ligdeki 6 maçın 5’inde oynadı Alex. Rekor derdi olsa artık hiç oynatmazdı.

[Zaten bu, boyu sizi geçmesin diye 17 yaşına geldiğinde oğlunuza kalsiyumlu gıdaları yasaklamak gibi birşey. Hah, tam benzetmeyi buldum: Siz kayınvalideye diyorsunuz ki “Artık bizde uht’li süt içilmiyor, oğlanın da uht’li süt içmesini yasakladım”. Aklı hep komploya çalışan valid’anım da diyor ki “bak bizim damata, kendisinden uzun olmasın diye oğlanın süt içmesini yasaklamış”. Tüm aile efradı da buna inanıyor. Oysa sizin gayeniz uht değil, günlük süt içsin, eve hep günlük süt girsin. O ana dek ailenin gözdesiyken birden herkes size arkasını dönüyor, eşinize ‘boşa bunu’ deniyor, filan fıstık.]

Şu an savaşa ramak kalmışken bile ülke gündeminin 1 numaralı konusu Alex ise bunun tek nedeni milli sporumuzun çekişme olmasıdır. Konuyu buraya getirip hem Alex’in hem Aziz Yıldıvım’ın egolarını şişiren de herkesin sürekli konuyu kaşıması oldu zaten. Aykut da bu iki ego arasında kaldı. Bugün, hem de iyi bir galibiyetten sonra bile gördüğüm kadarıyla çok yıpranmış (Arınç’ın Tayyyyip için dediği gibi saçları beyazlaştı, yaşlandı yiğidim).

Ritfan 2-3 hafta önce “Fener seyircisi Aykut’u sever, ona sahip çıkacaktır” diyordu. Bu ülke kime sahip çıkmış ki ona çıksın? Tek bir isim söyleyin bana.

h1

Ne kadağ da pişkin Hayata ilişkin

1 Ekim, 2012

Haftalar önceydi, yine bir gecenin bir yarısı bir dizi bölümü izleyip basket oynamaya çıktım. Bir yandan oynuyorum, bir yandan şarkı söylüyorum. Aklım takıldı, fikrim takıldı, Güzel gözlerine aklım takıldı. Aklım kimseye takıldığından değil, ömrü hayatımda tek bir Gencebay şarkısına da play dememişimdir; ama dizinin son sahnesindeki şarkıya fena takılmıştım.

Bir şut, aklım takıldı, bir turnike, fikrim takıldı.  O sırada sanki sesim yankılandı. Topun, file yerine duran zincirden geçmesini bekleyip döndüm, saha kenarına atılmış plastik şişe yığınını toplamaya gelmiş genç bir arkadaş: “yeşil gözlerine aklım takıldı. Bir yandan eyvallahh yaptık karşılıklı. Sonra, yandan başka bir ses katıldı, döndük ikimiz de. Bisikletli genç bir çift, önce biri, sonra diğeri, birbirlerine bakarak: “Dün gece hep seni, seni düşündüm“, “Söylediklerine aklım takıldı. Hemen kortun dibindeki bir masada oturan dört sap atıldı: “İçimi tarifsiz bir korku saldı, Aşkımı düşündüm, aklım takıldı“. Bahçıvan amca çimlerin sularını açmaya gelmişti, “Açık konuş benle, doğruyu söyle, Ne bu tavırlar, bu gidiş böyle“. İleride içip zom olmuş tipler arabalarını çalıştıramıyordu bir türlü, bi iter misiniz demekti asıl niyetleri: “Bir yanlışlık yaptım demedin amma, Şeytana uydun mu, aklım takıldı“.

Sonra nakataratı hep beraber söyledik “Aklım takıldı, fikrim takıldı, yeşil gözlerine…” O sırada beyaz bmvvv’sini yol kenarına parkedip gözlerini bana dikerek anlamlı anlamlı bakan abi dikkatimi çekti “… aklım takıldı“. İçimden topu bırakıp tüymek geldi mi? Geldi. Tüydüm mü? Evet. Topu bıraktım mı? Hayır.

Bu da bir İşler Güçler sahnesi oldu mu? Hem de nasıl oldu, anasını satiim.

Bu yazın hoş taraflarından birisi Ahmet Kural-Murat Cemcir oldu. Tanımıyordum, anca bir bölümde Behzat’a konuk olduklarından biliyordum. Gösterişli, hatta belki fazla gösterişli (diziden rol çalan) piyanist şantör ikili rolünde. Tam Angaralı oldukları oradan da belliydi.

Murat Cemcir’i yeni Sadri Alışık olarak görüyorum. Daha önce Efe’ye (Kavak Yelleri’nin Dağhan’ı) layık görmüştüm bu ünvanı, ama o sonra biraz yamuldu. Cemcir’den ümitliyim. Ahmet Kural daha bir jön, daha bir gösterişçi, ama bu haliyle de iyi bir Ayhan Işık-Sadri Alışık ikilisi oluyorlar.

İkisi süper, ama dizi sadece iyi. Bazen sıkılıyorum, komik olmaya çalışıp olmayan öğeler-kişiler de var. Ama gayet özenli. Bazen bir sahne beklemeyeceğiniz hoşlukta çıkıyor. Ben şu, diğer bir Gencebay sahnesine tav olmuştum mesela. Bu 2 dk.da (kısacık diye vurguluyorum) nasıl bir sakinlik var, ve orada kendilerini oynadıkları nasıl da belli. Ve sözlere bakınca (“ne ben işe gitsem ne sen ayılsan”) iyi ki basket kortunda bu şarkıyı söylememişiz.

Deminki sahne aynı zamanda bence diziyi en iyi temsil eden ve gerçekten bayıldığım şu sahneye de pas atıyor. İşte bunu sakın kaçırmayın. Sonra sorarım.

h1

Sempati Dörtlüsü

31 Ağustos, 2012

Bugün atletizm Diamond League’de yılın sondan bir önceki yarışı vardı, çok sevdiğim iki atleti görünce onlardan bahsetmek istediğim bir yazıyı ihmal ettiğimi hatırladım. Ama geç olsun, güç olmasın.

Bu arada, bu sezon boyu Diamond League’de 12 buluşma oldu ve bizden bu yarışlara sanırım sadece 4 kişi katıldı, onlar da birer kez. Oysa, içlerinde Avrupa Şampiyonu olanlar var, isteseler hepsine davet edilirlerdi. Ya da federasyonun böyle bir vizyonu olsa (oysa, daha yılın en iyi derecesinin Aslı Çakır’ın olmadığını bilmiyor federasyon başkanı). Sonra da ‘heyecanlandık, motivasyon fazla gelince ciriti kaçırdım, şu bu’ derler. Git, deneyim kazan, rakiplerini tanı. Ya da altın-gümüş alan kızlarımızı tanımıyorlar diye laf etmeye belki de çok hakkımız yok. Tüm sporcular birbirleriyle sürekli yarışıyor, ama bizimkiler yok. Deneyimi bırakın, yılı 1. bitiren bayağı bir elmas sahibi oluyor. Kaynak arayacağına oradan çıkar paranı, hem sonra zaten sponsorlar peşinden koşar.

Bir de son not, Aslı ile Gamze tabi ki şanslıydı da bir yandan. Önemini azaltmak için değil ama anlamak için diyorum, geçen yıllarda Süreyya’yı son metreye dek bırakmayan Gabriella Szabo gibi üstün bir rakipleri yoktu bu yıl. Bazı zamanlar bazı alanlarda süper bir ekip oluyor, Tyson Gay’in 100 metrede 9.80 gibi süper bir dereceyle anca 4. olabilmesi gibi; ama bazen de bu 1500 gibi daha vasat bir kadro oluyor.

Neyse, geçelim. Kendi Olimpik madalyalarımı birkaç yazı önce vermiştim. Bunlar daha sempati ödülleri. Gördüğünüzde gülümseten sporcular. Zaten çoğunun bana yaşı uymaz, boyu uymaz, hepsi uysa kulaç genişliği uymaz.

1 – Ranomi Kromowidjojo

Süper bir adı var bir defa. Hollandalı, ama kesin Surinam bağlantısı da vardır. 50-100 metre serbest altını aldı. Ve ben -bu resimde anlaşılmayabilir ama- Azra Akın’a benzettim. Çok kişi sevmez Azra Akın’ı ama sonuçta dünya güzeli. Onun gibi geniş bir alın, geniş bir gülümseme ve gülen gözler…

2 – Katarina Johnson-Thompson

Heptatlet. İngiliz, daha 19 yaşında ve seyircinin sevgilisiydi Londra’da. Bizim bir sporcumuz da şöyle şehirli bir genç kız portresi çizse ne hoş olacak.

3 – Shelly-Ann Fraser-Pryce

Herkesin bir okulunda mutlaka böyle, kısa, en önde oturan, hafif inek ama ineklikten çok şirinlik muskası, sürekli gülümseyen, arka sıra haylazlarının sürekli uğraştığı, herkesin sevdiği (ama kimsenin de aşık olmadığı) bir kız olmuştur. Ben sınıfında olsaydım olurdum aşık. Ama Shelly-Ann Fraser’ın soyadı geçen yıl çoğaldı, ben de aldığım Jamaika biletini şöminede yaktım, kış boyu onla ısındım.
Shelly-Ann 100 metrede geçilmiyor. Onda altın, 200’de de, 4×100’de de alttaki Allyson Felix’in gerisinde iki gümüş aldı.

4- Allyson Felix

Antrenörü Allyson Felix’in koşu stiline ince ve zarif demiş, ben de öyle farkettim. Ben bu kadar güzel koşan birisini görmedim. Koşmuyor zaten, akıyor. Tam bir ceylan gibi.
Allyson Felix Olimpiyat’ın en önemli kahramanlarından biriydi, 200’ü kazandı ve çok ender görülen birşeyi yaparak hem 4×100’de, hem 4×400’de koştu, toplam 3 altınla bitirdi. 4×100’de manyak bir rekor kırdılar zaten. 100 metrede de 5. olmayıp bir madalya alsa çok efsanevi birşey olurdu.


Shelly-Ann Fraser-Pryce, Allyson Felix, Carmelita Jeter

h1

“When a man is tired of London, he is tired of life…”*

30 Ağustos, 2012

– 10 gün olmuş, ama ben de bir gazete değilim ki güncel olma zorunluluğum olsun: Japonya’da madalya olan atletlerin geçidine 500 bin kişi katılmış. Benim burada gittiğim, atletizm milli takımının tam kadro olduğu Avrupa Ligi yarışlarında 500 kişi bile yoktu tribünlerde -60-70 bin kişilik stadda.

Japonlar da 2020’ye aday ve onlar varken bize oy verecek Olimpiyat komitesi üyesi ya salaktır ya da para yemiştir. Zaten bizim aday olmaktaki gayemizin sportif olmadığını anlamak için burada yaşamak gerekmemeli. Ülkenin vizyonu, Bağış Erten’ın deyimiyle “inşaat ya Resullalah”.

– Altta geçen, 4×400 bayrak yarışında, turunun ortasında kaval kemiği kırılan ama aynı tempoyla yarışı tamamlayan Manteo Mitchell, okulları dolaşıp söyleşilere katılıyormuş. Geçen hafta bir gün New York borsasını altın alan kadın futbol takımı kaptanı Christie Rampone açmış. Zaten 2004’te ayağı burkulsa da takım yarışı için atlama beygirinde atlayış yapıp altın almalarını sağlayan kızı da hala herkes hatırlar o ülkede. Peki, siz, 2. turunun ortasında sakatlandığı için yarışı sekerek ve ağlayarak 800 mt.ci Merve Aydın’ın adını herhangi bir yerde duydunuz mu? Ya, ilk maçında parmağı kırılan ve son iki maçını 2-0’dan 3-2 kaybedip 4. olan Bahri Tanrıkulu’nu? Ben de ne diyorum ya, ne Merve Aydın’ı, ne Bahri Tanrıkulu’su?

– 41 çeşni spordan sonra tek futbola tamah edesim hiç gelmiyor, ama Barc.-R.Madrid maçını izliyordum. Dışarıdan, başka bir evden bağırışlar geliyordu. Yok artık, olamaz dedim, ama gerçekten de öyleydi. Bir evdeki iki genç Barcelona ataklarında vur be diye bağırıyorlardı kendilerinden geçmiş bir şekilde. Herhalde dedim, arkadaşların 7 ceddi Katalan, Barcelona’da doğmuşlara ama bir şekilde burada büyümek zorunda kalmışlar. Yoksa, daha hiçbir yayın organımız El Clasico’yu doğru yazmayı bilmez, ama mutlaka da yazarken başkası mümkün değil, di mi?

– Yine Bağış Erten “Türkiye’de en popüler 5 spor: 1-Futbol, 2-Futbol, 3-Futbol, 4-Basketbol, 5-Basketbol” der. Tam içime sinmez bu benim. Bir defa basketbol bizde hiçbir zaman kitlesel ölçüde ilgi uyandırmadığı gibi bizim asıl sevdiğimiz de futbolun kendisi değildir. Futbol tartışma programlarına 5 dk. baksanız veya sırf Alex-Aykut Kocaman anlaşmazlığı konusunun tüm Olimpiyat’tan veya tüm diğer futbolsal konulardan fazla işlendiğini görünce anlarsınız asıl neyi sevdiğimizi: 1-Çekişme, 2-Çekişme, 3-Çekişme, 4-Futbol, 5-Futbol.

– Fener’in Şamp.Ligi eleme maçı yerine Paralimpik Oyunlar açılışını izliyorum. Sporda politikanın en az olacağı yer Paralimpik Oyunlar olmalı, di mi? Ama konuşmasını bilmeyen, arka planda konuşmaları verilen Stephen Hawking’in dediklerini çevirmeyip adını bile anmayan (çünkü kendisi o sırada paramızla Londra’ya gönderilse de söylenenleri anlayacak İngilizcesi olmamasının utancını duymakta) trt spikeri şöyle sunuyor: “İnşallah bu staddaki 65 bin kişi İngiltere marşını alkışladıkları gibi İstiklal marşımızı da söyleyecekler…. Ve sırada, dost ve kardeş ülke Azerbaycan. Onların madalya alması için de dualarımızı gönderiyoruz. Bunu anlatmak da bize nasip olsun.” Sıra Azerbaycan’a geldiğine göre Armenia çoktan geçmiş olmalı, adını bile anmadı ama.
Allah binbir belanızı versin, kurumunuz başınıza çöksün, hep beraber altında kalın. 2 oldu, 1001 kere söyleyince gerçekleşecek.

* “… for there is in London all that life can afford“:
Samuel Johnson, 1777. Olimpiyat kapanış töreninde yerde yazan özlü sözlerden.

h1

İçindekilere rağmen ülkeyi sevmek

11 Ağustos, 2012

Amerika’da bir dönem okuldaki golf dersini almıştım. Golf hocasıyla piste giderken yolda sohbet ederdik. Birinde kadınlar voleybolda Amerika’yı yenmiştik bir gün önce bir turnuvada, ben de adama onu söyledim. O da “Türkiye’de kadınlar hangi sporu yapıyorlar, voleybol yapıyorlar demek, başka?” diye sordu. Ama öyle bir sordu ki bizim Suudi Arabistan’da kadınlar spor yapabiliyor mu dememizden farksızdı. Ben de “hepsini yapıyorlar” dedim. Nasıl da hemen damarımız kabarıyor, di mi? Türkiye’nin bir Suudi devleti olmadığını göstermek istiyoruz. Bir tarafı bu.

Diğer tarafıysa, düşününce çok da haksız değil adam. Bir Suudi değiliz, ama kızlarımız istediği gibi spor yapabiliyor mu, ben şu sporcu olacağım deyip olabiliyor mu? Mümkün mü böyle birşey? Okumaya bile daha yeni yeni okumaya başladılar genel anlamda.

Süreyya Ayhan’ı izlerken de bu yüzden ağlamaz mıydık zaten? Anadolu’nun bağrından gelip ‘Türk kadının makus talihi’ tamlamasını kırdığı için? (Hatta ben TRT’de okulların katıldığı folklör programını izlerken de aynı sebepten ağlardım).

Konuya gelirsek, Olimpiyat’ta 1500’de bir altın geleceğine ülkede çok az kişi benim kadar inanmıştır, çevresindeki herkese her fırsatta söylemiştir. Sırf burada bile 4 kez Aslı Çakır bahsi geçmiş (ilk bahsettiğimde daha evlenmemişti).

Ama bu, ülke tarihinin Olimpiyat’taki tartışmasız bu en önemli başarısı olmasına rağmen, yarıştan sonraki heyecanım, pür sevincim, yerimde duramayan halim çok kısa sürede sinire ve trt’ye bela okumaya dönüştü: Sunucuların bir atlet düşünce “bizim sporcularımız ayakta”, yarış sonrası sırıkla atlama görüntüleri verilirken “kimse kusura bakmasın, hiç umurumda değil geçti mi, geçmedi mi”, rejiye “bu görüntüyü bırak, sporcularımızı göster” demeleri, finiş sırasında çığırmayı iyi anlatmak sanmaları, ve sonra da “başbakanım, sayenizde başbakanım, bu madalyayı size armağan ediyorum başbakanım” sahnesi. Tam, yaptığı bağışı herkesin gözüne sokanlara benziyor Tayyyip. Sanki o veya danışmanları bilmiyor ne zaman aradığında trt canlı yayınında o konuşmanın verileceğini, yani ROL ÇALACAĞINI.

Üstelik, Tayyyip konuşması bitiyor, iki kızla konuşuyor trt’nin gereksiz spikeri, o sırada tribünler çığlık çığlığa, arkada görüyoruz zaten, 4×400 finali koşuluyor, en önemli yarışlardan biri, Aslı bile dönüp bakıyor ne oluyor diye, ama biz göremiyoruz. Sonra söyleşi bitince yarışı banttan veriyor trt ama o da yarısından. Göremedim diye yazmıyorum, ben eurosport’tan izledim, ama bu görüntüler tam Kuzey Kore görüntüleri.

Bu yazıyı okuyan tek bir kişi bile Tayyyyip aramışken o konuşmanın kesilebileğine imkan ihtimal veriyor mu? O sırada ister olimpiyat meşalesi yakılsın, ister Pistorius takma bacakla şampiyon olsun, ister kraliçe naklen yayında tribünden düşsün. Nitekim, trt’nin iki kanalının o telefon görüntülerini akşam boyunca toplam 8 kere verdiğini gördüm (hiç abartmıyorum, trt haber’de 5, trt 3’te 3 kez, kesin benim görmediklerim de olmuştur).

BBC 24 (yazıyla yirmi dört, roma rakamlarıyla XXIV) kanaldan yayın yapıyormuş bu yıl. “Geçenkine göre kanal sayımıza iki kat artırdık, böylece hokey veya masa tenisi severler bölünmeden izleyebilecek” diyor tanıtımlarında. Bize reva görülense ‘bizim sporcularımız’ anafikirli tek trt kanalı. Onda da plansız ve birçok sporu ihmal eden bir yayın. Öyle belalar okuyorum ki bu kuruma, bana kalsa binaları kafalarına yıkılır, trt logosu da düşüp süper yalaka gn.md.lerinin böğrüne saplanır.

______________________

Dün trt sunucularının sizden sakladığı hikayeler:

– Aslı Çakır Alptekin 27 yaşında ve son 1-2 yılda çıktı vitrine. Daha önce neredeydi diyordum, meğer 19 yaşında 2 yıl doping cezası almış, ama muhtemelen bilinçsiz aldığı bir ilaç nedeniyle.

– Oscar Pistorius 4×400’de Avustralya adına son atlet olarak final koştu dün. Tarihi bir andı.


(Oscar Pistorius’u ayırt etmek zor değil sanırım.)

– 4×400 yarı finalinde Amerika adına ilk koşan Manteo Mitchell’ın bacağı yarışın ortasında kırılmış. O da bunu hissetmiş, ama koşmaya devam etmiş. Fena da koşmamış, kimse birşey anlamadı zaten, Amerika seriyi kazanıp finale çıktı, finalde de gümüş aldı. Cumartesi akşamı podyumda görebilirsiniz.
“Anyone have a leg to lend me?” diye yazmış Manteo M..

– 4×400’de, yani üstelik bir bireysel yarışta değil, takım yarışında Amerika’yı geçen Bahamalar’ın nüfusu 350 bin. Yani Amerika’nın neredeyse 1000’de biri.

h1

Ve bir aşk depreşir! (Limon Beğendi-2)

10 Ağustos, 2012

4 yıl aradan sonra onu ilk görüşümde 10 metre yüksekten atlamak üzereydi. Hemen fırlayıp tırmandım peşinden. Çok yüksekti. Ben aşağıya bakmaya korkuyordum, o tam kenarda duruyordu. Dur dedim, yapma dedim, değmez dedim. Çok kararlı görünüyordu. Belki beraber mutlu oluruz, denemeye değmez mi, başaramazsak 4 yıl sonra beraber atlarız dedim. Kolundan tutayım dedim. Belinden çekeyim dedim. Ya, bir bırak ya, dedi ve kendisini boşluğa bıraktı. Aşağı varana geçen zaman en fazla bir saniyedir, ama bana o kadar uzun geldi ki o süre. Onu havada izlemek, sanki sonunu bilmezmiş gibi, öyle huzur vericiydi ki.

Çarpma anı pürüzsüzdü. Çıkarken de boyunlarında gümüş madalya vardı. Onlar yani o ve senkronize 10 metre atlama partneri. İşte tam o çarpma anı:

Paola Espinoza Sanchez’dan 4 yıl önce bahsetmiştim (Limon Beğendi) -bir blok için 4 yıl bir ömür demek, zaten hatırlayan olsa bloğun anahtarını verirdim-. Ama ekranda gördüğüm anda, hatta sunucu Meksikalı dediği anda yoksa o olmasın dedim.

Paola kule 10 metre atlayıcı. Senkronizede 2. oldu, bireyselde 6. Ama daha önce bireysel dünya şampiyonluğu bile var.

Red Hot Chili Peppers’ın gitaristi bile Olimpiyat gözdesini ilan etmişken (“I have a celebrity  crush on Neslihan Darnel” demiş) benim de bir Limon Beğendi-2 yapmamın zamanı gelmiştir sanırım. O listedeki iki İtalyan’dan biri (voleybolcu Paola Croce) buradaymış, ama görmedim. O yüzden Paola Espinoza Sanchez bu sefer tek kaldı, ben de yanına iki madalya daha verecek olsam kime verirdim diye baktım:

Bu kızcağızı açılıştaki bayrak töreninde görmüştüm. Toplam 2 kadın atleti olan Kuveyt ekibinde dikkat çekiyordu. Ülkesini sevmem ama Maryam Arzuki (Arzouqi)’yi sevmeden edemedim. 10 metreci o da, ama atıcı. 10 metre havalı tüfekte ve 50 metre tüfek üç pozisyonlu atışta yarışmış (eli silahlı, yamuk yapmaya gelmez). Tabi ki ilk turda elenmiş ama ben kendisine gümüş verdim.

Ama o ülkede spor yapabildiğine göre kesin bir emir kızı filandır, emir kızına da gümüş yetmez. Birbirimize metallerimiz uymaz. Metal uyumsuzluğundan ömrümüz kısa olur.

Bu yazı üzerine bu sabah erken saatte bir telefon geldi. İtalyan Olimpiyat komitesi madalya sıralamasına itiraz ediyordu. “Simon hünkar Elena Romagnolo’yu hiç görmemiş” dediler. Gerçekten de ancak bugün 5000 metrede gördüm Elena’yı. Yarışı bir süre önde götürdü ama Afrikalılar arasında ancak sonuncu olabildi. Ama ben kendisine teselli bronzu vermeye karar verdim.

[Her fırsatta 1500 metreden uzun zamandır bahsediyorum. Atletizm başlamadan herkes Nevin Yanıt derken ben Aslı Çakır Alptekin diyordum. Nevin -çok başarılı olsa da- ne yaparsa yapsın ne yazık ki madalya alamazdı. Sprint dallarının acımasızlığı, gen domine dallar olmaları. Oysa, Aslı yılın en iyi 2. derecesine sahip ve çok formda gözüküyor. Yanındaki genç ve formda Gamze Bulut’un varlığı da avantaj. Büyük olasılık bir gümüş, ya da sürpriz iki madalya. Bu -Cuma- akşam 22:55’te].

h1

En son ne zaman jimnastik izlediniz?

31 Temmuz, 2012

Hatırlar mısınız, en son ne zaman jimnastik izlediniz? Hatırlamasanız bile izlemişsinizdir ama, di mi? 20 yaşından büyükseniz herhalde 1-2-3 kanallı dönemlerde denk gelmişsinizdir. O kelime jimnastik miydi, cimnastik miydi diyecek kadar bile kullanmadığınızı farkettiniz mi? Comaneci dışında bir jimnastikçi ismi biliyor musunuz? Comaneci’yi biliyor musunuz?

Son soru hariç hepsi benim için de geçerli. Son olimpiyat dahil uzun zamandır izlemiyorum. Halka biraz sıkıcıdır, ama yer hareketleri ve atlama beygiri en adrenalin isteklileri bile memnun edebilir. Denge ve asimetrik paralelden zevk alacak iç huzuru olmamak da bir eksiklik olsa gerek.

Ama nerede izleyeceğiz?

Bundan iki olimpiyat önce ilk defa Radikal’e bir yazı yollamış ve o sıralar (başta Hıncal Uluç’tan) çok eleştiri alan TRT sunucularını, en azından hevesli anlatımlarını övmüştüm. Heves profesyonelliğin yerine geçmese de.

O zamandan bu yana trt’ye kanal 7’nin sadece insanları değil, mantalitesi de hakim oldu. En kısasından söyleyeyim, mesela bu akşam yüzme finalleri sırasında halter hazırlıklarını, hatta 4×200 bayrak finali sırasında da reklam veriyordu trt. Olimpiyat yayınında bunları yapamazsınız.

Olimpiyatta tüm sporlar -olimpik tüm sporlar- olur. Ama biraz ilgilenen herkes bilir ki sporlar aralarında eşit değildir, atletizm-jimnastik ve yüzme önem olarak diğerlerini geçer. Zaten olimpiyat takvimi de herkes bu sporların finallerini izlesin diye ayarlanır, ilk hafta yüzme, 2. hafta atletizm olur. Yüzme finalleri akşam, jimnastik finalleri gündüz ayarlanır. Özellikle her kiloda farklı madalyalar dağıtılan minder oyunları çok daha az önemsenir. Hiçbir güreş-boks-halter şampiyonu Phelps-Popov gibi veya Bolt-Carl Lewis gibi ünlü olmaz. Özellikle de türki sporcuları vereceğim diye gece gündüz halter ve boks verirsen (ki bunlar özellikle en çirkin, hatta yasaklanması gereken iki oyun: insan vücuduna zararlı diye doping yasaksa halter ve boks da olmalı) ben de seni direk olimpiyat komitesine şikayet ederim.

Trt ne cevap verecektir? Tivibu’dan 6 kanalla yayın yapıyoruz diyerek. Ve bu cevapla daha beter batacaklardır. Madem 6 kanaldan yayın yapabiliyorsun, 6 kanaldan yayın alıyor, 6 kanaldan verebiliyorsun, bunların başına 6 sunucu oturtabiliyorsun, niye televizyondan tek kanalla yayın yapıyorsun? Ki bu sırada trt1’de gereksiz uzakdoğu filmleri, trt2-haber’de geçen sezonun 4 büyüklerinin maçları yayınlanıyor. Kamu yayıncılığı, ttnet reklamı olsun diye kötü kaliteyle internetten yayın yapmak mı demek? (ttnet ve tivibu üyelerine hd, herkese açık olansa kötü kalite). Oradan kaç kişi izliyor, televizyonda olsa kaç kişi izler?

Trt zaten bize hiçbir zaman iyi yayıncılığın ne olduğunu göstermemiştir. 100 adamları var orada (kadın sevmezler), bir kere olimpiyat köyünü göstermezler, yüzlerce önemli sporcudan veya yorumcu olarak orada olan eski sporcu birsürü efsane isimden biriyle söyleşi yapmazlar. E, çünkü dil de bilmezler. Bütün bu laflar yerine iyi yayın nasıl olur diye çok küçük bir örnek göstermeyi çok isterdim. Örneğin NBC -ki tüm yıl olimpiyat logosunu koyar kanalına, o yayını yapacak olmakla övünür- her yayın öncesi en az bir oyuncunun ilginç hikayesini belgesel gibi işler. Veya en basitinden, Eurosport’a bakın, tek kanalla aynı anda 3-4 sporu takip etmeye çalışıyorlar, önemli anları kaçırmamaya çalışıyorlar; tüm sunucuları 3-4 dilden çeviri yapabiliyor, hepsi de gayet bilgili, 4 yılda bir izlemiyorlar anlattıkları sporları, üstelik yanlarında sürekli 1-2 yorumcu bulunduruyorlar.

Sonuçta, 2 türlü düşünmek mümkün: Biz bunu haketmiyoruz. Ya da tersine, ülke geneli kendi sporcularının madalya kazanması dışında birşeyle ilgilenmiyorsa, tam da bunu hakediyoruz.

Sırf bu yüzden -1500 metre ve voleybol hariç- her dalda elimizin boş dönüyor olması içimi rahatlatıyor. Şu kadar sporcuyla gittik diye bas bas bağıranları dönüşte de görmek isterim.

Resimler, Rumen Catalina Ponor’un. 2004’te 3 altın aldıktan sonra yaşadığı sakatlıkla sporu bırakmış, 2 yıl önce geri dönmüş. Bazı aletler için ve kadınlar için geç bir yaşta, 24 yaşında iddialı şimdi. Onun dışında 39 yaşında Bulgar erkek ve 37 yaşında Alman kadın jimnastikçiler de var yarışmada, her birinin hikayesi işlenmeye değer.

Yaşlılar yanında gençler de var. Biz 16 yaşında bir yüzücümüzün katılmasıyla övünüyoruz, Çinli 16 yaşındaki bir kız dünya rekoruyla altın aldı.

h1

Olimpiyat kimin umurunda?

26 Temmuz, 2012

Dünyalıların biraraya gelmesi konusunda en önemli olayın Olimpiyatlar olduğu, sporun da sanatla beraber insanın kendisini ifade etmesinin en güzel yollarından biri olduğu…….. birçok laf daha edilebilirim. Ama ülkedeki ilgisizlik o düzeyde ki ben bir gazete yönetiyor olsaydım bir sayfa (tabloit değil, kocaman bir sayfa) boyunda

Olimpiyat kimin umurunda

yazardım. Reklamını yapmak isteyen 1-2 sponsor ve yine kendi reklamını yapmak isteyen spor bakanlığı olmasa kimsenin haberi olmayacak. Yarın başlıyor, huuuu!

TRT’nin gece gündüz iki kanaldan 24 saat yayın yapacağını, nasıl hazırlandığını filan duyurması gerek, oysa sesi çıkmıyor. Belli ki yine özetin özetine mahkum edecekler bizi. NTV spor da farksız, gece gündüz transfer kovalıyor.

Bir de düzenlemeye aday olmuyor muyuz, insafff!!!!!

2 hafta sonra bu iki genç kızdan biri 1500 metrede madalya alıp bir heyecan yaratırsa şaşırmayın. Aslı Çakır Alptekin dünyada bu yıl yılın en iyi 3. derecesini yaptı. Tuğba Karakaya bu yıl çok dikkat çekmedi, ama daha 21 yaşında, her an bir ilerleme kaydedebilir.