Archive for the ‘çal!’ Category

h1

Sen kana gidemiyorsan kan sana gelsin

21 Mayıs, 2013

– Cannes’da milyona yakın değeri olan mücevher çalınmış. Tam da festival sırasında. Hemen telefonlar gelmeye başladı. Kuzenler yine mi Simon, ailemizin ismi, bari soyadını sakla, gel seni yaylada saklayalım, bizi hiç düşünmedin mi, bari bunu kızlara yedirme, konuşturmadılar bile. Uzun zamandır konuşmadığım arkadaşlarım, eski sevgili derken artık açmamaya başladım. Annem bile aradı, hani gitmeyecektin festivale dedi. Anne, ben içeride odadayım dedim.

Aslında şu divanda yatma sitelerine bile bakmıştım. İnsanlığın böyle karşılıksız ve paylaşımcı bir ruhla yaşaması bana çok inandırıcı gelemiyordu zaten. Netekim, normalde divanlarını açanlar bile festival sırasında abartılı paralarla kiralıyorlar evlerini. Bazıları da zaten o günlerde kendi evlerini kullanamıyorlarmış, o günlerde boşaltma şartıyla kontrat yapıyormuş açgözlü ev sahipleri. Neyse, sağlıksal sorunlardan dolayı çok zordu zaten.

– İnsana hep varmış gibi gelen Milör programında garip birşey var. Adam restoranlara gidiyor, yiyorlar, yemeklerden konuşuyorlar ama restoranın adı geçmiyor. Bu hafta söyledi de bunu, gittiği yerin sahibi Didem Şenol’un diğer restoranından konuşurken “adını söyleyemiyoruz ama” dedi. Yani, yemek eleştiri programında restoranın ismi söylenemiyor. Gazete, dergilerde yapılabiliyor, ama tv’de yapılamıyor. Bu kadarı benim algımı aşıyor.

Bunun nedeni, kimsenin dürüstlüğüne inanmamak olmalı. BBC’nin araba programı Top Gear 7-8 yıldır sürüyor olmalı. Her marka arabayı eleştiriyorlar, ve müthişten berbata kadar her türlü sözü söyleyebiliyorlar (ki araba dediğin şeyin iyi satıp satmaması ülke ekonomisini bile etkiliyor). Bizde bir araba programında bir arabaya en ufak laf edildiğini düşünebiliyor musunuz? Direk yayıncı holdingle arabanın distribütörü holding birbirine girerdi. NTV’de yapılıyor (gibi) mesela bir araba programı, ama hep müthiş sözler söyleniyor ve tabiy ki daha çok Doğuş’un sattığı arabalar inceleniyor.

– Restoran yazdıkça tövbe tövbe diyorum. Biriyle tanıştığınızda nasıl biri olduğunu anlamak için ona restoran dedirtmek iyi bir fikir olabilir. Artık restorandan çok restorant deniyorsa bu toplumdan birşey beklememeli. Daha dilindeki kelimeyi bilmeyip İngilizcesini öğrenen birileri onu kullanıyor, millet de peşinden gidiyor. Akıl alır gibi değil.

Son kelimeden ok: Al sana ikinci turnusol kağıdı: DEĞİL değil, diil. Türkçe yazıldığı gibi okunur diye bir saçmalık çıkmıştı zamanında (hiçbir dil yazıldığı gibi okunmaz, fonetik diye birşey vardır). Yanılmıyorsam o zamanlar başlamıştı bu DEĞİL tonlaması. Ama ilginçtir, o zamanlar yayılmadı, daha birkaç yıl önce yayıldı. Ama oradan (yazıldığı gibi okuma saçmalığından) beslendiği kesin. Herhalde insanlar duydukça bunun doğrusu olduğunu düşünüyor, ben de doğru konuşmalıyım diyor. Ve virüs gibi yayılıyor, kulaklar ona alışıyor. Bazıları da o kadar abartıyor ki. Geçen yıl birisiyle görüşmedeydim, oğlan deağil gibi birşey diyordu, düzeltmemek, hatta laf etmemek için kendimi zor tuttum. Bazen Kenan Işık’ta bile duyuyorum. Bazen, çünkü o da, DEĞİL diyen birçok kişi de özellikle dikkat etmediklerinde, hızlı konuştuklarında filan gayet doğal diil diyor. Dikkat edin, Bayülgen hiç yapmaz böyle şeyler. (Sevmediğim tarafları bir yana şimdi) Onun kadar iyi konuşan çok göremiyorum artık.

h1

62.si

24 Mayıs, 2010

Geçen yılki festivale (festival: tabi ki Cannes) Radikal yazarı bir kızla gitmeyi konuşmuştuk. Ciddi ciddi. Belki bastırmalıydım, bastırmadım ve gitmedik. Arkadaşı Yekta Kopan hergün oradan program yapıyordu ve ona fazla kıskandıran mesajlar gönderiyordu.

Festivale gitmek için tam doğru kişiydi o çünkü halktan sıradan biri olarak elinizi kolunuzu sallayarak gidemiyorsunuz festivale. Ya basın akreditasyonunuz olmalı ya da çok önceden (bir yıla yakın) başvurmuş ve sayılı kabul edilmiş sinema öğrencilerinden olmalısınız. Zaten gidemezdik dediğimde o, akredite olurduk gazete sayesinde demişti ve ben şu an bunu düşününce kafamı kırsam mı diye düşünüyorum.

Aradan bir yıl geçti. Kocca bir yıl. Çad’dan bir adam jüri özel ödülü alacak bir film yaptı. Dalan Çan ve Kelebek‘in genç oyuncusu adam en iyi yönetmen ödülü alacak bir film yaptı. Tayland’dan genç bir oğlan (resmen) Altın Palmiye alacak bir film yaptı. Bense aynı dönemde bazen bir enkaza dönüşmüş gibi hissediyorum. (Enkaz ve Panayır diye bir film yok muydu? Deminden beri inatlaşıyoruz gugıl’la).

Aynen bir hafta önce yazdığım gibi ayağa kalkmanın yolunu bulmalıyım. Bunun kaçarı yok. Elimdeki en büyük güç, kaybedecek bir şey olmadığı. Bir kez bile ölüme yaklaşan insan artık bilir ki korkacak birşey yok. En kötüsünü gördün zaten, bundan sonrası ancak daha iyi olabilir. Ha olmadı, o zaman da bırakırsın. Ölüm fikrinin en rahatlatıcı tarafı bu. Her zaman öyle bir olasılık olduğu için de hiçbir zaman bırakmaya gerek yok.

Dalan Çan yazımda iyi bir laf etmişim, (o filme gitmenin zor olduğuna dair): “Zaten filmin evin yanındaki sinemada oynayanına ve siz salona girince başlayanına hayat demiyorlar.”

Kolay değil. Ama sadece ayağa kalkmak değil, kalkarken de çıtayı yukarı koymak lazım. Törene bir yanında annesi bir yanında Penelope ile giden, ödül alırken önce annesine, sonra da “eşlikçim, aşkım” diyerek Penelope’ye teşekkür eden J.Bardem’den neyim eksik? Hiçbir şey olmasa 6.hissim ondan güçlüdür (bir de muhtemelen matematiğim).

Bir de daha iyi çalarım. Şimdiye dek bunla hiç övünmedim. Hikayelerimi de hep sakladım. Ama artık yeter, di mi? İnsan kendi değerlerini unutmamalı. Kendisini bilmeli, kendi zengin tarihini unutmamalı. Devrim denilen şey bunların inkarıyla olmuyor zaten, onlarla oluyor.

O kırmızı halıya basmıştım ben zamanında. Gün gelir, Penelope’yi de çalarım.

h1

Kurt kuzularla bir binanın içinde yapayalnız

6 Mart, 2009

7 pm: Binaya giriş. Yorgunluk bariz ama önce hevesimizi almak için biraz mağazaları yoklayalım.

8 pm: Günlerdir biriken uykusuzluk bugün feci çıkıyor. Yat diye bağırıyor vücudum. Önce Mangonun yanında yatıyorum. Ama ileride oğluyla bağırarak konuşan bir Doğu Avrupalı yüzünden daha boş yerlere ilerliyorum. 36 nolu kapının yanında artık yatağım. Sesler var ama uykuya dalıyorum.

10:30 pm: Arada seslerden uyanıp durdum. Televizyondan veya önümdeki sırada konuşan iki adamdan sesler geliyormuş gibi geliyordu ama kalktığımda kimse yok. Televizyonda da sadece kokpit görüntüleri. Biraz önce birsürü insanın dolaştığı koridorlar bomboş, uzun uzadıya sıralanan koltuklarda oturan kimse yok. Görünürde tek yaşam formuna rastlanmıyor. Üzerime kapıyı kitleyip gittiler mi nedir. Veya ben uyurken ölümcül bir virüs çıktı, herkes sığınaklarda. Ve ben insanlığın sonunu burada tek başıma bekleyeğim. Bari bir de karşı cinsten birini bıraksalardı. Ama o zaman flörtgen durumların bir zevki olmazdı sanırım. Valla bebek, bir tek senle ben varız, artık yersen.

img_2133

11:00: Etrafı keşfe çıkıyorum. Adada yenecek bitkiler var mı gibi bir gezi bu. Ortadaki bir kafeteryanın elma ve muzlarından alalım. İşlem bittikten sonra görüyorum ki her yere yaklaşmayın, alarm var yazmışlar. hahah, demin niye çalmadı o zaman, bizi salak sandınız galiba.

img_2118

Yalnız, şu mağazalarla beni tüm gece aynı mekana kapamak bana pek iyi bir fikirmiş gibi gelmedi:

img_2108img_2116img_2164

Neyse ki uslu günümdeyim.
Ortaya şu yaşlı taşıdıkları arabalardan bırakmışlar. Birara gezmeli.
Tek tük polisler dolanıyor. Masaj koltuklarına oturmuş iki Rus kadın ve ileride başka arkadaşları var, hepsi o.

1:30 am: Uyku gel diyor. Nasıl istersen. Evime geri dönüyorum. Üstümdekilerden sıkıldım, üzerimi değiştireyim. Bu konuda rahat olmak ne güzel. Yalnız insan gerçekten düz yatınca kıvrılıp yatmaya göre daha fazla üşüyor. Saçma ama gerçek şu vücut yüzeyini küçültme meselesi.

5:40 am: Bu konuda önceden başka fikirlerim vardı ama sanırım en kötü uyanma şekli başında boru gibi konuşan bir Portekizli. Hayır ama, yaşlı Portekizli temizlikçi, genç Portekizli temizlikçiye hayat dersleri vermek için kilometrelerce uzanan salonda niye benim başımı buldu. Üstelik uyandırma eyleminden sonra gittiler, 2 dk. sonra tam aynı noktaya dönüp devam ettiler. Meğer dibime giren şu şeyi seyretmeye gelmişler (hergün görmüyorlar mı?). Yine de beklediğimden bayağı fazla uyudum.

img_2137

6:00 am: Günlerdir düşündüğüm sahne gerçekleşiyor. (Seyretmediğim) Terminal’deki Tom Hanks gibi yeni gelenleri tuvalette günaydın diye selamlıyayım diyorum bornozla. Tamam, bornoz gerekmez, diş fırçalarken filan.

8:00 am: Hayret, hala dolmuş değil terminal. Bu saate dek uyunurmuş demek, ah körolası çöpçüler. Yalnız, insanları gördükçe (virgülün önemi) buralar benim, evimden çıkın diyesim geliyor.

11:00: Gece boyunca uzaktan beni izleyen Penelope’ye veda vakti.

img_2144

1.5 günlük yolun o sırada daha ortalarında olduğumu biliyorum da ikinci kısmın ne feci sıkıcı olacağının henüz farkında değilim.

h1

Melankoli tüm hücrelerime sızıyor, NBC de kapıda bekliyor

6 Ocak, 2009

İçimden gelen şeyler: 1 ay evden çıkmamak, birkaç gün uyumak, saatlerce bir noktaya gözlerimi dikip bakmak. Fazla değil, normal duygulanımlar bile bünyeme yasaklansın istiyorum. Kritik bir seviyeye gelince alarmlar çalsın, doktorlar gelsin, beni uyutsun. Kaza geçireyim (Yeni Hayat misali), kazadan sonra günlerce uyutulayım. Gerçi kalıcı bir hasar olmaması nasıl garanti edilecekse. Belki de o yüzden o kitabın altadı ‘bir kitap okudum hayatım değişti’ idi. Kitaba kandım, sakat kaldım.

Yıllar önce bu ruh halime uygun, uzun ve duru (duru: sıkıcı’nin iyi hali), daha doğrusu, durgun planlar içeren küçük birşey yazmıştım (çiziktirmiştim). O aralar bu tarz birkaç Hong Kong filmi olmuştu çok hoşuma giden, ama henüz bu planların filmini yapan Nuri Bilge Ceylan’ı seyretmemiştim. Sanırım kısa zaman öncesinde Mayıs Sıkıntısı vizyonda oynamıştı, ben de birkaç gün sonra Ankara Film Festivali’nde seyredecektim. O şeyin yazıldığı kız hayran olmuştu o filme; ben de bir gece filmin devasa afişini, yine festivaldeki başka bir film sırasında -filmi de fazla kaçırmadan- Dil Tarih Coğrafya’nın iyi korunan binasından yürütmüştüm (meşakkatli ama iyi bir iş olmuştu doğrusu).

Bir de Washington’a ilk gittiğimde bir Türk filmleri programında oynamıştı Mayıs S.. Okuldan Çinli bir kızla gitmiştik.

Sonraki iki filmini kaçırdım. 3 Maymun bahsettiğim gibi yarım kalmıştı filmde ismim anons edilince. Bir de adamın sıcaklığını yakından gördüm Ekim ayı içinde.

NBC ile ilk münasebetim bunlardan yıllar önceydi ama. Ankara Film Festivali’nin kısa film yarışmasına katılmıştı Koza ile. Seyretmemiştim ama profesyonelliği ile çok övgü almıştı film. Adamın festivale gönderdiği kaset festival bitiminde benim kaset arşivimde yerini almıştı. Ama yıllar boyu öyle durdu. Taa soonra, Mayıs Sıkıntısı’nın Koza-Kasaba ile bir üçleme olduğunu okuyunca aa, demiştim, o Koza bende. O zaman seyrettim, sonraki iki film için iyi bir alıştırma gibiydi. O sırada okulda gösterdiğim filmlerden önce bir kısa film gösteriyordum (biraz işkence eder gibi). Bir filmden önce de Koza’yı göstermiştim.

Geçen gün, zamanında burada bıraktığım birsürü kutuyu incelerken yine elime geçti Koza. Adamın profesyonel olduğu festivale gönderdiği kasetten belli. Hangi kısa filmci kasedine bir kapak yapar, hem de böyle iyi bir kapak?
img_0526

Ne mutlu size ki seyredeni çok çok az olan Koza, Kasaba’dan önce oynuyor Çarşamba gecesi, e’de (cnbc-e’de). Devamında ayboyu, Mayıs S., Uzak, İklimler… O fotoğraf karesi görüntüleri tabiy ki sinemada seyreylemek gerek, aynı şey olmaz (sanırım özellikle Uzak’ta), ama yine de önemli bir fırsat bu -benim gibi seyretmediği olanlara-.

h1

Çalmak ya da çırpmak. İkisi ayrı şeyler.

21 Kasım, 2008

Burada habersiz yapamayan ben orada hiç haber seyretmediğimi farketmiştim. Seyredecek haber de yoktu zaten. Büyük kanal sanabileceğiniz nbc, abc, cbs, fox, sonuçta küçük ve yerel bir kanalın o network’lerle anlaşmış, programlarını yayınlar hali. Haberleri de yerel ve ‘doğu yakasında yine bir yaralama daha yaşandı. siyah fail aranmakta’lardan oluşuyor. Ülke çapı haber diye birşey yok, cnn, msnbc dışında -ki cnn’i de benim midem kaldırmaz-. Hani hep denir ya, amerikalılar ülkeleri dışını tanımaz diye, onun nedeni ülkelerine gömülmüş olmaları değil, küçük eyaletlerine gömülmüş olmaları. Diğer eyaletleri de başka bir ülke gibi görüyorlar.

O yüzden bu yılın başında BBC America’nın Washington’dan haber servisi başlatması vaha gibi oldu. Amerika’nın ihtiyacı olan haber, bağımsız haber gibi sloganlar da çok doğruydu. Şimdi de arada rastlıyorum, bbc world yayınlıyor o haber saatini burada da.

Birara, Şubat-Mart civarı sanırım, BBC’nin haber programı her akşam bir haberdeki son gelişmeleri yayınlıyordu. Fransa’nın 2. en büyük bankası Société Générale’in (ismi de afilli) bir çalışanı, izinsiz yatırmış bazı paraları ve borsada batırmış. Miktar 5 milyar. Zaten bankanın sermayesi de zaten bunun biraz üzerindeymiş. Sonra işte, her gün haberlerde bankadan bir yetkili, kayıp adamın avukatının açıklamaları filan. Ama bankaların denetiminin nasıl olmadığı da belli olmuş oldu.

Bu durumda bugünlerde güney kıyılarımızda esen bir Bonnie & Clyde haberi daha kolay anlaşılıyor. Antalya’da bir banka çalışanı kadın, Amerika’daki bir Türk’ün hesabından para çekip kocasıyla kayıplara karışmış. Miktar başta 1.5 milyondu, müfettiş kontrollerinden sonra 4.5 milyona çıktı. Önceden de aktarmış kendi hesabına (veya şube yöneticileri batık kredilerini de bu davaya katıyor olabilir mi?).

Birkaç gün geçmeden İzmir’de yakalanmışlar. Paradan iz çıkmayınca parayı nerede harcadınız diye sormuş gasteciler. Hamamda demiş adam. Haberdeki resme bakılırsa arada dericiye uğramışlar. Kadında bir manto, adamda ceket, ikisi de ince deriden ve bariz ki yeni.
Buradan ne anlıyoruz:
– Bankalarımızda iç kontrol mekanizmaları sıfır. O kadar müfettiş çalıştırıyorlar, demek hava civa.
– Soygunu gerçekleştirecek kadar kafayı bozmuş biri, hatta bir değil, iki kafanın biraraya gelmesi bile kaybolunacak güne bir İsviçre bileti almayı akıl edemiyor.
– Paralanıp kaybolan kaçakları polisimiz evlerinde nöbet tutup bekleyeceklerine (salak mı bunlar), Derimod, Desa, Matraş’ta arasın.

Bu arada, Amerika’daki bir Türk sözü, paranın henüz bulunamamış olması ve bu yazıdaki içeriden bakış aklınıza başka şeyler getirmesin. Ya da getirebilir. Alaylı biri temiz bir soygun gerçekleştiremez demem. Ama bu kadar fazla amatör ve bilenlerden hiç ders almamış işlere bulaşmamak en iyisidir. Ayrıca, her kötü deneme, güvenlikçileri azdırıp önlemleri artırmaya yarar sonunda.

h1

Plastik Dünyamız

27 Mart, 2008

Gündelik ve kısır yerel çekişmelerden bıktıysanız:

§ Perulu yerliler kendi Amazon ormanlarında petrol çıkarıp kirletip giden Amerikan şirketini Los Angeles mahkemesinde dava etmişler.

Darısı İzniklilere ve Cargill’e olsa.

§ Amerika’daki balarısı popülasyonu 2007 içinde %30 azalmış. Önceki yıl da bir öncekine göre azalmış. Nedeni araştırılırken benim seyrettiğim haberde arıların doğadaki etkisini anlatıyordu muhabir markette ürünleri dolaşıp. Tüm meyva ağaçları, badem, fındık, fıstık ağaçlarının polenlerini dağıtmalarından, otlak hayvanlarının otladığı alanları da polenleyen arılar.

Bizim akp’li güngörmüş, tecrübeli, bilge (koskoca milletvekili olduğuna göre tabi öyledir) muğla milletvekilimiz ne diyordu geçen gün maden aramaları ve kesilecek ağaçlar, zarar görecek arıcılık hakkında?

§ Plastik kelimesini sıfat olarak orada burada kullanmayı pek seviyorum. Ama şimdi geçecek olan, isim olan, bildiğimiz plastik.
Pasifik’in ortasındaki -adı da pek nüktedan- Midway adasındaki milyonlarca albatrosun her birinin midesinde plastik birşeyler varmış. Ada zaten denizden taşınanlarla plastik bir çöplüğe dönmüş. Günlük halinde anlatıyor bbc muhabiri. Şu da sevimli videosu.

§ Angola’da karamayını güzellik yarışması düzenleniyormuş. Katılanlar karamayınlarından yaralanan sakat kalan kızlar. Dünyanın 20. yüzyıldaki en büyük suçlarından birine dikkat çekmenin en güzel yollarından biri.

≈ ≈ ≈ ≈ ≈

Azıcık da içaçıcı haberler:

§ İtalya’da marketlerde kasiyerleri hipnotize edip soyan bir adam varmış. Meslek sürekli gelişiyor, teknolojiyi yakalamak lazım.

§ DB Cooper diye birini duymuş muydunuz? Ben de duymamıştım. Bu adam, daha doğrusu bu isim bir efsaneymiş meğer. 71’de bir uçak kaçırıp 200,000 dolarla mükemmel bir kaçış gerçekleştirmiş. Adamla ilgili aylarca süren araştırmalar sonuç vermemiş. Ama geçen gün inmiş olabileceği yerde onun olabilecek bir paraşüt bulmuş çocuklar. 37 yıl sonra ilk ipucu. Böyle adama saygı duyulur. (Bu adam kendine özel bir postu hakediyor).

h1

19:59:58, 19:59:59,20:00:00 hah şimdi haberler

27 Şubat, 2008

Milano’da tünel kazan meslektaşlar Damiani’nin birçok değerli taşını götürmüş. Bir anlamda Michael Caine’li The Italian Job 2003’teki tekrar çevriminden sonra bir daha çevrimi yapılmış yani. İyi de polis şimdi olağan şüpheli olarak yine benim peşime düşecek. Oysa kaç aydır en ufak işe karıştığım yok, sayın seyirciler. Gördüğünüz gibi burada hep karşınızdayım. Peki, ama çetenin diğer üyeleri ne durumda? Hem Halid‘in (ki küçüklüğünde Cheb Khaled diye bilinirdi bizim çevrelerde) hem de Candan‘ın aynı tarihlerde ortadan kaybolmasına ne demeli? Veletler patronları olmadan birşey çeviriyor sanki. Yoksa şu olay da onların olmasın? Bu sefer aldığınız Van Gogh’u, Monet’yi müze yakınındaki bir arabada bırakmak gibi komik hatalar yapmayın bari.

Abd, bağlayıcı karbon emisyon oranları kabul etmeye hazırmış. Vay anasını, di mi sayın seyirciler? Özellikle An Inconvenient Truth’u henüz seyretmeye cesaret edebilmiş, ümidi azalmış biri için daha iyi haber olamaz sanki, di mi? Oysa haberin gerisini okuyunca anlıyorsunuz. 2050 oranları için olumlu yaklaşıyormuş abd. 2050’ye bu durumda bugün bildiğimiz dünyadan ne kalırsa.. Zaten o zamana petrol de kalmayacağından sorunu olmaz abd’nin. Hem Çin ve Hindistan’ın da katılması koşuluyla demişler. Onların katılmasının kendilerinden zor olduğunu bildikten sonra..
Ben işte burada huzurunuzda öneriyorum, elmas dediğin yoğunlaştırılmış karbon değil midir? Toplasınlar dünyanın tüm fazla karbonlarını, elmas yapsınlar. Birazını da zararını karşılamak için Damiani’ye hediye etsinler. Bu iki haber de böyle birbirine bağlanır işte.

İlk biyofuelli ticari jet uçuşu gerçekleştirilmiş. Yapan da balonla dünya turu ve benzeri milyarderlik sıkıntıları ile uğraşan macerasever Richard Branson’ın Virgin havayolları. Ama işin içyüzü pek de göründüğü gibi değil. Kullandıkları 4 motordan birinin bir miktar ihtiyacı sadece. Ve çevreciler biyofuelin çok da yararı olmadığından bahsediyor bugünlerde. Başka şey yetiştirilen topraklara mısır ekince toprakta birikmiş karbon dışarı çıkıyormuş filan. Ayrıca, bu mısır fiyatlarını şişirmeye yarıyormuş. Aynen bir alttaki haberde görüldüğü gibi.

Dünya Gıda Örgütü, yükselen tahıl fiyatları yüzünden alarm vermiş. Son 6 ayda buğdayın fiyatı ikiye katlanmış, mısır %75 artmış. Tabi, daha çok artan petrol fiyatları yüzünden. Bir de Çin ve Hindistan zenginleştikçe artan talep yüzünden.

Norveç dünyanın tüm tahıl tohum çeşitlerini donduruyormuş.

– Pakistan yutüp’ü yasaklamıştı pazar günü. Aynı gün burada da kesikti yutüp. Meğer yutüp’e yönlenen bağlantıları çıkmaz bir adrese yönlendirmiş pakistan telekom’u. Dünyanın çoğu da daha hızlı bir bağlantı gözüküyor diye onları takip etmiş. Bizim telekom daha uyusun, eloğlu nasıl sansürlüyor siteleri.

h1

mickey briggs

8 Ocak, 2008

Dolandırıcılık sanatçısı Mickey Briggs’e bir bankanın güvenlik uzmanı gelir ve elinde grubuna yeni katılan asi ruhlu Danny Blue’nun hırsızlık sırasında çekilmiş bir videosu olduğunu söyler. Onu vermek karşılığında isteği, bankasını soyacağını bildiği bir adamın planını kendisine bildirmesidir. Mickey soygunu planlayan ve bir alarm uzmanı arayan Sam Richards’la buluşur. Adam bankaya girmesinin nedeninin zamanında babasına verdiği kredi yüzünden iflasına neden olup dededen kalma elmasa el koymuş olmaları olduğunu söyler. Sadece elması alıp çıkacaktır. Babasıyla ilgili benzer hassasiyetleri olan Mickey adama yardım olacak, hatta bankaya beraber girecektir. Grubun yaşlı ustası Albert Mickey’i uyarır ve 3 adet zayıflığı olduğunu söyler. Ben de kendimi yarı Mickey gibi gören biri olarak dikkatle dinlerim: 1- sadık oluşu 2- egosunun büyüklüğü 3- kimsenin sözünü dinlememesi. Zaten o pis güvenlik uzmanının da planı bu şekilde ikisini birden yakalamaktır. O, aynı zamanda şimdiye dek Albert’i yakalamış tek kişidir. Mickey, aşağı tükürsen şu bu şeklindeki bu planı bozmak için ne yapabilir?

Bir önceki yazın sonunda da bahsettiğim hustle haftaiçi her gece 9’da ve 12’de bbc prime’da.

h1

yarım bıraktıın

12 Ocak, 2007

Dün, birden farkettim. Onun söyleyişiyle vurgulu ve ağzı yana yayarak ‘Onu terketmiyeceim’ demeye çalışıyordum, acı bir şekilde dank etti. Tüm benzerlikler, o özlü sözler, o tutkulu aşk hali, aynı dünya görüşü, eski Türk filmleri sevdası ve onlarla dünyayı anlama çabası, aynı hırsızlık hali,.. ah, ne yazık ki…. ben büyüyünce Aksak olacağım!

h1

Bu dünyada kimin et, kimin patates yiyeceğine kim karar verecek, Maide hanım?

29 Aralık, 2006

Televizyon, sinemadır diye şarkı söyleyen tatlı kadın aşağıdaki filmdeydi, di mi? ‘Sinemaya gider gibi salona gider izlersin’ diye devam ediyordu. Bu aralar salona gidip seyrettiğim sinemada her hafta çok hoş sözler birikiyor:

– Onun için dünyayı bir kenara koydum. Ama ikimiz için yeni bir dünya yaratamadım.

– Bak, eğer Mafi gelecek diye geleceğimi zannediyorsan… doğru zannediyorsun. Zaten gelecektim, şimdi iki kat zaruri oldu.

– Çorapla mı yatıyorsun hala?
– Çorapla yatıyorum Ali Rıza.

– Sana yardımcı olayım Mafi, eğer hak dağıtacaksak..
– Ben hak filan dağıtmıyorum. Burada çay-kahve dağıtıyorum. Bunun için de kimsenin yardımına ihtiyacım yok.

– Ali Rıza değil, Arıza Arıza [ben de şimdi farkettim ismin geldiği 2.yeri -kısaltmayı-]. Sen gideli beri benim adım Arıza. (Göğsüne vurur) çünkü senden sonra bu makina durdu, stop etti.

– Kayboldum. Seninle bu dünya arasında bir yerde kayboldum.

– O gece bir istisnaydı Aksak.
– O zaman bu gece de bir istisna. Zaten hayatın kendisi istisna.

Son diyalog (seyretmediyseniz) tahmin edebileceğiniz birşey değil. Aksak’la Çınar içki sofrasında konuşuyorlar.
Böyle dizilerin gıdası aşk olduğundan geçen sezon boşta kalmış az sayıda karakteri çiftleştirmeye çalışıyorlar bu sezon. Ve olanları bozup baştan kurmanın geriliminden besleniyorlar. Bu arada öyle görülüyor ki bu sezonun sonunda Çınar’la Mavi Zapatistalara katılacak. Bu sefer de aralarına 3. kişi olarak Subcomandante girecek.

h1

hırsızlar da yanar

28 Ağustos, 2006

Dün klasik bir 444 0 375 sorunu yaşayınca The First Great Train Robbery’yi duyuramadım. İçimde kaldı. Oysa mesleğin erken dönem ustalarının yeraldığı çok tarihsel birolaydır o. Bize tarih dersinde okutmuşlardı (inkılap tarihi).

Neyse, en azından dublaj olunca Sean Connery’nin görkemli aksanı yoktu, kaçırmadınız. Bağlanamayınca dün söyleyip durduğum şarkıdan da haberiniz olmadı. Olsun, bugün beraber söyleyebiliriz. Allegro olacak ama:

Hırsızlar da yanar. Hem de nasıl yanar. Yanmak çözüm değil. Bizi yatak paklar. [a, ne ayıp].

Uslanmadan devam ediyoruz: Hırsızlar da yanar. Hem de nasıl yanar. Yanmak çözüm değil. Bizi nikah paklar. [Nikah mı? Ben ancak Westminister Abbey’de olursa evlenirim. Kraliçe de gelsin ama: “Liz, dear, bu davetiye 4 kişilik. Sen, kocan Koca Phil, Charlie, ve şu Kamilya için. Çocukları lütfen evde bırakın. Yalnız tören boyunca Kamilya’nın koluna girmeni rica edeceğim, benim için yap bunu lütfen.” Hem o gelirse belki Elton John da gelir. Tören başlamadan da seyircilerin arasına gizlenmiş olan Sir Paul, Clapton, Ringo ve Costello ayağa kalkıp All You Need Is Love’ı söylerler.]

Konu karıştırıyorum, kafamı dağıtıyorum sanırım. Oysa ne diyecektim: wish me luck, wish me love

h1

anket

7 Temmuz, 2006

thief

Birkaç gün yokluğumda size hoş bir konu bırakayım dedim. Bir süredir yapmayı düşündüğüm birşey. Bir anket.

Anketlerin çoğu saçma gelir bana. Bir süre önce dönüp duran anketler de ortaokul günlerini hatırlatıyordu. 50 dilde seni seviyorum’ları yazdığınız defter sınıfta dolaşır filan. Birçok forward mail de aynı işlevi görüyor zaten.

Neyse, geçelim bu ankete. Yalnız cevaplaması biraz zor olacak, baştan söyleyeyim. Çok cevap beklemiyorum, hatta hiç gelmese de çok şaşırmayacağım. Bu sorulardan dolayı pas da atmıyorum kimseyi zorlamamak için.

1. Çok çalmak isteyip de bir türlü çalamadığınız birşey var mı? (iş arkadaşınızın kurabiyeleri, yan masadaki bozukluklar, buzdolabındaki başkasının sandviçi, sınav soruları…)

2. Hiç polisten kaçtınız mı? (veya sizi yakalayabilecek birinden?) -bu soru Ocean’s 12’de aklıma geldi. “Daha önce karşılaşmış mıydık diyordu Venedik’te Pitt, “evet, siz dün polisten kaçarken” diyordu Zeta-Jones-, ben kaçmış mıydım diye düşündüm.

3. En son ne çaldınız?

thief2
4. Çalması en zevkli şey neydi?
(gerek eylem gerek elde edilen madde bakımından.)

5. Hiç yakalandınız mı?

6. Zenginden çalıp fakire vermek ister miydiniz?

7. En sevdiğiniz hırsız? (alternatifleri hatırlatayım: mesela ben).

Dönünce -şehr-i harabe’den- ben de yanıtlayayım bunları, söz olsun.