Archive for the ‘sokak’ Category

h1

Buralar Sonsuz Yedek Parça

20 Eylül, 2020

Bloğun altın günlerinde ki o zamanlarda geçen hikayelere evvel zaman içinde diye bile başlanabilir, önce bir akşam Çeşme’den dönerken eve çok yakın bir ara sokakta radyatör patlamıştı. Tam da akerdeonlu bir roman ve eşi şarkılar söyleyerek oradan geçerken. 2-3 gün sonra da uzakta bir oto sanayisinde yedek parça evrenine dalmıştım. Bir yandan Ağustos sıcağı, bir yandan bir torbayla patlamış karbüratörü taşıyordum. Sonra da yeni bir tane alıp iki karbüratörle dönmüştüm. Ama girdiğim bir çıkmacıdaki sonsuza doğru uzanan yedek parçaların görüntüsü aklıma kazınmıştı.

O zamandan beri sürekli bize yakın olan oto sanayisine gittim. Zaten o zaman da oraya gitmiştim de arabanın sahibi abim orijinalini alma diye 2. Sanayi’ye göndermişti. Ama şimdi işim düştü. Eski arabamın değişmesi gereken iki basit parçası var bir süredir. İçini yıkarken plastik parçalara garip bir kimyasal madde sürmüşler. O madde güneşle beraber plastiği eritmiş gibi yapış yapış yapmış. Internette 1-2 tane var iki parça da ama anlamsızca pahalı geldi bana. Bize yakın olan Ata Sanayi’nde yok. Niye 2. Sanayi’ye bakmıyorum dedim. Zaten gidesim geldi.

Geçen sefer dedelerin işlettiği evle yedek parçacı arası garip yerlere girip çıkmıştım. Mutfakta radyatörler duruyordu, duvarda asılı tavalara yakın. Bu sefer öyle olaylı geçmedi. 2. Sanayi sıradandı. Parçaları bulamadım. Bir yerde yaklaştım, ama uymadı. “Ben yıllar önce büyük bir çıkmacıya gelmiştim buralarda, o ne tarafta kaldı” diye sordum ilgilenen genç adama. “Ünallar, İzmir’deki en büyük yedek parçacı”. Tarif ettiler ama ben bir türlü bulamıyorum.

Ağaçlıklı Yol’dan girilecek. İzmirli olup o yolu bilmeyen İzmirli değildir. Ege Üniversitesi’ne çıkıyor yol. Ben de ortaokulda 4 yıl boyunca okula oradan gidip gelmiştim. Ama şimdi birçok yol tek yön. Bir yeri kaçırdın mı dönüp duruyorsun. Bir kavşaktan döneceksin dediler. İki kavşak var, ikisinin de her çıkışına girdim, yok.

Sonra yakındaki 3. Sanayi’ye gittim. Orası İzmir’in en merkezi yeri sayılır. Oto sanayi olmak için fazla değerli. Birkaç yıl sonra işmerkezi-avm-rezidans atağına uğrayacağına eminim. Orada bir kez daha tarif ettiler. Kavşakların birinde hiç dikkat çekmeyen bir yan yol. Girdim ve orada. O anda anılar üşüştü. Ama çocukluğundan bildiğin bir yere tekrar gittiğinde hem çok tanıdıktır hem de hatırladığından çok farklıdır ya, öyle bir durum.

Genişçe bir giriş alanı, kenarında bir masa ve birkaç adam birşeyler konuşuyorlar. Girerken biri sordu, söyledim aradığım parçayı. Masanın arkasındaki adama yönlendirdi. Konuşmalarının bitmesini bekledim. Sordum, yok dedi pek de umursamadan. İşim bitmişti ama ben görmek istediğim, 3 boyutta sonsuza doğru uzanan yedek parça deposunu görmemiştim. Girişten birşey de belli olmuyor. Solda bir oda, karşıda bir oda, bir de sol çaprazda birkaç kapı filan var, ama çok devamı var gibi görünmüyor. Kimse benimle ilgilenmediği için oraya yaklaştım. Arada gözüken dar aralıktan birkaç adım attım. Resimler geçen seferden. Bu sefer biraz da çekinip çok ilerlemedim. Zaten yanımda telefon-foto makinası da yoktu. Geçen sefer bir de küçük foto makinası taşımışım.

Zaten resimlerden anladığım, girişi parçalardan temizlemişler. Aksak’ın (Hırsız Polis) işyeri gibi düzgün, biraz daha steril hale getirmişler.

Burası çok fantastik bir yer. Hatta iddia ediyorum, gezi kitaplarına girmeli. Turistler için turlar düzenlemeli. Zaten İzmir’de mutlaka görülmesi gereken neresi var ki? Ünallar Agora ile yarışır:))

h1

Cıngar sınırı

2 Eylül, 2015

– Gece 1 filan, otele giderken Sıraselviler’de su alayım dedim. Karşı kaldırıma geçerken, büfenin önünde tombul ve pek birşey giymemiş yabancı bir kadın taksiye binecek ama bir adamla konuşuyor, bir türlü binemiyor filan, birşeyler dönüyor. Suyu aldım, büfeciye para verirken çok ac’ayip çok ac’ayip dedim yarı kendi kendime. Bunun üzerine adam içinde “pis pis pis” geçen ifadelerle 5 dk. İstanbul’un ne rezilleştiğinden bahsetti.

Konuştuğum tüm İst.lular şehirden nefret ediyor.

Anlamak da zor değil. İstanbul Arabistan olmuş. Bu, herkesi farklı bir şekilde rahatsız ediyor. Benim peçeli görmekten gözlerim karardı. Nasıl Avrupalı-Amerikalı turistler ülkeyi etkilediyse bu bol peçeli turist güruhu da etkileyecek kesin.

Özellikle Zara’lar peçeli dolu. Peçe takan biri Zara’da ne bakıyor diye düşününce -evde giymek için- erkek fantezisiyle tanışıyorsun. Başka herkese tam anlamıyla kapanan o peçenin senin açılması bile başlı başına gittikçe daha çok kişiye çekici ve doğru gelecek.

– Sadece peçe değil, tesettür çeşitleri defilesi gibi olmuş şehir.
Gördüğüm en ilginç görüntülerden biri, gece 11 civarı metroya binen iki liseli civarı kızdı. Birisi eşofmanımsı spor giysiler giyen, sevimli erkek çocuğu tipinde kısa saçlı bir kızdı, diğeri de spor ayakkabıların üstüne çarşaf giyen, peçesi burnun altından geçen kızdı. Sanki spordan geliyorlardı. Nasılını bilmiyorum.

– Çukurcuma’dan Galatasaray’a çıkarken ara sokaklardan birinde mahallenin erkekleri yanyana tek sıra dizilmiş. Polis var, bir olay olmuş.
Birgün sonra yolun kenarında yine polis, iki kadın adamlara çığlık çığlığa bağırıyor. Cıngar sınırında yaşıyor tüm şehir.

– Birkaç yıl önce “İstanbulluların amacı bir noktadan bir diğerine ulaşmak” demiştim (hem de 2 kere demişim, diğeri de bu). Evden işine veya işten evine giden o gün amacına ulaşmış gibi hissediyor olmalı. Değişiklik yok, muhtemelen daha beter. Artık çok daha fazla hat var. Gece Bakırköy’den Taksim’e giderken son Yenikapı-Taksim metrosunu yakalar mıyım diye sordum, bitermiş. Hemen kenardan 5’e yakın öneri geldi. Her durakta birşeye bağlantı var. Devletin tüm imkanları İst belediyenin önüne serilmiş, ne isterlerse yapmışlar. Ulaşım dairesi başkanına sorsak şehirde kaç çeşit ulaşım aracının kullanıldığını bilmez. Herhalde tek telesiyej yok.

Şehiriçi ulaşıma eklektik demek bile yetmez. Amaçları bu değildir, sadece anormal plansızlığın sonucu ama sonuçta işlerine de geliyor: her aktarmada para alıyorlar. Taksim’den Levent’e 5 durak 4 lira, Levent’ten 1 durak Nisbetiye (Monopol’de Nispetiye’dir bu, zaten Nisbetiye demeye çalışın, zor dersiniz, miss betty gibi birşey oluyor), bir 4 lira daha. Dönüşle beraber 16 lira. Benim gibi 3-5 günde birşey değil, ama sürekli bunları verenler, hatta 2 değil, hergün 3-4 vasıta kullananlar nasıl kabulleniyor? Tam koyunuz.
(4 lira jetonla, İstanbul kartla 3 lira filan olsa gerek, ama bu yüzden de bu kartı gözden ırak tutmaya çalışıyorlar, ara ki bulasın).

– İst.lu kızlar iddialı ve güzel giyiniyor gibi geldi bu sefer bana. Nedeni de basit: rekabet çok.

– Dönüşte Havataş’a binecektim. Belediyenin havaalanı yolcusunun parasını cebe indirme şirketi. Otelde taksi çağıracak kimse yoktu, bekledim. Geldiler, rica edip çıktım. Daracık sokağı bir camcı kamyoneti tıkamış. Onun ilerisine geçtim, ama hala gelip giden yok. 10-15 dk sonra geldi, kısacık yol da uzun sürdü ve 3:30 otobüsü kaçtı. Normalde 4’ün de yetmesi gerek. 45 dk.da gelmiştim ve uçak 5:30’ta. Ama sordum, trafik tıkalı, 1:10-1:30 sürer dediler. Yani 5:10-5:30’ta varacak. Diğer alternatif hemen metroya gidip bir bağlantıyla zamanında varmak. Ne yaparsınız siz olsanız? Ben istifimi bozmak istemedim. Metroya koşturmak, oradan oraya çanta sürüklemek çok zor geldi. Yorgundum, hem sürekli rötar oluyor İst.’da. Bu da stresli oldu tabi.
5:03’te vardık, 5:06’da check-in’deydim. Kapandı dedi kız. Sonra ileri bağırıp sordu ve aldı.

h1

Fuar ilişkileri

19 Eylül, 2014

Fuarın güzel dönemlerinden kalan belki de tek şey şıra. O da tam aynı mı, bilmiyorum. En azından, sunumu farklı. Tariş’in sabit bir pavyonu olurdu, bize de çok yakındı. Üstü açık bir alan, dev bir üzüm salkımı ve salkımın ucundan şıra akar. Oradan doldurmazlardı tabi, mermerden uzun ve üstü yapış yapış bir tezgahun arkasında doldururlardı bardak bardak. Şimdi yolun kenarında derme çatma bir yerde sunuyorlar.

Bugün eskiye göre yarım bir artı varsa o da yarı açık cezaevlerinin ürünlerini satmaları. Bu yıl Midyat cezaevinde üretilen gümüş ürünleri vardı. Ben bakınırken iki de orta yaşlı çift vardı. 2 kadın da ince işlemeli bilezik şeklindeki saatlere bakıyorlardı. Birisi bir saati görmek istediğinde satıcı adam yalnız hamfendi daha önce görmüştü dedi. O bence fazla gösterişli birşeydi. İlk kadın bir türlü satın alıp gitmeyi biraz uzattı, satıcı adam biraz sinirlendi. Bu sırada 2. kadının da aklı o saatte kaldı. Ben o çok bağırıyordu dedim, kocası da bana katıldı. Zaten öncesinde de biraz konuşmuştuk. Çok keyifli birine benziyordu kocası, 

Başka 2 saat arasında kaldı o. Birisinin bilezik kısmı düz, birbirine geçmeli ve çok parlaktı, diğeri yuvarlak, halkalar şeklinde gidiyordu. Kadın kararsız kaldı uzun süre. Bir tercihim olsa söyleyecektim, ama farklı bakınca ikisi de gayet hoş görünüyordu. Birinin bileziği, diğerinin saat kısmı daha güzeldi. Kocası sabırla bekliyor, fikir veriyordu bu arada. Çok keyifli birine benziyordu, tam tanıyıp vakit geçirmek isteyeceğin türden biri. Satıcıysa yine hafiften sinirlendi. O da canayakın bir tipti de pek sabrı yoktu.

Ben uzun uzun bakmıştım. Alsam mı diye düşündüğüm 2-3 şey olmuştu, o çift sorsa “hani tam böyle birşey alacak durumda değilsinizdir” filan diye başlayabilirdim, ama tam karar vermedim. Zaten fazla uzatmıştım ben de. Hayırlı olsun dedim çifte. Henüz kararını vermemiş olsa da birini alacaktı kadın, ve buna memnun olacaktı. Aklına takılabilecek tek şey, diğerini mi alsam olurdu. Aslında tam adamın ikisini de al diyeceği durumdu ama o kadar zengin durmuyorlardı. Tam orta halli. Eyvallah dedi adam.

Gittim, Tariş’ten bir litrelik şıra aldım. İçimden onlara da alsam diye geçti. Midyat’lı satıcı adam ve çifte götürsem. Sonra bunun saçmalığı ve muhtemelen ayrılmış olacaklarını düşünüp vazgeçtim. Yine de rastlarsam diye döndüğümde kapanmıştı o pavyon. Son gün yine gidip satıcı adama soracaktım, ama evde çok iş vardı, çıkamadım. Öğrenmeyi de çok istedim gerçekten.

Bu hafif bir merak olabilir. Ama birileriyle tanışamamak, hayatına katamamak bazen çok ağır oluyor. Carrefour’da gördüğün İranlı bir kızla tanışmamış olmak günlerini mahvedip yaşanamaz hale çevirebiliyor bazen. Ama şans az, ‘geçmiş’ kelimesi çok ağır ve hayat kısa. Yaşanmamış fırsatlarda boğulup kalmak mümkün. Ama insan kendisini bıraktığı anda yüzeye çıkabilen bir varlık, kendisi uğraşmadıkça boğulması zor.

h1

Where the hell is my lor?

26 Ağustos, 2014

– Seçimden önce birkaç gün Ankara’daydım. Benim için -ve ülke için- büyük olay, Eskişehir Yolu metro hattının açılmış olması. Özellikle Milli Kütüph. önündeki metro girişi inşaatı hep öyle kalacak sanırdım. Eskiden odtü’de öyle bir espri varmış. Bu ne? Havuz inşaatı. Kampüs haritalarında da havuz inşaatı olarak geçtiği söylenirmiş.

Metro açılsa da Kütüphane önü refüjdeki metro cafe duruyordur herhalde. Hangi ülkede başkentin en sıkışan yollarından birinde refüjde cafe açmayı düşünen olur acaba?

Mart’ta açılmış  metro ama nedense pek duyulmadı. Adam 17-18 yıl bir hat açamayış olmasından utandığından değildir sanırım. Ama 3-4 ayda yer seramikleri eskimiş, istasyonlarda tek görevli yok. Hatta bir keresinde bir arızadan Kütüphane’de karşılıklı tren değiştirmek gerekiyordu, ama tek bir görevli olmadığından tam bir karmaşa vardı. Sivil giyimli, görevliye benzetemeyeceğiniz bir adam telsizle emirler veriyordu bir yerlere.

Akp’nin yönetim politikası da aynen bu diye düşündüm. Varolan tüm bürokrasiyi yıkıp yerine de düzgün bir sistem kurmak yerine, herşeyi telsizli bir adama bırakmak. O yüzden geçen haftaya dek 2 hafta boyunca piyasamızı salladı yabancılar, Ali Babacan yoksa biz de yokuz diye. Sonra birileri A.Selvi’ye “aldığım duyumlara göre Babacan hükümette olacak” diye yazdırdı da sakinleşti hava.

Ysk-Resmi Gazete olayı da benzer. Resmi Gazete’nin gönderilen bir seçim sonucunu anında yayınlamaması bir ilk. Tayyyip, dokunulmazlık gittiğinde başına geleceklerden nasıl korktuysa artık, böyle gerzek yollara başvuruyorlar. (Okumayan varsa anayasa gayet net: “cumhurbaşkanı seçilenin milletvekilliği düşer”.)

– Seçimden 1-2 gün önce Çankaya boştu, Kızılay doluydu. Chp’liler oy vermeye gelmeyecek gibi duruyordu, ama tersi çıktı. Chp’liler, akp ve mhp’lilerden fazla gitmişler sandığa.

– Geçen yıl Haziran’da Fransa’dan buraya taşınan arkadaşlarımın Urla’ya yakın evlerine gitmiştim. Hava tam ısınmamıştı, ben de pantolon giymiştim. Fransız oğlan şaşırmıştı, şort vereyim mi demişti. 4-5 ay sürekli şort giyiyor demişti arkadaşım da. Ben de 3 ay filan hiç pantolon almıyorum elime.

Ank.’da da hava 32-33 vardı, ama kimse, kadın erkek, şort giymiyordu. İnsan bunalır yahu. Hele kot giyenlere inanasım gelmiyor. Bu şehirle öyle net bir fark var ki. Hatta 30 derece üstünde şort giymek şehirler için bir gelişmişlik ölçüsü bence. (Ve tabi ki akp’nin oy oranı için de.)

– Burada daha önce de bir ‘bir şekilde giden paranın yine bir şekilde geri gelmesi’ hikayesi anlatmıştım. Bir alışverişte kasiyer kız şu kuruma 1 dolar bağışlar mısınız demişti, olur demiştim, sonra dönerken yerde 1 dolar bulmuştum.

Bugün Kipa’da ortada boş duran bir arabayı aldım. 1 lira atılmış olduğunu birkaç mt sonra görüp döndüm ama aldığım yerin yakınında kimse yoktu, ben de devam ettim. Çok kıl olduğum birşeydir aslında bu. Arabayı birkaç saniye bıraksan, biri içindekilerle beraber almaya yeltenir, 1 lira için. Eskiden daha çok olurdu, şimdi sanırım biraz öğrendi insanlar o paranın geri alındığını. Benim bahanem vardı, boş arabalar uzaktaydı ve çok ayakta kalmıştım, ama olsun.

Neyse, sonra bir tek bir torba lor alıp çıktım (lor ne harika birşey, di mi?). Ve şu an kayıp. Eve geliş aşamalarından birinde beni bırakmış lor. Arabasını aldığım kişinin haklı bedduası.

h1

Bir ex’ten kime fayda gelmiş ki? Hele de oto sanayinde.

20 Ağustos, 2014

Bir arkadaşım bu taraflara gelmiş. Ama arkadaş tam doğru tanım değil, ben de bir türlü öyle deyip geçemiyorum. Birşeyler geçmişti aramızda. Üniversiteden tanıyorum. Hani bir kategori vardır, karşılıklı birbirinizle ilgilendiğinizi bilirsiniz, ama bu hiç bir adım atacak kadar büyümez. Doğrusu da çoklukla öyledir.

O kategoriden yıllar sonra Amerika’dayken bir bağımız oldu. Uzaktayken birine sığınma ihtiyacı duyuyor ama bunu kabul etmiyorsun. Sonra görüşünce saçmaladığını anlıyorsun.

Yine yıllar sonra, geçen hafta Çeşme’de olacaktı. Ben de bir gün gelirim dedim. Kişiden çok Çeşme’ye gitmek için bahane gibiydi, gezdirirken gezmek. Ama gitmeden sinir olmaya başladım. Kardeşiyle Cmt gelmişler, sonraki Cmt’ye dek. Bu da oy kullanmamaları demek, hem de 1 gün sonra gelip 1 gün sonra dönseler kullanabilecekken. Söyledim, o da katıldı.

Ben Çarş. giderim diye düşünüyordum, o gün bir tura gidiyorlarmış. Perş. o zaman. Ama Çarş. akşamı lastik patladı. Daha doğrusu, park yerinde bir akşamda tamamen havası inmiş. Aylar önce, bir yola çıkmadan lastiklere baktırmıştım, adam sibobu takmamış. Aylardır öyle geziyorum demek çok utanç verici, ama herkesin ihmal ettiği birşeyler vardır. Sürekli unuttum. Sık sık havasına bakıyordum, daha önce sorun çıkarmaması ilginç.

Lastikte birşey olduğunu farkedip durana dek 100 metre filan gittim. Sonraki gün kapıcıyla değiştirdik stepneyle. Stepnenin de havası inmiş. Yakındaki bir lastikçi yine aynı lastiği geri taktı, iyi diyerek. Ama hiç güvenmedim adama. Aynı akşam bu sefer motordan değişik bir ses geldiğini duydum. Çeşme yakın olsa da otoban, hiç riske edilecek yol değil. O yüzden Cuma oto sanayi. Tam da külüstür ne zamandır hiç sorun çıkarmıyor demiştim.

Ses, gevşeyen bir direksiyon contasıymış, basit birşey. Ama lastik konusunda şüphelenmekte haklıymışım. Herkes o, ezilen lastiğe çöp dedi. 5 yılı geçtiği için hepsini değiştirmek gerekirmiş. Abim de onayladı. Bir Continental deyip sonra Michelin al dedi. 4 yer dolaşıp Michelin sordum ben de. Farklı farklı fiyatlar, pahalı değil, ama doğru fiyat-güven kombinasyonunu bulamadım. Bir yere daha bakayım dedim, yıllar önce gittiğim bir adam çıktı. Sonra unutmuştum ben onu. Continental’in daha iyi olduğunu anlattı, etiketlerde yazıyor zaten özellikleri. Adam en ucuzu değildi muhtemelen ama en güven vereniydi. Zaten sonra bir saat tek tek vura vura jantları düzeltti. Diğer hiçbiri yapmazdı.

Bazen kendiniz komforlu alanınızın dışında apayrı bir dünyada bulursunuz ya, adam demir döver gibi çekiçle jant döverken onun hemen yakınında, arabasını bekleyen bir kadın, bir tanıdığı (bar şarkıcısı bir adam) ve ben adamı izleyip konuşuyorduk. Lastikçinin dobra, hatta neredeyse saf hali ortamı da belirliyordu. Kadın beni Fikret Kuşkan’a benzetti. Üniversitenin ilk yıllarından beri duymamıştım bunu. Vodafone reklamındaki halinin çok gençleşmiş durduğunu, botoks gibi durduğunu anlattım ben de, ama gereksiz oldu.

Neyse, tüm sanayi macerası 3 saati geçti. Hava da fenaydı, erimiştim. Bir de Çeşme’ye gidip gelecek zaman da kalmamıştı, hal de. Özür dilemek için arkadaşımı aradım ve gidemediğime memnun oldum.

Bmw’si varmış. Benim için bardak orada taştı aslında. Bmw, hele de beyaz bmw ülkenin görgüsüzlük sembolü oldu bence son 2-3 yılda. Yol istediğinizde en vermeyen araba olma özelliğini mercedes’ten aldı. Aşırı zenginsen bile gereksiz (Audi al, Passat al, hatta Skoda al, aradaki farkla 10 çocuk okut; o içine sinmezse yat al), ama hele değilsen tam saçmalık. [Ve kesin bmw sahiplerinde oy kullanmama oranı ülke genelinden çok fazladır.]

Ama sonra konu sağlık sorunlarıma gelince tam koptu. Ben anlatıyordum ki “ay ay anlatma, dayanamam” dedi. Onun duymaya dayanamadığı şeyi ben hergün yaşıyorum. Hem bmw alacak kadar büyümüşsen birinin sağlık sorununu dinlerken çocukluk yapamazsın. Sonra da “o düzelmez artık” dedi. Öyle geçmiş o an içinden. Bana anlatılınca ben direk araştırırım. Bizim doktorların atladığı birçok şey olur, alternatif tedavi yolları olur, doğru teşhisten emin olmak gerekir. Karşımdaki kendisi için “o düzelmez artık” dese ben kabul etmem.

Ve görüldüğü gibi, kader bazen ağlarını örüyor.

h1

Bayram türevleri

5 Ağustos, 2014

Tatilde evde yalnız kalıp boş şehirde alışverişe gitme, belki şöyle bir dolaşma planları yapmıştım. Nereden geldiğini bilmediğim gereksiz ağrılarla pek birşeye benzemedi. Bir tek yıllar sonra House izlemek güzeldi. Bir bölümde hastaya gerekli soruları sormadığı için sarışın yardımcısını işten kovmak üzerelerdi. Bu bizde olsaydı görevi başında dr kalmazdı. Sırf bana sorulmayan sorulardan kitap yazarım.

– Ege Ünv’ne fizik-terapi değil, ama o tarz birşeye gidiyorum. Cuma günü çıkmadan orada kafesteki kuşlara bakan bir kadın gördüm. Aynı kadın 5 dk. sonra yolda yürüyordu. Zaten kampüste tek tük insan vardı. Durdum, bırakayım dedim, geldi. Metroya kadar giderken zorlayarak konuşuyorduk. İleride birkaç köpek belirdi, bunlar motorlu araçları rakip olarak görüyor dedi kadın. Ben önemsemedim, önceki konuya devam ettim. Ama birkaç sn sonra köpekler resmen saldırdı. İkisi bir yanda, ikisi diğer tarafta arabaya doğru atlamaya başladılar. Kadın penceresini kapattı, bana da kapayın dedi. Ben bir yandan birini ezmeden gitmeye çalışıyordum. O yüzden basıp da gidemiyordum, birisi öne doğru atlayıp duruyordu. Sık sık da birine çarpmışım gibi sesler geliyordu, biri kapıya doğru kafa-pençe atarken. O şekilde bana bayağı uzun gelen bir süre, ama herhalde 1 dk.dan az gittik. Sonra boşluk bulup gazladım. Kadın inerken bana teşekkür ediyordu, ben de ona ettim, yalnız olsam korkardım dedim. Biriyle olunca sorumluluk hissi geliyor. Hem o da gayet sakindi.

– Üniversitenin arkası Forum. Benim bu ülkede, hatta dışarıda da güzelini görmedim ki, yani genel olarak gördüğüm en güzel avm. Avm’ye hiç benzemeyen, açık havada sıralanmış mağazalardan oluşan bir avm. Çevre düzenlemesi de gayet hoş. Ank ve İst’daki Forumlar da öyleyse çok gereksiz konuşuyorum, ama iklimi düşününce değildir herhalde, olmalarını da istemem.

Forum’a ağaçlıklı bir yoldan gidiliyor. O ağaçlıklı yolda 4 yılımı geçirmiştim, otobüs virajları hızla alırken koltuklar arası türlü yaramazlıklar yaparak. BAL’a gider o yol. Forum & İKEA’yı da BAL’ın çok yakınına yaptılar zaten. BAL’ın bir lise için gayet geniş bir kampüsü vardı, çeşitli spor sahaları barındıran, bir de kendince efsaneleri olan bir koruluğu olan. Muhtemelen onları da satmışlardır çevredeki villa projelerine.

Neyse, yol: O kadar yakınken bazen dönüşte Forum’a uğrayayım diyorum. Hatta uğramayacak da olsam en hızlı dönüş yolu oradan, dibinde otoban girişi var. Öbür türlü yoğun trafiğe dalıyorsun.  Üniversiteden normal yoldan Forum’a gideyim desen de o trafiğe girmek gerekiyor. Kampüsün içindeki yollardan biri o ağaçlıklı yolun başına çıkıyor, ama sola dönüşe izin verilmemiş. Karşı yoldan gelenler ve ağaçlıklı yoldan gelenler önünden geçiyor, sadece 10 mt mesafe için dönemiyorsun. Geçenlerde bir boşluk bulmak için 5 dk’dan fazla bekledim, sonra gözümü kapatıp daldım.

Mantıken arka tarafta başka bir çıkışı daha olmalıydı kampüsün. Taksiciler dahil 10’a yakın kişiye sordum. Ya yok diyorlardı ya da var, ama oraya nasıl çıkılacağını bilmiyorum. Sonunda bir adam anlattı. Şelaleden dönünce, Yeşil Köşk’e gitmeden, anladım, hiç girmediğim bir yol. Hatta o yol için alt geçit bile yapmışlar. Ve tabi ki kampüsün esas girişinde kapı ve güvenlik var, ama arkasında hiçbir şey yok.

Ama o yola girmeden daha önce girmediğim başka yollar da keşfettim, dolaştım. Üniversite kampüsleri ilginç cevherler barındırabiliyor. Boğaziçi’nin deniz tarafından girişindeki müthiş yol gibi. Buralar da kendince ilginç geldi bana. Bir organik tarım tarlası, artık kullanılmayan bir benzin istasyonu ve heryer boşken oraya parketmiş araçlar, deri mühendisliği bölümü, nükleer fizik bölümü. O yolun başında 55 Kış Bahçesi yazıyordu, onu görememiştim bir türlü. Çıktığım parke taşlı bir yol pek arabalar için gibi değildi, iki taraflı büstler vardı; Cemal Reşit Rey, İnönü. Konservatuarmış. 55 Kış Bahçesi de onun yanındaki cafe’ymiş. İsmi kadar harika olmasa da fena değil gibiydi.

Yalnız, deri mühendisliği nedir yahu? Hadi, gıda mühendisliğini biraz anlayabiliyorum, bir üretim var en azından. Orman müh. ve deri müh. isimsel yüceltme çabası gibi duruyor. Forest engineering, leather engineering. Ormancılık ve dericilik de işte.

– Hocam, calculus ne işimize yarayacak?
– Bu hesaplamaları statikte ve üretimde kullanırken bana dua edeceksiniz.
– Ormanda mı?

h1

Bu yaşta falcı oldum, iyi mi?

8 Temmuz, 2014

Aynı yerde inanılmaz bir raslantı daha yaşamıştım. 2-3 yıl önce bir iş için bir adamla görüşecektim. Gittiğimde unutup yemeğe gitmişti. Koridorda bekledim. Duvarlarda okunabilecek herşeyi bitirince bir alt kattakileri okuyayım diye indim. Nasılsa kimse yok diye merdivenlerden koridora açılan kapıyı sertçe açtım, ama koridora girer girmez sağda oturan bir kızı bir an yan gözle görüp hemen döndüm. Diğer taraftaki bir postere bakarken bir ancık gördüğüm görüntü beyinde bir yere düştü, a, bu o dedim, ve o da aynı anda arkamdan Simon dedi. Odtü’de asistanlığını yaptığım bir kız, sonradan arkadaş olmuştuk. Sevdiğim biriydi, Fransa’ya doktoraya gitmişti. Rasladığım sırada da birkaç günlüğüne gelmişti.

Neyse. Geçen Perşembe 4’te MR çektirecektim. Abim bir işi için birisiyle görüşmemi istedi. Adam Perş 4 dedi, MR’ı bir saat önceye aldım (bu aralar hastaneler bomboş). Yarım saat sürer dediler, 20 dk.da gider, 10 dk.da arabada üstümü değiştirirdim -adamın yanına şortla gidilmez, bu sıcakta da pantolonla dolaşılmaz.

MR’a 15 dk geç gidince plan sarkmaya başladı. Daha önce de MR çektirmiştim, ama bu iki katı uzun sürdü. Kulaklık verdiler, baygın Sinatra. Çıkışım 4. Çevre yolundan 15 dk.da gittim, ama yakınlarda trafik, adamı aradım. Önemli değil dedi, park yerini tarif etti, biliyorum dedim. Ama o yola girdiğimde park yeri filan göremedim, ben gitmeyeli değişmiş. O yol da birşeyin kaçırılacağı yol değil. Hızlı gidilen tek yönlü bir yol, geri dönme imkanı yok, aralıklı şirketler var. Çocukluğumdan beri geçtiğim ağaçlı yol. Solda bir devlet kuruluşunun yerini görüp daldım. Ne olduğuna da bakmadım, Karayolları türü birşeydi. Girişteki bekçi kulübesinin yanında durup sordum, çok geç kaldım, buraya bıraksam. Bırak gözüm, bırak, işin görülsün dedi. Ya da o tip birşey. Üstümü değişip hızla yürüdüm.

Adamın sekreterine sordum, başka binada dedi. O binaya girdim, çaprazdan bir kız geçti, 10 metre kadar önümde yürüyordu. O yürüyüş, aynı kukla gibi sallanan kollar, tanıyorum! Daha kim olduğunu çıkaramadan ve hiç düşünmeden “ben seni tanıyorum” dedim, ama duyulmakla duyulmamak arası bir sesle. Bakmadı. O anda hatırladım. Dilek! Döndü. Simon dedi ve gelip sarıldı.

Beraber bir film festivali yapmıştık Bilkent’te. Çok güzel günlerdi. Sonra dağılmıştı o grup, yazık olmuştu. Onun o sırada o binada olması şans eseriymiş. Benim göreceğim adam da odasındaymış meğer, yani diğer binada karşılaşmamız kader gibi birşeymiş. Neyse, adamın yanına gittiğimde 4:45 olmuştu. Çıkışta bol bol konuştuk Dilek’le. 9’da alırken dikkat ettim, arabayı bıraktığım yer Zeytincilik Geliştirme Md. imiş. Çok teşekkür edip elini sıktım bekçinin, ama yetmedi, bir rakı filan götürmek istedim, tam öyle bir adamdı.

İşin benim için daha enteresanı, yeni takip etmeye başladığım, bir gazetede yazan bir astrolog var. Normalde hiç işim olmaz tabi, ama ilginç birkaç sözünü görmüştüm. Bir önceki haftasonu Perşembe’ye dikkat çekmiş, önemli işlerinizi o gün yapın filan demişti, çok olumlu bir gün olarak. Sonra unutmuştum tabi, o gün eve dönerken hatırladım. Hep derim, bu kadar tipik bir (hatta en tipik) kova olmasam astrolojiyi çok daha kolay aşağılayabilirdim. Ve bu kadar fazla doğaüstü olay-raslantı yaşamasam.

h1

Kurabiyye Tayyyip, kurabiyye Tayyyip, kurabiyye, kurabiyye Tayyyip: Ne istedin levrek ceviche’imden?

10 Ağustos, 2013

İst.’daki ilk otelden 2 gün sonra ayrılıp 2.sine geçtim. Olayların ortasında olduğundan değil, zaten öyle planlamıştım. İstiklal’in öbür tarafına kaydım Cuma günü. Cmt sabah kalkıp perdeleri açtığımda hemen binanın karşısındaki girintide oturan siyahlı 2 kız gördüm. Herhalde dedim, mahalle gençleri orada oturup takılıyor. Birkaç saat geçti, baktım, 3 taneler ve neredeyse aynı giyinmişler. Herhalde rock’çı arkadaşlar dedim. İkisinde de gözlüğüm yoktu. Bir iki saat sonra gözlükle baktığımda tanıdım arkadaşları.

IMG_5105

Bu dişi çevikler de işte senin benim gibi (ya da pek benim gibi değil), beklerken sıkılan, telefonuyla oynayan, oradaki şeyleri arkadaşlarına gösteren kişiler. Avm’lerin girişlerindeki güvenlik görevlilerinden farklı görünmüyorlar. Biraz sonra çıkarken otel görevlisi çok yakındaki TGB merkezinin basıldığını, polislerin onun için orada anlattı. Olanları ulusal tv’den izliyormuş. Çıktığımda erkek çevikler de (bir canlı türünden bahsediyor gibi hissettim) sokaktaydı. Baştan aşağı inceleyen bakışlarla. Birşeyler yiyip Karfur’dan iki torbayla dönerken birisi “evine gidiyor baksana” dedi, diğeri de “nerden biliyorsun” dedi. Tgb’ye mühimmat götürüyor olma olasılığım meşgul ediyordu zihinlerini, minik otele girince rahatlamışlardır. Birkaç saat sonra yanımda güzel bir kızla (-Sen kaç tane hayali güzel kız tanıyorsun Simon? -İnfini) önlerinden geçerken de aynı inceleyen bakışlar canımı sıktı, ama kolaysa ağzını aç.

Akşam dışarı çıktığımda elimde o sokakların ayrıntılı haritası vardı. Ona baka baka yürürken birisi “Şu gavura bak…”lı alaylı birşeyler söyledi. Elinde harita olması bu ülkede yabancı olarak nitelenmenin en garantili ve kısa yoludur. Sorduğum için biliyorum, öyle karmaşık sokakları ne orada oturanlar bilir, ne dükkanı olanlar, ama biz haritaya lütfetmeyiz. Neyse.

O hayali güzel kız Galatasaray’da eylem olacakmış demişti. Galatasaray eylem için çok pratik yermiş gerçekten. Bir boşluk olduğunda hemen köşedeki Yapı Kredi’nin yanına Zara açılmış. Birşey olmadığında biraz alışveriş, dön eylem. O sıralarda ortada birşey yoktu, ben de kendimi alışverişe verdim. Çıkıp Milör’ün birkaç ay önce gittiği süper bir restorana gidecektim. Ne yenir diye birçok notum da vardı. Sadri Alışık Sokak’tan giriliyordu. Ama bir saat kadar önce çıktığım Sadri Alışık kapalıydı. Kapalıydı derken çevikler en çevik kostümleriyle omuz omuza dizilmişlerdi. Onlara dil döküp geçenler oluyordu ama onu hiç yapamazdım. Devam edip Parmakkapı’ya doğru geldim, galiba büyüğüne. Onun önünde toplanan bir kalabalık vardı. Sloganlar filan. Kurabiyye’yi orada duydum. Bu yeni mi? Evet, bu hafta çıktı.

Sıralamayı karıştırıyorum, çünkü çok olay oldu, ama yanılmıyorsam hemen o sıralarda bir müdahale oldu. İstiklal’i iyice bir temizledi bir toma ve peşindeki polisler. Sonra çekildi, ortalık duruldu. Sadri Alışık’ın yan sokağından gireyim dedim, yürürken bir sonraki ataklarını gerçekleştirdiler. O sırada yanıma düşen iki kız bir oğlan Hırvat’la (yoksa Slovenler miydi) bir girintiye sığındık. Sonra Parmakkapı’ya döndüm. Pek birşeyler yemeyi düşünecek durum yoktu. Hele birinde öyle bir hızla geçti ki toma, inanamazsınız. Dönüp hayvanlar dedim yanımdaki çifte. Anlamaz gözlerle baktılar. İranlılarmış. Sonra muhabbete başladık. Konsere gelmişler -the Wall. İlk otelde de İranlı bir çiftle tanışmıştım. 4 yıl önce seçim sonrasında çok daha sert olaylar yaşadıklarını anlatmışlardı, polis gerçek mermi kullanmıştı, bu birşey değil demişlerdi. Bu sevim çift de aynı şeyi dedi. Hep AB’ye -ve içeriye- biz demokratiğiz oyunu bu işte. İran’ın böyle dertleri yok tabi.

Onlarla biraz yürüdüm sonra. Onlar otellerine gittiler, geceyarısı Babylon’a çağırdılar. Ben de dönüp gideceğim restorana bir yandaki Ayhan Işık sokaktan girdim. Çok hoş bir yere benziyordu, ama ortada pek kimse yoktu. Hemen tezgahın arkasındaki bir şefe sordum, çekinerek kapattık dedi, uğraştırma bizi der gibi. Hık mık, gitti levrek ceviche (ne bu?), mandalina ve tarhan otlu palamut ve mercimek salatası, pancar ve keçi peynirli semizotu filan.

Bu sırada Sadri Alışık da açılmıştı. Parmakkapı’ya döndüm. Yine toplanmıştı İstiklal’de insanlar. Fena bir kalabalık yoktu. Alışveriş torbamla ben de katıldım. Bir 10-15 dk sonra yine saldırdı çevik kardeşler. Su sıkıyorlardı o gün ve suyun özelliği, bu sefer gözlerinizden yaş gelmiyor ama boğazınız inanılmaz tahriş oluyordu.

O günki kalabalık bana fena halde korkak geldi. Her polis atağında anında ve son sürat kaçıyordu herkes, hem de sokağın sonunu da geçip daha ilerlere, veya yandaki sokağa dalıp onun sonuna. Birinde kalabalıktık, ben de sakince kaçarken tişöstüme asılıp çekenler filan oldu, son derece rahatsız oldum. Böyle birbirimizin kıyafetlerini esneteceksek ben o devrimde yokum.

Parmakkapı’nın devamındaki sokakta (Çukurlu Çeşme’ymiş adı) bekleşiyorduk birara. Önümüzde kepenkleri yarı inik bir meyhanede yarısı içeride, yarısı dışarıda bir masada içenler vardı. Çok hoşuma gitti o sahne. Bir de oradakilerle de ilişkisi olan, farklı farklı tiplerin olduğu bir grup vardı. Tam üstümüz İnsan Hakları Derneği’ydi. Sordum, oradan değillermiş, tiyatro grubu değillermiş. Nereden olduklarını bir türlü çözemedim. Fazla soru sorunca da sivil mi diye bakıyorlar. Alışveriş torbalı, sırt çantalı sivil olurmuş gibi.

Ortalık durulunca Sıraselviler’de birşeyler atıştırıp döndüm (yukarıdaki yemeklerin hayalinden dürüme düşmüştüm). Sonrası tam bir oyun gibiydi. Biz toplanırız, çevikler gelir, dağıtır, sonra gider, sonra biz yine toplanırız. Çok anlamsız geldi bana. Ama hayatını kaybedenlerin ailelerini ya da yaralanan gençleri düşündüm. Onlar insanların hala birşeyler yaptığını görmek isterdi. Yani tüm maksat sayıyı bir artırmak, o düşünce insanı beni saatlerce orada tuttu. Bir yerlere sığınırken birçok kişiyle tanışık gibiydik. En şiddetli birinde bir kebap salonuna sığındık. Zaten alışkındı çalışanlar. Ama heyecanlarını kaybetmemişti. Sokağa girip şu paintball’lardan atıyordu polisler. Biz de hemen kepenklerin arkasında oturuyorduk. Kolonyaları o tahrişe biraz iyi geliyordu. Herkese döktüm benimmiş gibi. 2 aydır pek iş yapamıyorlarmış o sokaklardakiler.

Bir başkasında da bir apartmana sığındık birkaç kişi. Bu şekilde sığındıkları apartmandan gözaltına alınanların hikayesini bildiğimizden arkadan sürgülemeye çalıştık. Zorla becerdik. O sırada sokakta terör estiriyorlardı.

Bir ara, insanlara nasıl hat oluşturacaklarını anlatmaya çalışan yarı sarhoş yarı çılgın bir Polonyalı ve onun daha aklı başında Slovak, Danimarkalı vs arkadaş grubuna denk geldim. Kaçmayın, yanyana dizilip karşılarında durun diye anlatmaya çalışıyordu arkadaş, böyle şeyleri çalışmış. Boyunlarına ve kollarına vuracakmışız. Oldu.

Gece 2’ye doğru bitap düşene dek kaldım. Sanırım birkaç haftadır en olaylı gündü o gün. Kimseye pek birşey olmadı neyse ki. Bir kız fenalaştı ama birşeyi yokmuş. İlk tanıdığım İranlı çiftin kadın olanı düşüp dizini, dirseklerini filan yarmış. Bir de 4 yaşında bir çocuğun başına paintball gelmiş. Ayrıca, işte boğazlarımız yandı. Bir de ilerleyen saatlerde daha çok karşıdaki Mis Sokak’ta 30-40 kişi gözaltına almışlar, kendi halinde içen iki adamcağız da dahil. Kimseye birşey olmadığı sürece eylemde olmak iyi bir his. Keşke insanın elinden fazlası gelse.

h1

Bu koku dayanışmanın kokusu (insan dilemişken bi Adriana Lima, Pasifik’te bi ada filan diler [veya: bu karşılamayı size hükümetten gönderdiler])

1 Ağustos, 2013

Uçağın merdivenlerinde gördüğüm kız için keşke yanıma otursa dedim. Çok da önemli değildi açıkçası ama daha önce gördüğüm bir iki kız için cidden istemiştim ama olmamıştı tabi. Sonra hesapladım, 30 sıra çarpı 6, yani 180’de, daha doğrusu 179’da 1 ihtimal. Yanımda iki koltuk desek 2 / 179. 

Bunu söyledikten sonra yanımda kimin oturduğunu tahmin etmeniz gerek. Teyzesi, halası gibi bir kadınla beraberdi kız ve ikisi yanımdaydı. Dün gece izlediğim Uçak2’de adam uçakta yanındaki yaşlı kadına hikayesini anlatıyordu. Başta kesekağıdına çıkaran kadın hikaye bittiğinde iskelete dönmüştü. Aynı espriyi bir kere daha yapmışlardı. Yine aynı adam akıl hastanesinde hayat hikayesini anlattıktan sonra uzattım, kusura bakmayın diye bitiriyordu. Kendisini dinleyen tüm hastalar birer kurşun sıkıyorlardı kafalarına. Nasıl abartı dedim. Ama anlayacağınız, hala bir konuşmaya başladı. Senin annen şöyle yapardı, Hakan abin şöyle, bir de kart ses. Korkunçtu. Neymiş (bir kez daha): ne dilediğine dikkat et.

————–

İstanbul’a gelirken kendime söz gibi birşeydi. O gazı solumadan dönmeyecektim. İlk 2 gün için kalacağım ötel yeniydi, içi de gayet hoştu. Ama olduğu yer soru işaretiydi. Taksiden inip ötelin sokağına gelince eyvah eyvah dedim. Tipik Beyoğlu arka sokağı. Neyse, girdim içeri. Adam İngilizce birşeyler dedi, Mr bilmemne, we were expecting you yesterday. Yabancı gibi duruyorum herhalde. Girince birşey demediniz de dedi adam. Bu sokak şaşırttı beni dedim. Bu akşam İstiklal’da anormal bir kalabalık var dedi adam. Günlerden Çarşamba. Hayırlısı dedim.

Eşyaları bırakıp üstümü değiştirip çıktım. Geçen ay filan Milör’ün gittiği bir restorana gidecektim. Ama adresini yazmamışım. Danışmada sordum. Bakalım dedi. Gugıl-bu bir operaymış dedi akıllı arkadaş. Sonuna restoran ekleyin dedim. Bulunduğumuz sokakta, 3 sokak ileride çıktı. Dışarı çıktığımda herşey normaldi. 4-5 adım attım. Değişik bir koku, hatta bir tad aldım havadan, garip, biraz rahatsız edici birşey. Bir an sonra gözlerim de yanmaya başladı. Bu O!!! Aynı anda sokağın başındaki gaz bulutunu gördüm. Ve hemen sonra o gazların olduğu yerde bir toma belirdi ve anında insanlar kaçışmaya başladı. Hiçbir abartmam yok, oradaki tüm müdahale ben otelden çıktıktan birkaç adım sonra başladı.

Ben de yakınımdaki birkaç kişiyi takip edip bir binanın girişine girdim. Kapı önündeydik birkaç oğlanla. Nedir dedim. Berkin’in ailesi bir basın açıklaması yapmak istemiş. Pislikler böyle cevap vermiş. Dışarıdaydık ve gözlerimizden sürekli yaş geliyordu. İçeri girdik sonra, bir kız, 3 oğlan daha vardı benden başka. Çocuğun durumu kötü diye anladım ben dedim. Öyle dedi. Ortalık durulsun diye uyutuyor olabilirler. Hayatını kaybetse yine gösteriler olacak ama bana o saçma geliyor. Şu anda da farkeden birşey mi var?

Onlar gayet alışkındı duruma. Biraz sonra baktık, durum nispeten normal. Oradaki kahveci ile bir adam atıştı. Sizin ruhsatınızı iptal edecekler, masalarınızı alacaklar biz olmasak dedi. Doğru.

Sonraki sokak başında toplanmıştı yine insanlar. Gaz maskesi satan biri bile vardı. Birileri hüloooğğ yaparken bana “otelin iyi olmasının ne önemi var, ucuzunu seç” diyen arkadaşımı aradım. Gördün mü diydem, senin yüzünden diyordum gülerek. Ona önceden demiştim, o gazı yemeden dönmeyeceğim diye. 2 sokak ileride İstiklal’den bize bakan bir toma vardı. Ben grubun önüne de gelerek sesimi duyurmak için bağırarak konuşuyordum. Polise laf atan insanlar ve 60-70 metre ileride İstiklal’de duran toma. Video çeken telefonum olsa hoş bir sahneydi. Bu halde 3-5 dk filan durduktan sonra toma bize doğru döndü ve yine kaçış. Bulunduğumuz istiklal’e paralel sokaktan devam edip bir yan sokağa saptım. Toma da büyük bir hızla bizim demin bulunduğumuz noktaya geldi. Kaçmayın gibi anonslar geliyordu. Kaçmayalım da napın? Ne garip laf.

O an gerçekten korkutucuydu. Ben ilk kez yaşıyordum ama herkes için de öyleydi. Gaz, su değil, kafana birşey yemekten korkuyorsun. Bari bir baretle gelseydim. Burada alırım diyordum, yok, tedbirli gelmeliymişim. Sonra bir ses bombası atıldı. Oraları iyice bir dağıttılar. Sonra da gittiler. Zaten oyun gibi birşey bu. Dağıtıyorlar, gidiyorlar, insanlar toplanıyor, geliyorlar.

Birşey kalmamış gibi görünce hemen bir sokak ilerideki restoranıma girdim. Genç iki oğlan ilgileniyordu. Onlarla muhabbet ettik durumla ilgili. Sonra ben yemeğe oturdum. Hoş ve küçücük bir restoran, sadece bir Fransız çekirdek aile ve karşısındaki oğlana sevgisilini aldattığını anlatan bir kız var, hoş şeyler çalıyor. Dünyanın en hızlı toması videosunu gören olmuştur herhalde. İstiklal’in başındaki Sütiş’te oturan turistlerin gözünden büyük bir hızla insanların üzerine sürülen tomanın görüntüsü -ki o sahnede birilerinin, hatta birden çok kişinin ölmemesi sadece tesadüfi. Öyle bir ortamda ben sokağa doğru oturmuş yemek yerken çok benzerini gördüm. Sokaktan birden büyük bir hızla koşarak 30-40 çevik geçti. Birilerinin peşindeydiler kesin. Çıkıp baktım ama göremedim.

Geceyarısı ötele giderken ortalık çok sakindi. İstiklalde kocaman bir toma (harbiden büyükmüş bu şeyler), 20-30 polis vardı, bir de yerler köpüklü suydu, güzelce temizlemişler sanabilirdi insan. Ondan birkaç dk sonra hemen o yan sokakta ve diğer taraftaki parmakkapılarda gözaltılar olmuş, onları görmedim hiç.

h1

Ülkeyi saran dev beyaz böcekler

24 Haziran, 2013

Tartışma programında konuşan adam “işgal de bir vahşettir” dediği anda ona vahşi bir küfür edip ustream’e geçtim. Her gece cansiperane bir şekilde yayın yapan ankara eylem vakti’ndeki arkadaş bacağına bir kapsül yemişti. Bacağı da biraz kesilmişti ama umursamadan yayına devam ediyordu. Dolaştıkları sokaklar Bestekar, Kennedy (sokak tabelası Kenedi’dir), Tunalı, yani yüzlerce kere yürüdüğüm, fazlasıyla tanıdık yerler. Bulundukları sokağın ilerisinde büyük beyaz böcekler gördükleri anda da kaçıyorlar.

Vaşinkton’da 17 yılda bir yerin altındaki kozalarından çıkan bir çekirge türü vardı, ben de rastgelmiştim. 2-3 gün canlı, sonra da bir ay filan ölü bir şekilde istila ettiler tüm şehri. Bu büyük beyaz böcekler (BBB) de aynen öyle. Bir anda ortaya çıktılar. Yoğun biber gazı kullanımından hemen sonra ortaya çıktıklarına göre gazdaki bir kimyasal koza durumlarını bozdu, uyandırdı ve sinirlendirdi. Mayıs sonundan beri ülkeyi ele geçirdiler ve görüldükleri yerde insanları korkuyla sindiriyorlar:

taksim -15 haz -toma&hastane -korku filmi afişi değil

Bu BBB’lerin görüldüğü anda halkta yarattığı paniğin sebebi, yaydıkları sıvı. Bazıları renksiz, bazıları kırmızıya kaçan sıvılar püskürtüyorlar. Bunun nedeninin iki ayrı BBB türü olması olduğunu söyleyenler de var, benceyse bunlar cinsiyet göstergesi. Eril olanlar renksiz, dişi olanlarsa kızıl sıvı püskürtüyorlar. O kızıl sıvının içinde ne olduğu çok tartışma konusu oldu ama bence ayakkabı tabanının altını kırmızıya boyamak gibi bir tür cazibe arayışı.

taksim -15 haz -Beyoglu -Jenna Popes

taksim -22 haz-2

Zaman zaman BBB’lerin kendi aralarında iletişime geçtikleri, hatta flörtöz durumların da yaşandığı görülüyor. Örneğin şu sahne:

taksim -4haz

Gerçi benim cinsiyet tanımıma göre, bu BBB’lerin eşcinsel olduğu sonucu çıkıyor, ama bu konu daha ayrıntılı çalışmalara gebe.

Diğer yandan, bu BBB’lerin suyunun nereden geldiği konusunda çeşitli rivayetler var. Kimisi, bu yaratıkların Mars’tan geldiğini ve oranın tüm su kaynaklarını iç edip kuruttuğunu, o yüzden sularının kolay kolay bitmediğini, kimisi zamanında Hazal Gölü’nü içtiklerini, kimiyse hidrojen ve oksijen kullanarak kendilerinin ürettiğini iddia ediyor. Fakat bu konuda elde edilen son görüntüler tüm şüpheleri bitiriyor:

taksim -16 haz -polis_kimyasal

Evet, bu yaratıkları bizim devletimiz eliyle besliyor.

Toplumda gittikçe artan bir infial yaratmış olan BBB’leri sempatik gösterme çabası da bir kampanya halinde sürüyor. Örneğin, BBB’lerin önünde çocukların bile rahat rahat oynayabileceği (yani onların, yüzlerinin çirkin, kalplerininse melek kalbi olduğu imajı veriliyor:

taksim -22 haz-ii

Ve bu çirkin yaratıkları güzelleştirme çabasına tüm halkın katılması teşvik ediliyor:

taksim -21 haz -ist. tomasını seçiyor

Fakat tüm bu imaj çalışmaları, BBB’lerin halkta yarattığı şiddetin etkilerini gidermiyor. Zaten BBB’ler hala yerli-yabancı, gazeteci-değil, kadın-erkek, engelli-değil, insan-diğer türler ayırt etmeden saldırmayı sürdürüyor:

taksim -7 haz -ankara

taksim -1 haz (or 31 may) -Akvile Jordan pics2

taksim -17 haz -ankara -die zeit -d.ruvic

taksim -polisten engelli vatandasa tazyikli_su

taksim -22 haz -Tom Barton
(İngiliz gazeteci Tom Barton)

Bir de şu var (gerçi bence taş sayılmaz):

taksim -22 haz -ahaha allah kahretsin ya, tomaya taş atmışlar

h1

Taksim bize neler öğretti:

3 Haziran, 2013

– Tayyyyip’in inadı kırılmaz, ama yanıp dönmesini iyi bilir:
Belediye başkanı olduğunda cami yapmak için Gezi Parkı’na göz dikmişti Tayyyyip. Şimdi de kışlaya taktı. Ama 2-3 hafta önce gözümüzün içine baka baka “kışla avm ve rezisans olacak” dememiş miydi? Şimdi oradan dönüverdi.

“Aşırıya kaçan polisler” derken Cmt günü korktuğunu gösterdi. Ve her sorumsuz yönetici gibi emir kulu polisleri önümüze attı. O korku geçince bir gün sonra o lafı da bırakıverdi.

– AKP’den türlü türlü sesler çıktı. Çok ses çıktı, çoğu birbirine benzemedi.

– K.Topbaş, bu sadece yol genişletme çabası, daha kışlaya bile kesin karar verilmedi, sivil toplumla karar verilir derken: a) yalan mı söylüyor, b) geçici bir itidal çağrısı mı yapıyor, c) yoksa kimseyi inandıramadan sahibini kızdırmakla mı kalıyor?

– Artık ülkede herkes olan biteni görüyordur sanıyorsun ama hala “polis haketmeyene gaz sıkmaz” diyen çok geniş bir kitle var. Sokağa çıkmayı terör yaratmak sanarak büyüdü ’80 sonrası nesil.

– Taksim’de ulusalcılarla ve faşistlerle yanyana durmadık diyen BDP’liler yine saçmaladı bence. Barış için akp’yle yanyana gelmene de laf ederler o zaman.

– Güvenecek bir haber kanalımız kalmamış. Korktuklarını biliyorduk, ama artık ayan beyan ilan ettiler:
Tayyyip’i, Topbaş’ı uzun uzun görüp dinledik de eylemcilerden konuşturulan, görüşü alınan tek bir kişiyi gördünüz mü bir Türk televizyonunda? Türk televizyonunda diyorum, çünkü yabancı kanalların her haberinde gördüm. Dahası, yaralıların durumunu bildirme, onlarla konuşma gereği duydular mı? Bu rezaletin tanımıdır. Güvenilir bir haber kanalı olmadan hiçbir şey olmaz.

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın6

taksim -31 mayıs -başka kırmızılı kadın by Sinem Babul

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın7

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın8

– Biz polis panzerinin karşısında durma cesareti olan bir kız nesline alışkın büyümedik. Böyle şeyleri anca erkekler yapardı, o da belki.

– Tokyo ve Madrid olimpiyat komiteleri pek sevinmiş olmalı. O kadar yaralı varken, onbinlerce insan terör yaşamışken böyle bir şeye sevinilmez ama bu da bir sonucu.

– Hayatı boyunca idareye en ufak karşı çıkmamış şov dünyası çocuklarının, direniş moda diye gaz yiyen kırmızılı kız tişörtü giydiği bir zamanda devrim diye birşeyin olabileceğine inanamam.

– Halkına böyle bir terörü reva gören insanın, bir pazarlık yapmadan barış için uğraşmasını mantıklı bulabiliyor muyuz? Hadi, daha direğini söyleyelim, sigara ve içkiye savaş açmış kişinin halkına biber gazı solutmasına ne diyeceğiz?

– Ülkede birikmiş bir gerilim olduğunu düşünüyordum birkaç aydır. Şüphesiz eylemlere katılanlar arasında barış görüşmelerine tepki duyanlar da vardı, 1 mayıs’ta taksim kapatılınca gerilimini boşaltamayanlar da. Yalnız, bu tepki öyle kolay kolay bitmez. Bu aralar hükümet bir hata yapsın, yine patlar.

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın2

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın3

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın4

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın5

h1

NTV götümü ye: En korkağımız medyamızmış

1 Haziran, 2013

BBC world news’ü izliyorum. Telefonla bağlandıkları, İst.’da yaşayan sanırım İngiliz bir kadın “ben de bugün tazyikli su sıkıldım, 4 kere gaza maruz kaldım, Cihangir’deki evim de gaz altında. Tüm dünya bu görüntüleri verirken Türk medyası Miss World’ü veriyor” diyordu. Güzellik yarışmasını karıştırmasak diye düşündüm ben (sonunu izledim, kazanan dişleri çarpık olanların da güzel olabileceğini gösteren bir kızdı, zaten güzellik mükemmel olmayınca güzel) (bu ciddi bir ifade değildi, kimse yamultmasın). Zaten yarışmanın sunucularının verdiği tepkiyi haber kanallarının sunucuları yapmıyordu.

Ana kanallar, star, şov, a, d, çok büyük bir felaket bile olsa yayınlarını değiştirmeye imtina ederler. Konu onlar değil, haber kanalları. NTV haberdeyse şunlar yaşanıyordu: “Muhabirimiz Mehmet Taksim’de, evet, Mehmet seni dinliyoruz.” “Polisle göstericiler arasındaki çatışma günboyu sürdü. 12 yaralı olduğu söyleniyor, milletvekilleri de yaralandı. Şu anda arkamda gördüğünüz polis panzerine su yüklemesi yapılıyor. Evet, sendeyiz Sinem.” Sonra da bel.bşk.ıyla valinin açıklamalarına geçildi. Anacım, göstermeniz gereken o suyun yüklenmesi değil, halkın üzerine sıkılması. Ama siz sanki bunu bilmiyorsunuz.

Taksim 31-5-13 -Erdal Beşikçioğlu pics

Habercilik anlayışımız zaten diplerde. Keşke CNN’in Ohlahoma’daki hortumu nasıl işlediğini görebilseydiniz. Uzun uzun, ölümlerin olduğu ilkokulda çocukları kurtaran öğretmeni işliyorlardı. Hatta bir aile için çok değerli olan (çünkü ölen kardeşlerinden kalmış) köpeğin mucizevi şekilde hayatta kalışını gösteriyorlar. Tüm haberler kişisel, hatta bazen fazlasıyla kişisel. Bizdeyse tüm bu eylemlerde yukarıdan bakılıyor, aşağıya inilip katılan değil birçok kişiye, tek bir kişiye bile mikrofon uzatılmıyor. Kimbilir nasıl kişisel hikayeler yaşanıyor, haberimiz bile olmuyor. Mesela, bakın BBC’nin Taksim haberine.

İşin diğer tarafı, o medyaların artık ölümlerini ilan etmeleri. Kurulalı beri, NTV gibi popüler ve ciddi bir haber kanalının bizim için çok önemli olduğunu, birçok ülkede benzerinin olmadığını söylerim. Ama şu an Galataport ihalesini 700 milyona alan (hem de birkaç sene önce 3.5 milyar verilen ihaleyi 700 milyona alan) Doğuş’tan artık birşey bekleyebilir miyiz? Şu an olup bitenleri güvenerek izleyeceğimiz bir kanalımız kalmadıysa durumumuz iç açıcı değil.

Bugün de neler olduğunu sokak hizasından değil, panoramik olarak onlarca metre yukarıdan gösteriyorlar, o da olaylar durulduğunda. Ne meydandan birileriyle söyleşi var, ne yerinden anlatım, ne de katılan sanatçıları göstermek. Sanki kendi ülkemizi değil, gugıl earth’ten, kanalların muhabir göndermeye parasının yetmediği yabancı bir ülkeyi izliyoruz.

Taksim -31-5-13 -Norveç

Ama bu korkaklığın geldiğini bilmiyor muyduk sanki biz? Yıllar önce başlayan, dizilerde içki içilmemesinin istenmesi, içki şişelerinin ve kadehlerin 2 yıl önce Ramazan’da buzlanmaya başlaması, en son da bira kelimesinin bile biplenmesi, beer’ın içecek diye çevrilmesi bu korkaklığı anlatmıyor muydu? Hatta Milor’un programında restoran ismi söylenmiyor dediğimde çoğu kişinin bunu kaale alınmayacak kadar önemsiz bulduğuna eminim. Oysa, restoran ismi söylemeye korkan, bu eylemleri mi ekrana getirecek?

Taksim -1-6-13

Tayyyyip’se kendi ayıbını kendisi vurguluyor. ‘Yabancı ülkeler kendilerine baksınlar’mış. Bu, bizim yaptığımız ayıp, ama onlar daha büyük ayıplar yapıyorlar demek değil mi? Zaten, Taksim’de olanların gösterilmesi niye istenmiyor? Demek bir ayıp işliyorsun ki onun ekrana gelmesinden çekiniyorsun. Ben hem o ayıbı işlerim hem de onu kimse göstermesin demek, bu ülkede polisin mantığıdır.