Archive for the ‘teatro’ Category

h1

Franca Rame

31 Mayıs, 2013

IMG_4940

Bu kitabın alınmasının biraz sefil bir hikayesi var. Dario Fo Nobel almıştı. Herkes de çok şaşırmıştı. Sonuçta, politik ve etkili oyunlar yazan ama edebi kimliğiyle bilinmeyen biriydi. Açıkçası o zamana dek yaşadığını bile bilmiyordum ben, zamanında yazdığı oyunları oynanan bir yazardı benim için. Birkaç ay sonra da Pisa’ya geldi oynadığı oyunla Dario Fo.  Biz de gittik.

Biletleri çok sevdiğim iş arkadaşım Cristina almıştı. Son günlerim diye bir hediye gibi düşünmüştü. Salonda Dario Fo’nun oyunla ilgili kitabını satan bir genç adam vardı. Ben de Cristina’ya almıştım. 12 bin liretmiş (arkasında yazıyor)-6 dolar filan-, kendime alamadım. Yoktu yanımda o kadar. Sonra oyun başlamak üzereyken tekrar kalktım, oyunun anısı olarak kaçıramazdım. Adam telaşla oyun başlıyor, yerinize derken alın size 8 ya da 9 bin liret, ok mi dedim. Tamam tamam hadi dedi adam. Ben de kitapla yerime döndüm.

Karısı Franca Rame ile oynuyordu Dario Fo. Bir anarşistin (karakolda) kaza sonucu ölümünü belgesel niteliğinde hicvediyorlardı. Kendi yakın tarihlerinden iz bırakan (bizde fazla olağan çoklukta yaşanmış) bir ölümü, JFK filmindeki gibi her ayrıntıyı didikleyerek inceliyorlardı. Olayın fazla komediye malzeme edilmesi çok içime sinmemişti benim. Çıkışta Cristina ile uzun uzun tartıştık. O bunu etkili bir protesto olarak görüyordu, ben bir ölüm komedi malzemesi olmamalı diyordum. Böyle böyle onun karşı tarafındaki evine kadar yürümüştük, ben nehrin tiyatroyla aynı tarafında otursam da.

Bir de izlerken adamı muhtemelen TRT günlerinden gayet iyi tanıdığımı farkettim.

Franca Rame - Dario Fo4

Çok güzel bir çiftti Dario Fo-Franca Rame. Her türlü işlerinde birliktelermiş 60 yıldır. Hatta belki Nobel’i beraber almaları gerekirdi diye düşünmüştüm. İşte o Franca Rame dün ölmüş. Tiyatroyla geçen ömrü dışında 2006’da senatoya girmiş, 2 yıl sonra duyguların buz gibi olduğu bir yer diyerek istifa etmiş. Zaten kadının hayatı epik bir roman gibi. 60’lar boyunca politik, hatta ajit-prop militan tiyatrosu yaptıkları için ’73’te faşistler tarafından kaçırılmış, hatta o sırada te ca vü ze uğramış. Bunu anlattığı bir oyun da oynamış.

pagina11

Ve bu yılın başında eşine bir aşk mektubu yazmış (bence eşinden çok tiyatroya bir aşk mektubu bu):

… “Çok üzgünüm çünkü işsizim. İşimi kaybettim.”
“Nasıl işini kaybettin? Sabahtan akşama bilgisayar başındasın, gözlerini kaldırmadan yazıyorsun, yazıyorsun.” (cevap veren, gökten yatağına inmiş bir yıldız.)
“Evet ama o benim işim değil. Ben tiyatroya doğdum. 8 günlükken sahnedeymişim. Hep oynadım. 8 günlükten 81 yaşına. Bir oyunumuz vardı, “Olağandışı İki Başlı”, Berlusconi üzerine bir taşlama. Ama ’83 yılıydı, kaç yıl geçmiş?”
“Bay Komik’i unutuyorsun. Çok şey yaptınız.”
“Haklısın. Ama artık o bile yapılmıyor.

Dario Fo’ya yardım etmekten mutluyum. O benim herşeyim. Metinlerini elden geçirmek, basına hazırlamak, ama özlediğim birşey var. Bu da yaşamı sevmeme engel oluyor.
Bu yüzden ölmek istiyorum.
Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum. Küveti doldurup bileklerimi kessem?
Ama sonra beni o kırmızılıkta bulanların yaşayacağı korkuyu düşünüyorum.
Pencereden mi atlasam? Ama aşağıda ağaçlar var ve ölmeyip her tarafımı kırmakla kalırım: ayak parmağımda kafaya alçılı.
Uyku ilacıyla kendimi zehirlesem… onu denedim zaten bir kere… 3-4 hap ve su… bir süre dayandım, sonra kafam masada sızdım.
Kısacası, ölmek çok zor şey.
Kısmen beni durduran şey, Dario’ya, Jacobo’ya (oğulları), aileme, Nora, Mattea, Jaele (ailenin en güzeli), tüm aileye, arkadaşlarıma vereceğim acı.
Cenazemi de düşünüyorum ve gülümsüyorum. Kadınlar, birçok kadın, yardım ettiklerim, yakın olduklarım, arkadaşlarım, düşmanlarım da… kırmızı giyinmiş, ciao bella’yı söylüyorlar.

Çalışmıyor olmak ne kadar üzücü.”
“Neden bir oyun sahneye koymuyorsun?”
“Ama Dario’yla o kadar alıştım ki. Onu ’51’de sahnede tanıdım… turnelere çıktım, başarı kazandım… hatta fazlasıyla. Yıllarca birşey yapmadıktan sonra 2012 Eylül’de Picasso oyununu iki kere oynadık. Ya şşşşimdi?
“Birçok sergilenmemiş materyalin var. Tek kişilik bir oyun sahneye koyabilirsin.”
“Haklısın. Evet, yapabilirdim… ama sonra Dario’yu akşamları televizyonunda karşısında izole bir şekilde düşünüyorum… sonra yatağa panjurları, kapıyı kapamadan gidiyor. Çarşafların arasında o dönüp durmaları hissedebiliyorum. O yüzden burada, onun yanındayım. Onu çok seviyorum… ama öyle üzgünüm ki… mutsuzum… merhaba, ben gidiyorum.

Dario, yazdığım herşey sana tiyatroya dönmezsem melankoliden öleceğimi anlatmak için. Büyük bir öpücük…”

Franca Rame - Dario Fo

Franca-Rame un Dario Fo -auf-der-B-hne

Biraz klişe olacak ama gerçekten artık böyle insanlar yapmıyorlar.

h1

– Master? – Yes? – I have something to tell you – I know *

22 Nisan, 2013

Türk seyircisinin bilgi yarışmalarına ilgi gösterdiği fikri nereden çıkma, bilmiyorum. Sonuçta program formatları belli: kurgusal anlatılar (diziler, filmler), gerçek anlatılar (haberler, belgeseller), eğlenceler (müzik programları, talk-showlar, yarışmalar, gezi programları, spor), reality zımbırtıları. Belki bir de bilgilendirici programlar ayrılabilir (bazı belgeseller, bilgi yarışmaları, yine gezi: yani bildiğimden değil, şimdi düşünüyorum).

Bir dönem bunlardan birisi fazla yeralırsa mutlaka bir yerden patlar. Şimdi olan da o. Zamanında 32.Gün’ü izlerdik milletçek, tartışma programlarına aboneydik. Başka zamanlar müzik programı diye birşey vardı. Birara paparazzi’ler. Sonra reality’ler kapladı ekranı. Şimdi de dizilerin yerini yavaş yavaş reality-yarışmalar almaya başladı. Çiftler arası yarışmalar filan, rezil şeyler. Yoksa, ülkede bilmeye-öğrenmeye karşı bir merak görmüyorum ben, ve bunu her farkedişimde tekrar tekrar şaşırıyorum (öğrenmeye meraksız bir insan nasıl olur diye).

±

Birkaç yıldır kim bilgi yarışması dese Mastermind diyorum. BBC’de rastlamıştım bir keresinde, sorulara ve pat pat bilenlere bön bön bakmıştım. Hele bir adam gerçekten inanılmazdı. Ve ilginçtir, BBC’de iki kere daha rastladım yarışmaya, ikisi de aynı bölümdü. Başka bölümü vermemişler uluslararası kanallarına.

Aynı yarışmanın NTV’de başlaması çok garip geldi bana. Bir defa, çok soğuk bir format bu. Kişisel sohbete fırsat yok, kişileri doğru dürüst tanımak yok, herkes çok ciddi. Bize göre değil. Ve soruların orijinaliyle ilgisi yok:
– İngiltere’yle Fransa arasındaki kanalın adı?
– Mona Lisa’nın bulunduğu müze?
– Portekiz’in komşu olduğu okyanus?
– Merih’in diğer adı?

Bunlar genel kültür soruları. Bir de uzmanlık soruları var. Normalde sizin de uzmanlık alanınız değilse o kısımlardan tek bir soru bilememeniz gerekir, ama orada da “dokunduğunu altına çevirdiğine inanılan kral?” gibi sorular oluyor. Yani, okullar arası bir ortaokul bilgi yarışması yapılsa ki Hababam’da olduğu gibi yapılırmış eskiden, tam ortaokul düzeyinde sorular. Bunu yapımcılara sorsam diyecekler ki daha zor sorsak: 1.cevaplayacak yarışmacı bulamayız, 2.izleyecek adam bulamayız. Ben de eklerim: 3.soruyu yazacak kişi bulamazsınız.

Söylemeye gerek yok, hangi yarışmayı ne zaman açsanız aynı şey, yarışmacılar felaket ötesi. Bir defa, bir yarışmaya katılma kararını vermek için ne gerekir? Medeni cesaret, evet, ama birşey daha: Haddini bilmek. Bu katılanları herhalde ‘senin ne eksiğin var ki’ diye dolduruyor yakınları. Oysa, denmesi gereken, ‘senin ne fazlan var ki’ olmalı.

Dün Mastermind’da hiç beklemediğim, ama zaten hep hiç beklemediğim yerlerden çıkan biri vardı: Bilkent’teki tiyatro yönetmenimiz. Tanıdığım en ilginç kişilerden biridir. Fiziksel olarak da öyleydi o zaman. Leylek gibi uzun bacaklar, kollar, burun. Alın geniş-açık, arkaya doğru sarı uzun saçlar. Ben hazırlıktaydım, o benden 3 yaş büyüktü sadece ama çok bilgili adamdı gerçekten. Çok şey öğrenmişimdir.

Tiyatro oyunları yazardı. Sonra, Şaşıfelek Çıkmazı’nda çıktı. Evin bahçesindeki depoda yaşamaya başlayan sihirbazdı son bölümlerde. Zaten sihirbazlık yaptı birkaç yıl. Atv’de de bir sihirbazlık programı yaptı birkaç bölüm, sahnede konuklar ağırladığı. Sonra kendisine benzeyen Lale Mansur’la bir oyun oynadılar. Bilgi’de işletme master’ında ders verdiğini görmüştüm üniversite ile ilgili alakasız birşeye bakarken. En son da Bir Zamanlar Anadolu’nun sonundaki morg görevlisiydi ve bence filmin tek gereksiz sahnesinde bir sihir numarası yapıyordu.

Neyse, dün birinci oldu tabi. Genel kültürde 25’de 22 ile şimdilik rekor puanla (‘Fethiye’ye en yakın havaalanı’, ‘2001 krizi sonrası ekonomi bakanı’ & ‘birkaç sayının toplamının adedine bölünmesi ile bulunan sayı’yı bilemese de). Programın formatına uygun fazlasıyla ciddiydi, zaten tiyatrocuların meslek hastalığı bu, sürekli oynamak. Bilip cevaplayamadığı sorulara çok üzüldüğünü söylerken de çok hırslı geldi bana. Bir yarışmaya katılmak için gerekli 3. özelliğin de o olduğunu gösterdi: Bildiğini herkeslere gösterme hırsı.

* Başlık, Gülün Adı’nda Christian Slater’la Sir Sean Connery’nin diyaloğu.

h1

Rumuz Goncagül

11 Ekim, 2012

– Yaz boyu kapının yanında güneş kremi durur. Ben hiç sürmem aslında. Daha 3-4 gün önceydi, evden çıkarken gözüme ilişti, canım istedi. Bir gün önce güneş bayağı yakmıştı. Kollarımı bir güzel sıvadım kreme. Sonra vapurda sürekli kolumu yemek istedim. Tam bir deniz-plaj kokusu. Bu yıl da hiç denize girmediğimden pek özledim o kokuyu.

– Daha önce de demiştim, fesybuk’a bir tiyatro festivali için kaydolduğumu. Dolayısıyla oradaki bağlantılarım da genelde İtalyan sokak tiyatrocuları. Biri ki çok sevimli birine benziyor, 2 gün önce oyununun resmini koyup herkesi çağırmış:


[Gerçi resimden de anlaşılıyordur ama: “Ciddi bir kız, yalnız bir adamla tanışmak istiyor, en fazla 70“]

Ben de ‘aynı Rumuz Goncagül’ dedim. Daha doğrusu, “25 yıl önceki bir Türk filmine çok benziyor” dedim. Filmden de Türkan Şoray’ın annesiyle (Altan Karındaş sanırım) bir bankta talihlilerini beklediği bir resmi koyayım istedim. Hatta o sırada Müşfik Kenter, Macit Koper veya Yavuzer Çetinkaya elinde gülle geliyor olsun (onu böyle efsanevi -elit- isimler istemişken o bir sakallıya (Hakan Balamir) varır [Aristokrasiye karşı sosyalizmin zaferi!]).

Ama nerde… Filmle ilgili hiçbir resim olmadığı gibi, fragmanı bile yok. Sadece bir yerde 6-7 parça halinde filmin bütünü var. Ben de o bölümlerden, içinde en benzer sahneler olan birinin linkini verdim. O da “izledim, ama Türkçe. Anlamak isterdim” diye yazmış. Sonra da altyazılı versiyonları sormuş.  Nette yok, ama belki dvd’sini bulurum dedim. O ‘en azından İngilizce altyazılı’ diye ısrar edince de ‘tamam, kesin bulurum’ dedim.

Kısacası, dvd’sini bulabileceğimi bilen biri varsa, ya da fikri olan, ya da Beşiktaş’taki ünlü dvd’cinin önünden geçen-telefonunu bilen (Beşiktaş’ın tam ortasında, Mimar Sinan’ın karşısı bir bina, 2. katta: büyük olasılık yoktur, ama bir yerde varsa onda vardır) ya şimdi konuşsun, ya da hatırlayınca. Olmadı, Sultan’a soracağım ama ayıp olacak. Kadına ilk sözlerim ‘Rumuz Goncagül’ün videosu’ olursa alınır tabi.

– Assange’ın hikayesi, başından geçenler inanılmaz değil mi? U2’nun şarkısını biraz değiştirip gece gündüz stuck in a building, can’t get out of it diyebilir. Şimdi de Gaga onu ziyaret etmiş, habere göre 5 saat yemek yemişler. Ama 5 saat yemek yenmez ki. İşin gerisini bilmem ama müthiş bir ikili olurlar gerçekten. Megaloman psikopatla narsist teşhircinin aşkı. Çocuklarını düşünemiyorum.

h1

Handel’in Rosmene’ye ettiğidir

20 Haziran, 2009

18:10, Kumrucu Şevki: Bir sucuklu, bir peynirli. Paket. (orada ‘here or to go?’ derlerdi, burada ‘burada mı yiyeceksiniz, paket mi?’. tamamen aynı olması global dünyanın hükmü olsa gerek).

20:45, otobüs: Bir yandan poğaça kırıntılarken dışarıyı seyrediyordum. Otobüs boşça. Arkamdaki kız da arkasını dönmüş, batan güneşi seyrediyordu. Ben de dönüp bir kurabiye verdim.

21:30, Odeon (Küçük Tiyatro): Tam sahnenin karşısına hem de etrafı boş bir yer bulup etrafıma bol bol minder toplamanın konforuyla rahat rahat kuruldum.

21:40, aynı yer: Geç gelen bir çift dibime oturdu. Ve abartısız sürekli konuşup durdular. Bir oyuncunun kostümünden, kutu koladan, etraftaki insanlardan, oyunla ilgili ipe sapa gelmez şeylerden. 10 sn. bile sahneye bakamayan birileri buraya kadar niye gelir diye merak ediyor insan. İst. olsa görünmek ve görmek derdim. Ya buraya? Muhtemelen Selçuk veya Kuşadası’nın, eline davetiye gelmiş bir devlet veya belediye görevlisi, yemekten sonra ‘hadi hanım, biraz hava alalım’ demiş.

22:30, hala aynı mekan: Bela çiftten biraz uzaklaşılan 2. perdede kendisini korsanlardan kurtaran Imeneo ile değil de önceden sevdiği Tirinto ile evlenmeyi istemektedir Rosmene. Ama ailesinin ve Imeneo’nun baskısı ile istemediğini seçer. Koro da insanın arzularını değil mantığını izlemesi gerektiğini, şükran ve onurun duygulardan ve bağlılıktan güçlü olduğunu söyleyip iyice saçmalar.

23:40, gelinen otobüsün yanı: Arka koltuktaki kızla -ufka yakın bile görülen- yıldızlardan, Şirince üzerinde gökyüzünden ve çeşitli planlardan konuşuyorduk.

01:40-55, Konak Meydanında bir durak: Aynı kızla sohbet tükenince çeşitli ritmler yapmaya başladık. Ama hayır, tinerci çocuklar ve akşamcı abiler etrafımıza toplanıp bize katılmış, bir cümbüş, bir eğlence gitmiş değil.

02:15, KSK iskele: Baykuş denilen salak otobüs iskelede durdu, şoför ve kırmızı burunlu bilimum amca indi. Aşağıda sigara içme seansı başladı ve bitmek bilmedi. Önümdeki sakallı tipe sordum, müthiş belediye planlamacıları otobüsü iskeleden buçukta hareket edecek şekilde planlamış.

02:35-55: Girne’den eve yürüyüş. Bizim muhit ne zaman ‘uyumayan muhit’ ilan edildi bilmiyorum ama envai kumrucu, dondurmacı, köfteci, waffle’cı hala açık. Ama en acıklıları, aralarında çok fazla üremiş arabalı ızgaracılar. Bunları diziler yanlış yönlendiriyor olmalı. Bir İst. Masalı’ndaki dayı, 2. Bahar’daki Ali Haydar, onlara özenen Aşk Yakar’daki Filibe köftecisi, Annem’in pazaryeri köftecisi Vahide Gördüm, arada stadyum yakınlarına köfte ekmeğe giden Efe ve aşçısı Mösyö, hatta Yol Arkadaşım’daki seyyar lokmacı.

05:00: (Mümkün değil eve gelir gelmez yatamam) TNT’de Kuzeyde Bir Yer başladı. Mike Monroe dalgıçlık kıyafeti almak istediği için kasabalı arasında para toplar, doktor Joel kıskanır. Aralarında güzeller güzeli Maggie olmalı. O kıza benim de zaafım var. Sanırım bayılmadan kapattım tv’u.

h1

Natasha Richardson

20 Mart, 2009

İyi ve sevdiğim oyuncuların birlikteliklerine zaafım var. Böyle deyince aklıma örnek olarak direk Emma Thompson-Kenneth Branagh çifti geliyor. Onlardan da (onlara) çok benzettiğim Zuhal Olcay-Haluk Bilginer çiftine atlıyorum (Bilginer’i o kadar sevmesem de). A, evet bir de Warren Beatty-Annette Bening var. Ama benim sevdiğim çiftler hep ayrılıyor, neyse ki onlar öyle değil.

Bir de Natasha Richardson-Liam Neeson varmış meğer. Beraber olduklarını kadının biyagrafisine bakarken görmüştüm sanırım 2-3 yıl önce, oynadığı oyun Washington’a turneye geldiği sıralarda (pahalıydı biletler), ama sonra unutmuşum.

richardson-neeson

Bilmeden, tanımadan seyrettiği oyuncular oluyor insanın. Tekrar tekrar karşısına çıktıktan sonra bir yerde ya, ben bu kadını birkaç kere daha görmüştüm (görmüşüm) diyorsun, noktalar birleşiyor, o andan itibaren tanıdığın biri oluyor artık. Charlotte Rampling’le beraber böyle biri benim için Natasha Richardson. Çok yıllar önce Comfort of Strangers’ta seyretmişim mesela, Rupert Everett’le beraber. Sonra Jodie Foster’ın Nell’inde. Bir yerde kim olduğunu öğrenmiştim, Alin Taşçıyan bir programda iyi oyuncu diye bahsedince sanırım. 3 yıl önce doğumgünümde White Countess’e giderken tanıyordum artık. Orada da bana direk Liam Neeson’ı çağrıştıran (Schindler) Ralph Fiennes’le oynuyordu ve çok güzeldi. Charlotte Rampling’in tersine ama, o daha çok tiyatro oyuncusu. İyi filmleri kısıtlı.

Zaten familyası, köklü bir tiyatronun duvarlarındaki efsanevi oyuncular portreleri gibi. Başta annesi yaşayan bir efsane, Vanessa Redgrave. Onun babası, sir olmuş bir aktör, 20. yy.’ın en büyük oyuncularından Michael Redgrave. Babası, İngiliz yeni dalga yönetmenlerinden, Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı, Tom Jones gibi filmleri yapan Tony Richardson. Şimdi baktıkça görüyorum ki Uzun Mesafe’de kayınpederini yönetmiş adam. Vanessa R. ile ayrılmalarının nedeni de Jeanne Moreau’ymuş. Nereye elini atsan başka bir efsane çıkıyor yani.

richardson-neeson_anna

Liam Neeson’la ilişkileri beraber oynadıkları bir Broadway oyununda -Anna Christie- başlıyor. Aralarındaki gerilim sahneden taşıyordu, diyor New York Times haberi. İki oğulları varmış. Çiftin sık misafirleri arasında Ralph Fiennes, Meryl Streep, Laura Linney var diyor biyografisi.

Sonra, işte kayak dersi sırasında düşüyor. Basit bir düşme. Sonrasında kendinde. Ama sonra başağrısı başlıyor. Ben de ne biçim bir makine bu insan vücudu diyorum. Çok komplike, çok ince detaylar düşünülerek işliyor. Ama sonra kayakta kafanın yanlış bir tarafını sert kara çarpıyorsun. Polis tartaklarken düşüp kaldırıma çarpıyorsun. Uyurken nefesin tıkanıyor. Öksürürken genzine kusmuk kaçıyor. Uludağ’da parkur dışına çıkıyor, birkaç saat dışarıda kalıyorsun. Uyurken şofben gaz kaçırıyor. Uyurken rüzgar bacadan içeri esiyor. Hayat adil değil denir ya, işte asıl adil olmayan şey bu: bitmemesi gereken bir şekilde, çok anlamsızca bitiveriyor. Tüm o ince çalışan makina planlanırken bunlar düşünülmedi mi diye sormak istiyorum. Bunları kabul ederek yaşamaya devam etmesi çok zor. Bunları da en iyi yaşayan bilir, bu kadının ailesi gibi.
O noktaya kadar kolay gelmiyor insan. Öyle iyi bir oyuncu kolay olunmuyor mesela. Doğru dürüst bir insan olmayı öğrenmesi de kolay değil. O yüzden bu pisi pisine durumu daha beter batıyor.

h1

isim şehir hayvan (ve bitki ve ülke ve eşya)

12 Aralık, 2008

Gözde şehrim gidene dek Londra değildi (Roma’ydı). Her zaman bir sempatim olmuştur Londra’ya ama görünce gönlüme yerleşti. Çok kısa bir tatilde yemyeşil ve bakımlı parkları (oysa Washington’da en sembol parklar bile çorak ve bakımsızdır), parklardaki çizgili şezlongları ve çimlerde uyuyan kızları; Royal Albert Hall ve BBC Prom konserleri, teatro: özellikle de benim için efsanevi National Theatre, ve gidilen bir açıkhava oyunu, sonra British Film Institute; haftada bir gün akşam açıkmış diye boş yere gidilen British Museum dönüşünde bastıran yağmurda sığınılan telefon kulübesi (o da Dr. Who’daki gibi havalansaydı keşke); artık birkaç günlük tatil için ne kadar çok şey aldıysam metro merdivenlerinden çıkarken zorla çekilen çantaya atlayıp bir ucundan tutan bir genç adam; ulaşılamayacak ama göz doyuracak mağazalar, en başta Harrods; buram buram tarih ve gelenek, ama bir yandan yeninin, modanın öncüsü, neo-klasiği sürekli yeniden üreten bir kent. Londra güzeldir (benim için güzeldir).

Geçen haftalarda sevdiğim birinin Londra’da olduğunu öğrendim. Kötü bir mecburiyetten. Ben herhalde bir yandan geziyordur, şehrin keyfini çıkarıyordur derken onun canı sıkkındı. Bir süre sonra müsait olduğunda dışarıda bir şeyler yap diye heveslendirmeye çalışıyordum ama pek morali yoktu. Sonra bir şekilde benim ona plan yapmamda anlaştık. Severim, sevdiğim kişilere iyi birşeyler seyrettirmeyi. Hatta sevmekten çok ihtiyaç benim için.

warhorse16gallery-802

Uzun uzun planlar yaptım, birkaç gün boyunca, orada kalacağı günler için. Araştırdıkça, neler var, neler iyi, nasıl eleştiriler almış, ne zaman, nerede, kaça… içlerine girmiş oldum. Herhangi biri olsa kötü kıskanırdım, ama bu durumda onları araştırmak iyi geldi, gitmiş kadar olmadıysam da.

En başta tiyatrolar, National Theatre’ın baba oyunları, politik oyunları, bir çocuk kitabından uyarlama kuklalı oyunları, Oedipus’u; çeşitli geleneksel tiyatrolar, yeni patlakveren yenilikçi küçük gruplar (şu sıralar sahneye çıkanlar arasında Kennet Branagh, Ralph Fiennes, Jude Law, Pete Postlethwaite (usual suspects ve in the name of the father), michael gambon (prof. dumbledore), Imelda Staunton (vera drake) var desem); hem tiyatro hem sinema hem dans stüdyosu Riverside Studios, dolu dolu repertuarlı British Film Institute; müzelerde Tate Modern’da Rothko sergisi, British Museum’da Babylon, Royal Academy of Arts’ta Bizans, National Gallery’de Titian hareketi, sevgili Victoria&Albert Museum’da Booker ödüllü kitaplar ve Swarm Chandelier. Swarm Chandelier:

swarm2

En bahsedilmesi gerekense Brilliant: 3-6 yaş arası için bir oyun aslında, ama her yaş için bir lokum diyor eleştiri. Bir çocuk yatmaya hazırlanırken başlar oyun ve gecenin ve karanlığın mistik ve büyülü dünyasına girer. Ve yıldızlar ve ay ve kainat. “Kainatı görebiliyorum, o da beni görebiliyor” der çocuk.

Imagine it’s bedtime. Imagine it’s time to turn out the light.
Imagine the night outside. And the stars, shining bright.
But where is Reindeer leading you? Through a forest of flickering torches,
Where the moon comes down to play. To a place that is made of light
Imagine how brilliant that would be.

Gerçekten çok çekici. Ben de çocuklar için böyle şeylerin üretildiği bir şehirde yaşamak istiyorum.
bril460-brilliant-fevered-sleep

h1

insanın tüm tanrıları aklındadır. boşa gider verilen kurbanlar

5 Temmuz, 2008

Bu bir lanet olmalı. Ne zaman Fefesus’ta bir konsere çok tok, hatta çıkmadan alelacele yediğimden tıkabasa dolulukta gitsem konser öncesi mükellef bir açık büfeli kokteyl oluyor. Başka zaman belki o kadar ilgi göstermeyeceğim et yemekleri, bir sos doldurulmuş domatesler, biberler veya çeşit çeşit içkiler gözümde büyüyor. Hatta 3 yıl önce Celcius’taki kokteylden bir uzo yürütmüşlüğüm de var. Ama ne zaman belki kokteyl vardır diye aç gitsem hiçbirşey olmuyor.

Dün konser Celcius’taydı, kokteyl de Liman Yolu’nda. Davetli misiniz, konsere mi geldiniz? Gazeteci. Yalan da değil. Şu an bu yazıda yaptığım gazetecilik diil mi?

Bir içki sonrasında Büyük Tiyatro’dan Kütüphaneye giden yolda tek başına yürüyen çiçekli elbiseli genç bir kadın vardı. Kimse yalnız gitmiyor bu gösterilere. Hele oradakilere. Ne şans ki içeride de yanyana oturduk. Numarasız sırada bir biz vardık. Sohbet ettik biraz. Yunan protokol konuşmalarından sonra gösteri başladı. Genel tanımla gösteri, çünkü gelenlerin hemen hiçbirinin neye geldiğini bilmediğine eminim. Mario Frangulis Söylüyor’du gösterinin ismi. Ünlü (yani yakışıklı) bir tenormuş. Ama açıklamasında Öripides’in kayıp trajedisi Feydon (Phaethon diyenler olabilir ama biz Yunancanın okunuşunu İngilizce yazımıyla yazmayacağız herhalde) dünyada ilk defa sergilenecek diyordu. (100 yıl kadar önce oyunun bazı bölümleri Mısır’da mumyalara sarılı papirüslerde bulunmuş). Ben de lirik bir oyun bekliyordum.

Arada koronun tiradlarını şarkı halinde söylemesi dışında klasik bir tragedyaydı. Hikaye bilindik. Artemis’le evlenmek üzere olan Feydon, babasının güneş tanrısı, Artemis’in de erkek kardeşi olan Apollon olduğunu öğrenir annesinden. Fedon düğünden vazgeçmek isterse de gerçeği bilmeyen babası Artemis’le evlenmesinde ısrar eder. Feydon gerçek babasına gider ve onu ikna etmek için ne isterse yapacağını söyleyen Apollon’dan arabasının (güneşin) dizginlerini ister. Böylece gerçek babasını herkes anlayacak, babası da düğün ısrarından vazgeçecektir. Apollon bunu istemese de mecburen kabul eder. Ama güneşi yönetmeyi bilemeyen Feydon önce çok yukarıdan gider, dünya soğur. Sonra çok yakından gider, yerler kurur, (Etiyopya) çöl olur, Etiyopyalılar’ın tenleri de siyah olur. Bu felaketi durdurmak isteyen Zeus da bir yıldırımla arabayı parçalar, Feydon feci şekilde can verir. Annesi ve babası ağıtlar yakar.

Altyazı vardı neyse ki, ama biz biraz uzaktaydık ve ben küçük fontu ucu ucuna görüyordum. Bayağı da kaçırdığım oldu. Oysa tragedyaların en güçlü tarafı pat pat güçlü sözleridir. Bakınız başlık, veya “insan başkalarına çok iyi akıl verir. Ama görmez kendi hatalarını”, “Erkek gizemli olanı ister”.

İki perde denmişti ama selam verdi oyuncular, arkada korodaki kızlar birbirine sarıldı. Zaten Feydon ölmüştü, daha ne olsun. Gidenler oldu. Ama bekledik biz. Önlere geçtik hatta. Meğer 2. kısım apayrıymış, tarih boyunca Apollon için söylenen ilahiler. Fena değildi şarkılar. Ama artık isimlenen Bayan C’nin telefonu çaldı. Bir süre titreşimde bıraktıktan sonra çıktı konuşmak için. Geldikten sonra tekrar çaldı telefonu. Açtı, konuştu, 2 dk. kadar. Öndekiler biraz lafetti. Yine fazla birşey demediler. Durum kötü dedi Bayan C. Abisi arıyormuş, kötü şeyler olmuş. Biraz sonra tekrar çaldı telefonu, yine açtı, birkaç dakika konuştu. Bu sefer yandan, önlerden daha fazla lafeden oldu. Bana da söylediler, Yunanca söyleyin kapatsın diye (yani herhalde öyle birşeyler). Yine fazla birşey yapmadılar, ben olsam çantamdan bir penny’lerden bulup kafasına atardım. Gitmem lazım, belki bir otobüs bulurum dedi. Bulamazsın, bitmeden gitmez otobüsler dedim. Sonra çıkıp tekrar konuştu. Geldiğinde iyice endişeliydi. Gitmeliyim, belki birşey bulurum dedi. İyi, ben götüreyim dedim. Zaten bize yakın oturan bir arkadaşına gidiyor diye bırakacaktım. Çıktık şarkının ortasında. Oysa bitirmeyi isterdim tabi ilahileri.

Gereksiz bir durummuş oysa. Abisi başka bir şehirden arıyormuş. Annesi arkadaşında demiş. Arkadaşını aramış o da. Arkadaşı da açmadan onu arayıp napayım diyormuş. O da açma, ben gelince senin telefondan ararım demiş. O yüzden de bir an önce gitmek istemiş. Bu durumun bu kadar endişelendirici boyutunu anlamak zor tabi. Hatta o kadar ki:
– Yola çıkmadan ben bir tuvalete gideyim, bir dakikamız vardır herhalde.
– Olur, ama oyalanma.

– Bir saniye şu koltuğu birazcık toplayayım.
– 30 saniye vaktin var. Artık yolda hızlı gidip telafi edersin.

Skör’ün koyduğu ve çok beğendiğim hedikedi albümü bile gerilimi çok azaltamadı. Oysa gece yolculuğu ne müthiş şeydir. 1 saat 5 dk. sonra arkadaşının evine gelmiştik.
Sonrasında eve giderken biz bu maceradan ne anladık Templar, dedim. Yalnızlık/Bekarlık… öz.gür.lük, sul.tan.lık’tır. En azından %99. Sorun zaten kalan %1’i bulmakta.

h1

Amnezya Anestezya

19 Nisan, 2008

Dün çok uzun bir süre sonra ilk defa yaşadığımı hissettim. Önce film festivalim kapsamında gündüz Rivette’in Langeais Düşesi’ne gittim. Bir Balzac uyarlaması, hoştu. Ama tabi İstanbul’da oynamadığından (festivalde var sanırım ama farketmez) muhteşemdi ve olağanüstüydü ve büyüleciydi. Neyse, sonra tiyatroya gidecektim. Kabul edeyim, film festivali yalan oldu. Ama minik bir tiyatro festivali ışığı göründü gözüme, çünkü 3 oyunuyla Rainpan 43 diye bir grup gelmiş birkaç günlüğüne. Kısacası deli bir ikili.

1 saatten fazla vardı. Yakındaki sevdiğim bir mağazaya girdim. Daha önce aldığım, boyu kısa mı ki dediğim pantolonun uzununu buldum. Sonra kasada tuvalete gitmiş kasiyeri 10 dakika, sonra 10 dakikada bir gelmesi gereken otobüsü 20 dakika bekleyince küçük bir festival koşturmacası bile oldu.
Tam oyun saatinde tiyatroda oldum, biletim de yoktu oysa. Ama gişedeki oğlan sağolsun, toplu bilet kesti, yoksa 3’ü birden astronomik olacağından hangisini elesem diyordum. Oyun (Amnesia Curiosa), festival bitince anlatırım, tam kafama göreydi. Bitince biraz oyalandım. Çıkarken oyuncular da fuayede sohbetteydiler. Küçük tiyatroların özelliği.

Oradan metroya doğru giderken karşıma pek sevdiğim süpermarketim çıktı. Şehirde tek gitmediğim şubesi. İçerisi benim güvenli ama diğer yandan fazla seçkinci ve sıkıcı muhitime göre çok daha kaotik, hareketli (vibrant diyelim en iyisi) ve mülti-kültürel birşeyler barındırıyordu. Çilek parçalarını tattığın kasenin başında iki siyah oğlan -biri feminen görünümlü- onlardan önceki asyalı kızlara güzel miydi diye laf attılar, kızlar kıkırdadı, uzaklaştı. Sonra ben de başında ağzımıza bir yerine birsürü atarken aşık oluyorum buna dedi biri, ama unutma tek taraflı olacak dedim ben. Genç, yaşayan bir kitle vardı içeride.
Metroya kadar sokak genel olarak hareketliydi zaten. Cafeler, restoranlar, barlar. Sokakta yürüyenler vardı bir defa. Ve benim oradan olsa olsa 2. geçişim filan.

(Şu tarzda) Çok güzel bir gündü. Ama bir yandan da acıklı. Anlatabiliyor muyum?

h1

SUNRISE SUNSET

20 Haziran, 2007

Giysi pazarı muhabbetleri, yeni mutsuzluğum, eski güzel anılar, zaman biter mi, tehlikeli sokaklar, garip tv programları, hepsine kafamda dokundum yazar gibi. Ama bunu dinleyince şu an başka birşeyi yazamayacağım belli oldu.

Tevye türlü çekişmeler sonunda büyük kızını evlendiriyor. O ve karısı tören sırasında kendi kendilerine..

– Ne zaman büyüdü bu bu kadar? Daha dün ellerimde değil miydi?
– Ne gibi öğütler verebilirim ona? Hayatlarını nasıl kolaylaştırabilirim?
– Artık birbirlerinden öğrenmeliler, gün be gün.
– Sunrise sunset…

Çok acı, çok ince, çok usulca…

h1

vie.. vie.. peut-etre

16 Ocak, 2007

Şu anda.. evet, tam şu anda

– Bir film ekibinde çalışıyor olabilirdim. Hirokazu Kore-Eda’nın asistanlığını yapan niye ben olmayayım?

– Bir film festivali programlıyor olabilirdim.

– Yanımdakine ‘a bak, bunu almayı düşünüyorum ben’ dediğimde o ‘ben de sana almayı düşünüyordum. beraber alalım mı aşkım’ diyor olabilirdi (kitapçıdan bir diyalog). Gerçi aşkım demese daha iyi olur. Gerçi dese de olur.

– Onla, ikimiz de daha baştan pişman bir şekilde sokak ortasında tartışıyor olabilirdik.

– Sonra ben özür dilemek için olmadık bir saatte evine giderdim. Tam şu anda ‘biz de genç olduk’ derdi çevreden birileri.

– Bir çatı katında fantastik bir dünya yaratmak için kitaplar arasına gömülmüş çalışıyor olabilirdim.

– Mardin’de halk eğitim programları koordinatörlüğü yapıyor olabilirdim.

– Tercümanlığını yaptığım Zico ile Antalya Kaleiçi’nde bir barda ona tanıtmak için rakı içip eski futbol anılarından bahsediyor olabilirdik.

– Tercümanlığını yaptığım Mourinho ile Chelsea’de bir barda ona tanıtmak için Guinness içip yeni futbol anlayışından bahsediyor olabilirdik.

– Küçük ve karanlık bir barda David Sanborn’u dinliyor olabilirdim.

– La Scala’da bir Puccini dinliyor olabilirdim.

– National Theatre’da bir Shakespeare, Off-Broadway’de avant-garde bir oyun, Odin Tiyatro’sundan herhangi birşey seyrediyor olabilirdim.

– Kyoto’da bir geyşanın çay seromonisini izliyor olabilirdim.

– Saat farkından yararlanıp bir safaride olabilirdim. Hayır, olamazdım, çünkü Afrika ile o kadar saat farkımız yok. Ama safari arası bir gece jungle yakınındaki bir ahşap evde yatıp ormandan gelen sesler arasında uyumaya çalışıyor olabilirdim.

– Namibya’da yerlilerle bir kulübede uyuyor olabilirdim.

– Atina’da bir tavernada herkesle beraber kafaları bulmuş masaların üstünde oynuyor olabilirdim.

– Sevilla’da bir barda semtin kızları ile oğlanlarının dansını seyrederken bir kız beni dansa kaldırıyor olabilirdi.

– Versailles sarayında verilen bir davette, Windsor Katedralinde bir kraliyet düğününde olabilirdim.

– Kore’de bir vadinin ortasındaki bir gölün üzerindeki büyük bir salda yaşayan bir rahiple, veya Tibet’te Dalai Lama ile konuşmadan aynı odada farklı şeylerle uğraşıyor olabilirdik.

– Birinin çizmesini çıkarıyor olabilirdim (sadece çizmeleri sevmediğim için).

– Ağlayan bir yüz omzuma yaslanabilirdi.

– Depardieu’nun bağlarının ortasındaki bir masada Isabelle Huppert ve Fanny Ardant’la dördümüz içip sohbet ediyor olabilirdik.

____________

ama artık geçti.

h1

hayat berbat: kayıplar

22 Ağustos, 2006

Bir arkadaşım vardı (ya da var, bilmiyorum), haberleri seyretmeye yüreğinin dayanmadığını söylüyordu. Haberlerin daha böyle magazin olmadığı günler. Bu ülkede hayat zor, biliyoruz bunu hepimiz. Ama o zorlukta tutunduğumuz şeyler var. Asıl zor olan, bazen o farkında olmadan tutunduğumuz şeyleri kaybetmek oluyor.

Bunların hepsi bir gün arayla ikişer ikişer gazetedeydi:

* Gökçek Kuğulu Park’a tecavüz yetkisi almış koruma kurulundan. Aynen de bu kelimeyi kullanmışlar. En azından Kuğulu Park’ın da bundan zevk almasını zorunlu kılmamışlar. Niye şaşırıyoruz ki aslında? Gökçek, Bulvar kaldırımlarının Meclis karşısına gelen kısmına tecavüz ettiğinde kimse sesini çıkarmamıştı. Meclis kenarındaki kaldırımları da biçmişti aynı zamanda. Gördüğümde ağlayacaktım neredeyse.

* Fırtına Deresi’ne santral projesi hala yürüyormuş. Gökova’da deniz kenarında bir termik santralimiz var bizim, daha ne bekliyoruz bu insanlardan?

* Yeni Sahne yıkılıyormuş. Ankara’nın en değerli yerlerinden birinde derme çatma bir bina tabi gözünü döndürmüş Ormancılar Derneği’nin. Oraya bir işhanı, çarşı filan yapıp parasıyla da bir yöneticilere bir lokal, deniz kenarında bir kamp, niye olmasın demişler. Çankaya Bel.si daha değerli bir arsa verelim onun yerine diyor ama durum çok ümitli değil.

* Hasankeyf. Niye turizm ve eski eser önceliğinin bulunmadığı 50 yıllık bir proje yürütülüyor ve neden tam orada, ikna olamadım. Bu durumda bile su düzeyi 30 mt. (80 mt.miydi?)düşürülse şehrin neredeyse tamamı kurtulacakmış, %20 gelir kaybıyla. Ama bakan dün yok öyle bir indirme bindirme diyerek noktayı koydu. O “şehirde bulunacak birşey yok, un ufak olmuş heryer” diyor, oysa bir yandan Efes’tekine benzer teras evler kazılıyor. Denklemi yanlış kurmuşlar aslında: “şehir tamamen sular altında kalacak ama %1 daha fazla gelir alacağız” dense hemen eller ovuşturulurdu.

%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%%

Benim için en üzücüsü başka bir kayıp ama. Zaten yukardakiler belirsizliğini koruyor henüz.

İstanbul’un sanırım en sevdiğim mekanı İSM’ydi. Tarlabaşı’nda kurtarılmış bir mekan. Taksim’den inerken sağdaki bir sokağa saparsınız, karşınıza tekinsiz bakışlar ve klasik yoksul bir İstanbul mahallesi, pencereler arası asılı çamaşırlar çıkar karşınıza. Yanlış sokak. Sonrakinde eski bir manastır olan İstanbul Sanat Merkezi.

Girdikçe kendimi iyi hissederim. Orayi da Kumpanya sayesinde keşfetmiştim. Çok güzel gruptur Kumpanya. İlk oyunlarını seyretmek için çok beklemiştim, üç farklı yerde çeşitli aksiliklerle oynamadılar. Alışmıştım özür duyurularına. Sonra ama, iki üç çok hoş oyunlarını seyrettim. Hepsi çok yaratıcıydı. Biri de Tarlabaşı’ndan gelen seslerle bütünleşiyordu.

Kurucularından Naz Erayda özellikle dekor-mekan konusunda çok iyi bir kuramcıdır, eşi Kerem Kurdoğlu da zeki adamdır. Çok da şeker bir kızları var bu arada, görmüştüm bir keresinde. Grubun diğer üyelerini de severdim. Bir keresinde de oyun tanıtımlarını şöyle bir zarfla göndermişlerdi, hala müteşekkirim bunun için:

kum

Neyse, her geldiğimde uğramayı severdim İSM’ye. Bir festival zamanı yolda bir kızla tanışmıştım (ayrı bir hikaye), İSM’de dans kursuna gidiyordu. Sonra Mahir Günşıray’ın tiyatrosu da İSM’ye taşındı. Sonradan Bedri Baykam atölye açmış, çatıya büyük bir restoran yapılmış. Bir keresinde de girişteki tuvaletlerinin tezgahında tek başına yatan bir bebek vardı. Öyle garip bir yerdi. Ama hepsi kapanıyormuş artık. Binanın sahibi Rum vakıf uzun süren sürüncemeden sonra el koymuş. Son İstanbul gezisinde uğramadığıma yandım ben de çok.