Archive for the ‘bade’ Category

h1

Ama bu por nografi sayılır, öyle değil mi?

23 Kasım, 2013

Kötü korku filmlerinde sıkça olur ya, filmin başları, daha canavar/kötü ruh/Jason ortaya çıkmamışken kahramanımız bir dolap kapısını açar ve böö! Sinemada efektler de patlar ve yerinizde bir sıçrarsınız. Bu tip etkilerle insanın bilinçsiz veya kontrol edemeyeceği şekilde temel tepkiler vermesine por nografik diyorum ben. Issız Adam’ın sonunda ağır bir travma etkisiyle hissettiğiniz ağlama dürtüsü sizin seçiminiz değil mesela. Hiç de zarif bir şekilde veya aklı kullanarak yavaş gelişerek olmaz bu etki. Dan diye vurur.

İşte bu kız da aynen öyle bir etki uyandırıyor bende.

Dr Who XI 3 Ep1

Bazıları tam tipindir. Onlardan etkilenmemek elinde olmaz. Bu yeni Dr Who kızında (Bond kızı der gibi oldu ama aslında Dr Who kızları Bondcular gibi güzellik yarışında değildir; o normlara uymazlar, bazıları kısa, bazıları topludur, daha önemlisi işin içine zeka-bağımsızlık-cesaret gibi… tamam vazgeçtim, güzel işte) görünce vuran birşey var.

Eşek gözleriyle aslında tipi bakan kızı dizi oyuncumuza (gugıl image search: bakan kızı karadayı) benziyor, ama izlerken Helena Bonham-Carter’la karşılaşıyorsunuz. Aynı başına buyrukluk-zeka-çapkınlık. Bonham-Carter daha bohem ve daha ulaşılmazdır. O yüzden de çok güzel olmasa da kendisine hayran bırakır. Bu kızcağız oralarda değil tabi ki.

Aslında Doktor’un eski bölümlerini izlemiş olsaydık -ki o kadar Amerikan ve İngiliz dizisi izleyerek büyüdük, ama Doktor’u ıskalamışız, herşeye yeten tek kanalımız ona yetememiş- tam olarak aşık büyüyeceğim eşlikçileri varmış Doktor’un.

Mesela, ilk eşlikçi Susan Foreman. Dr’un torunu ve anlaşılan Tardis’in isimanası. Güzel olduğu iddia edilemez, ama çocuksu müthiş bir sevimlilik.

susan-foreman

tardis and susan foreman

Fakat asıl Zoe Heriot’ı izleyerek büyüseydim, bir daha hiçbir kızın yüzüne bakmazdım. Son eşlikçi için sözlerimi de geri alıyorum. Ondaki, iradeye yer bırakmayan zoraki cazibeyken Zoe Heriot’taki gönüllü hayranlık. Bir daha bana senin tipin nasıl dediklerinde bu kızın resmini göstereceğim. 

zoe heriot6

Üstelik, Zoe Heriot, Doktor’la fikri bazda yarışabilen tek eşlikçiymiş, ‘saf matematik’ okumuş, hafızası ve matematik yeteneği hayranlık vericiymiş. Bence daha fazla özelliğe gerek yoktu zaten.

Wendy Padbury -dr who companion zoe heriot-6

zoe heriot -the wheel in space

Belli ki bu iki eşlikçi ve diğer karakterler bir Ayşecik gibi ikonlaşmış, onlarla büyümüş İngilizler:

susan_foreman by kuri_osity
2nd-Doctor -Zoe Heriot and a  Quark
dr who companions-2

Doktor’un 50. yaşı (tv yaşı 50, yoksa 900 kusur yaşında, ne de olsa ekranların tek uzaylı kahramanı) bölümü Cumartesi -bugün 21:50’de. Tüm dünya aynı anda olduğuna göre keşke içki olsa da bizimkiler sansürleyemese.

doktor & donna

h1

Rakı da bir, ayran da, içmesini bilene. Güzel de bir, çirkin de, sevdim diyene.

24 Mayıs, 2013

Al işte sana televizyonu savunmak için bir gerekçe daha. Bizi birbirimize bağlayan şeylerden en etkili şeylerden biri, ortak kayıplarımız. Adı geçtikçe içimizi acı bir şekilde gülümseten isimler. Şimdi aklıma geldiği kadarıyla mesela Adile Naşit, Kemal Sunal ve Barış Manço. Hep televizyon isimleri. Ama Barış’ın yeri ayrı, di mi? Onu hatırlamak üzüyor insanı. Çok erken bir kayıp olduğundan belki. Ve türlü türlü yerlerden çok hayatımızda olduğundan.

image28

Türki olmanın (TC’li mi demeliyim? bu kelime takıntıları beni sinir ediyor, gerçekten önemli olan şeyler yerine soyut kelimelerle uğraşıyoruz, hem illa siyasi doğrucu olacaksa Türkiye Cumh. de demeyelim, Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Çerkes,… halklarının birarada yaşadığı toprak bütünü diyelim; bunlar pratik kısayollardır ve nasıl kullandığına bağlıdır bence), neyse, Türki olmanın temel bilgileri varsa Barış Manço’nun Doğukan ve Batıkan diye iki oğlu olduğunu bilmek de öyle bence. İşte o Doğukan survivor’da bu yıl. Sık sık o garip hüzünle izliyorum. Bu oğullar  adamın mirası gibi bize, emaneti gibi. Birçok kişinin de aynı kelimeleri kullandığına eminim onu gördükçe. Sık sık o duygusallığa geliyor program. Hele geçenlerde 2 ay sonra babasının fotoğrafını gördüğü bir sahne vardı, o, oradakiler, ekran karşısındakiler hep beraber ağladık. O zamanlarda annesi üzülmesin diye ağlamamış çünkü. 

Öncesinde bir programda anlatmış Doğukan. Manço’nun ortağı olduğu bir şirket batınca ölümünden sonra herşeylerine el konmuş, ne var ne yoksa gitmiş. Anneleri de onları uzak kalsınlar diye okumaya Amerika’ya göndermiş. Yaklaşık aynı zamanlarda oradaymışız, hatta bir yıl aynı şehirde.

İlginç bir oğlan, Serdar Kılıç gibi birşeyler yaratma becerisine sahip. Babasının zekasını aldığını söyleyebiliriz sanırım. Barış 200’den fazla şarkı yazmış ki herhalde çoğunu ortaklaşa ezbere biliyoruzdur. Mesela, İngilizce şarkılar söylediğini biliyordum da (başta he’s very old man, Nick the chopper, he’s very old man, Nick the chopper, baba bana para ver, binlik olsun, anne bana çay yap, demli olsun: bir göbek arası verdim, çocukluktan beri bayılırım bu şarkıya, bu kadar akılda kalıcıyken nasıl çok daha popüler olmadığına da hep şaşırırım) ama diğer dillerde şarkı yazdığını bilmiyordum. Fransızca da söylemiş. Hatta karısına İtalyanca şarkı bile yapmış, la casa della mamma tulipano diye – lale annenin evi -ki çocuklar olduktan sonra o da Lale anne dermiş karısına (sözler Maria Rita Epik’in: o da ismi kendisinden ünlü birisi).  Ne kadar da ona göre birşey.

Bu kadar kolay şarkı yazma becerisi en baba şarkı yazarlarında bile çok zor bulunan birşey, nicelik ve nitelik olarak bir Lennon-Mc Cartney ya da Bob Dylan düzeyi. Hiç zorlanmadan şöyle sözler yazabiliyor mesela: ‘Taş üstüne taş koya koya yarattığın dünyanın çöktüğünü görmek bir yana, bir de altında kalmak var ya’. Özellikle kariyerinin 2. yarısında daha basit ve çocuksu melodilere, sözlere yönelmiş olabilir, ama adamın yapabilirliği çok daha ileride. İlk albümünden Baykoca Destanı’nı dinleyin mesela. Ben bilmiyordum bu şarkıyı, daha doğrusu 5 mini parçalık destanı. Ekşi sözlükte birisi “bu şarkı Barış’ın sınırlarını zorladığının değil, sınırları olmadığının göstergesi” demiş. Dağlar Dağlar’ı da andırıyor zaman zaman.

Baykoca Destanı: Gülme ha Gülme, Gelinlik Kızların Dansı, Kara Haber (Turnanın Ölümü), Vur ha Vur, Durma ha Durma. (alttaki yorumcuların neredeyse hepsi farklı milletten)

[ben politikacı olsaydım, Barış’ın başlıktaki şarkı sözüyle cevap verirdim Tayyyyip’e. Ama nerde bizde o muhalefet.]

h1

Yıl 2012, Türk televizyonlarında ‘bira’ kelimesi bipleniyor (& o esnada Beyaz Saray’da)

6 Kasım, 2012

Behsat kardeşi henüz izlememiştim bu sezon. Star’ın sitesinden izlemeye başladım. Bir bölümde gördüm, yani duydum, ve inanamadım diyemem. Gayet inanılırdı ama istemedim inanmayı. Sitede bölümlerin bir de bipsiz versiyonlarını gördüm (markette bir de katkısız ürünler kısmı olması gibi birşey bu). Bir de oradan izledim, valla da öyle. Artık şarap kadehlerini, bira şişelerini buzlamayı geçmişiz, bira kelimesi bipleniyor.

Bunun direk bir yasak, rtük emri olup olmadığı (hiç sanmam) değil konu. Konu, kanalın artık ‘biz böyle yapalım da başımız ağrımasın’ oto-sansür noktasına gelmiş olması. Çünkü dizi uzaktan o kadar uyarıldı ki. Doğuş Holdink de enerji ihalelerine filan girerken hiçbir bir pürüz istemediğini ntv’den kovduklarıyla gayet net gösterdi zaten (aynı Newsroom dizisinin içeriği).

İnanamayanlara, bir de kendisi görmek isteyenlere iki sahneyi kaydettim, birleştirdim. Tam görmek isteyenlere birer de bipsiz versiyonlarını eklerim vakit bulur bulmaz (resmin üzerine tıklayınca oynar).

Aynı esnada Beyaz Saray’da: Obama bira ürettiriyormuş. Şu talk-showda David Letterman soruyor, doğru mu diye, doğru diyor. Peki diyor Letterman, yasal mı? Bilmem, ama çok lezzetli diyor Obama. Bir süre sonra Beyaz Saray’ın sitesinde aşçıları tarifi de vermiş, yine Beyaz Saray’da üretilen bal var içinde:

Bugünki (dünki) Radikal’in sürmanşeti “2. Florida sendromu mu” idi. Seçim çok yakınmış da tüm sonuç Ohio’ya kalabilirmiş. Bu adamlar çok mu saf (& bilgisiz), yoksa sırf gaste satmak için mi uyduruyorlar bunları?

Obama’nın Ohio’yu kazanma olasılığı %90’ında üstünde. Ama orayı kaybetse bile olur. Daha önce dediğim gibi, belirsiz 7 eyaletten 6’sında önde gözüküyor. Geriye kalan Florida da başabaş. Romney’nin de kazanmak için bunların 4’ünü-5’ini kazanması lazım. Yani, Romney’nin yeterli delegeyi bulma olasılığı %1-2 bile değil şu an. En olası sonuca göre de sonuç 303 – 235 olacak. Yarın biri bunu demişti dersiniz.

[Olasılıklı tahminleri şuradan görebilir, şurada da nasıl olursa sonuç ne olur diye oynayabilirsiniz.]

h1

Milör’ün asistanı olmak istiyorum!

11 Temmuz, 2009

Bunca yıl yanlış adamları takip etmişim anacım. Önce Odtü’dekiler (biri rektör oldu, biri öğrencisiyle evlenmiş bir adamdı [evet, ondan çok şey öğrendim], biri mülayim bir kadın), sonra yeni dünya’dakiler (biri meşhur Dr. Z., biri Murat Hoca, biri dikkat çekmeyen bir adam). Yanlış olmuş. En baştan direk Milör’e gitmeli ve ben sizi asistanınız olmak istiyorum demeliymişim. Hayat boyu!

Çünkü her Çarşamba akşamı süper yiyen adamım Milör* meğer Georgia Tech’te ekonomi, Koç’ta uluslarası ilişkiler hocasıymış. Böyle birçok alanı kapsayan bir eğitimi var zaten. Hatta fazla eğitim almış diyebiliriz (kim doktoradan sonra hukuk okur?). Ama eğitim boyu ve çalışırken Fransa ve Amerika’da, parasını hem yemeğe ve şaraba yatırmış (şaraptan çok da kazanmış).

Ben bazen bu büyük ülkede bazı dallardaki uzman sayısına inanamıyorum. Dünya çapında uzman olanlar o kadar tek tük ki onlara birşey olsa kimse olmayacak. Milör böyle biri. Neyse ki NTV kendisini bulmuş da sürekli öğreniyoruz. Yemek (şimdi aramızda gastronomi demeyelim) en hızlı yükselen ilgi dallarından biri ve o gemide ben de varım. Asıl maksat yemek üzerine birşeyler öğrenmek ama bir yandan mekan da öğreniyoruz. Orada görüp yediğim iki yer oldu bile. Ama bana yetmiyor. Ben onun ekolüne girmek, zamanla bir Milör2 (milör dö) olmak istiyorum.

Bu yazıyı yazdıran bu hafta İzmir’deki restoranları gezmesi oldu -haftaya da devam edecek sanırım İzmir-. Ah, kendisine rastlasaydım da yalvar yakıl asistanlığını dilenebilseydim dedim (ceketle gezdiğine göre Mayıs’ta, en fazla Haz. başında çekilmiş programlar -sonrasında pantolon bile giyilemiyor burada).

Milör kim tanımıyorsanız kendisini anlatmak için en iyi sahne Cunda’da deniz kenarındaki restoran yedikten sonra verilen kamera arkası görüntüydü herhalde. Milör yerken şlop diye bir ses çıkıyor ve kenardan bir kız eyvah diyor. Noldu diyor Milör, cep telefonunuz denize düştü diyor prodüksiyondan bir kız. Cebine bakıyor Milör, yok, “onu oradan alamayız di mi” diyor karşısındaki rest. sahibine. Hayır diyor adam. Deminki kıza prodüksiyondan bir kız daha ekleniyor, ikisi suya bakıyorlar yakından, Milör’ün dibinde. Milör tabağına dönüyor, bir yandan deniz ürünü mezeleri yemeğe devam ederken “artık ondan hayır gelmez” diyor. NTV’ciler çok sevmiş olmalı ki bir süre tanıtımlarda kullandılar bu sahneyi.

{Bu arada programın pek farkedilmeyen ve aslında artı olmaması gereken bir artısı var. Her gün saatlerce süren ve pişirilen yemeklerin tadının uzun uzun tartışıldığı yemekteyiz’de şarabın ş’si geçmiyor (sadece 1 veya 2 kere içilen şeyin şarap olduğunu düşündüm, tabi ismi anılmadan). Pek gastronom konuklar yemekle beraber tatlı meyve suları, kola, hatta şalgam veya red bull içiyor. Eminim yapımcı firma veya şov tv’nin aman kimseyi kaçırmayalım evhamından bu. Çünkü içki konusunda böyle gerici olduk biz. Milörse her fırsatta şaraptan bahsetmeye çalışıyor.}

*Milör’ün (aslı Milor) ismini ben koymuşum sanki. Edith Piaf’ın ‘allez, venez, milord’undaki gibi, tam anlamıyla ‘adamım’.

θθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθθ

Geçen yaz da aynı şeyi düşünmüştüm. Yaz sezonu televizyonu kıştan daha güzel. Dizi yok, onun yerine yeşil ekran var. NTV giderek daha iyi ve daha ilginç programlar yapmayı öğreniyor. Program yapımcılığı, çekilen şeyi zenginleştirmek bizde bilinmeyen bir dal, ama yavaş yavaş gelişiyor.

Milör’ün programı kış sezonundan mekan değişikliğiyle devam. Onun dışında şimdilik daha çok Galata (Şişhane-Tophane) taraflarını gezen Levent Erden –Şehrin Şifreleri cuma 9-, çeşitli az bilinen antik kenti büyük bir tutkuyla gezen Ahmet Yeşiltepe (bu adam geçen yıla kadar normal ve ciddi bir sunucuydu, şimdi tam bir arkeoloji delisi olmuş) –Zaman Yolcusu perş. 8:30-, sonra ünlülerin yeşil işlerde çalıştığı Zor İş, çeşitli çevre sorunlarını takip eden Bay Yeşil, bir de sunan kızın güzelliğinin insanı üzdüğü Yeşil Tatil. . Çok uzman işi olmasa da en azından bariz bir heves ve enerji barındıran yapımlar (hepsi ntv’nin sayfasında var, video galeri kısmında).

Sanırım ben NTV’ye aşığım. Ta ilk zamanlarında düşünmüştüm. NTV gibi bir kanalımız olduğu için çok şanslıyız. Birçok kültürlü Avrupa ülkesinde olduğunu sanmıyorum. Zaten çok kendine özgü bir format. O sayede CNN Türk’ü de sürükledi peşinden o formata (yine de arada küçük bir fark var, ilki lehine).

Ratingleri ölçülse ne kadar minik bir seyirci yüzdesinin olduğunun anlaşılacak olmasından korkuyorum. Ama yine de seyircisinin alım düzeyi düşünülerek verilen reklamlarla kar edebiliyor demek. O da olmasa bağlı oldukları holdingin reklamlarını yayınlamak bile işlerine geliyordur.

NTV’nin bize fazla olduğunu, hatta onu haketmediğimizi düşündüğüm çok oldu. Şimdi tam öyle demiyorum. Çünkü biz neysek bu kanal da o. Ama en azından, ‘çok küçük bir kısmımız neyse o’.

h1

6 gün, sonra 1.2.3.4

15 Kasım, 2007

Geçen haftanın Pt. akşamından bu Pt. sabahına kadar evdeydim. Bir tek doktora gitmek için çıktım; gerisinde, özellikle 4 gün üstüste evde. Durum öyle kötüydü ki bir kere bile içimden konyak (tamam, brendi) içmek gelmedi be dostlar. Ama hiç içmeye alışık olmadığım ağrı kesiciler, parasetamoller avuç avuç.

Bu durumda uzun bir karışıklığa sebep olan Kasım başı planları konusunda iki tatil ve yeni, görülmemiş şehir fırsatını kaçırıp 1 hafta boş boş yatmış oldum. Pişman mıyım? Hayır, değilim.

Bugün derin bir rüyadan uyanıp radyoyu açtım ve hep dinlediğim, her tarafından pas akan kanalda, başta eski sandığım ama belli ki olmayan 1234 çalmaya başladı. Camera Obscura’ya benzeyen hafif ve hoş bir tarzı ve şarkı kadar sevimli bir videosu var. Diyorum ki biz birbirini tanımayan bir Feist hayran grubu olarak bu dansı biliyor olsaydık. Sonra dans salonlarında, kulüplerde bu şarkı çaldığında bu dansı yapabilen seçkin kişiler olarak ortaya atılıp birbirimize gülümseseydik..

h1

nokta nokta

1 Temmuz, 2007

– Birkaç günde bir buluşuyoruz. Hep akşamları. Çok yorucu bir ilişki. Ayrılırken hep tükenmiş oluyorum. Benim genelde gözüm kapalı oluyor. Açtığımda zaten hep elleri ağzımda oluyor, dibimden ağzımın içine bakıyor. Sormak istediğim ‘ne bakıyorsun hep ağzıma ya’ sorusununsa o sırada ne yeri ne zamanı ne de alemi oluyor.

– Parfüm endüstrisi devrim yapmış. Hepsi ünlü markalarını kalem tipinde çıkarmışlar. Eşitlik olsun diyedir ki hepsi o markalarla ilgisiz birbirine benzer kokulara sahip. Sanırım doğal olsun diye de bol sulular. Ayrıca, kadın erkek eşitliği de sağlamışlar, ayrım yok. Sadece pazarlarda satılıyor. ‘Kenzo 1 ytl olacak’a meydan kalmamış, gerçekten 1 ytl.

– Onları gördükten sonra ilerideki bir masada bir kadın da gerçek şişelerinde satıyor parfümleri. Ne kadar diyorum, telefonda olduğundan 3 ve 4 yapıyor parmaklarıyla, iki farklı boy için. Neyse ki ben karar verip bir 5’lik çıkarmadan bir başkası gelip fiyat soruyor, kadın da 30 ve 40 diyor ki rezil olmuyorum. Gerçekmiş meğer sattıkları, ne bilelim anacım.

– Anneme telefon ediyorum sokaktan, ‘anne, alsancak’ta tommy neredeydi?’, ‘geride geride’ diyor, yandan geçen alsancak kızı. Kendisini haziran ayı ödüllerine aday gösteriyorum.

– Ama haziran ayı ödülü, şimdiye dek aldığım en anlamlı yorumlardan birine gidiyor. 2 alttaki yazıya inerseniz görebilirsiniz. İnsanın, yazıda anlattığı kişiden yorum alması ne güzel birşey. Keşke hep böyle olsa; bayülgen desem, hemen cevap verse -kavga etsek, gelecek maddedeki gibi p.mağden desem, nasılsın ablacım dese (tam da kesinlikle onun demeyeceği birşey olduğu için beklenebilir bu söz). Ayrıca, ne güzel, adam yapmakla kalmıyor, bir de kendi hakkındaki yazıları araştırıp buluyor.

– Yandaki basta! köşesinde bahsi geçen hürriyet vakasını p. mağden de yazmış dün.

– Mojito’nun en iyi yapıldığı 3 yerden biri: bizim ev.

ocak2-3344-2.jpgAma herkese öneremiyorum, çok tehlikeli. Taze naneyi atıyorsunuz bardağa, içine şeker. Ama eğer şart malzeme beyaz romun 35’liğini Havana Club’ın müzesinden yürütmemişseniz (tehlikeli) migros’ta 70’liği 40 ytl (çok tehlikeli). Bu anda isterdim ki hep beraber ayağa kalkıp oha diyelim. En az yıl bekletilmişi (3 yıl) olduğu için en ucuz rom olan beyaz rom, orada 7-8 cuba convertible iken (diyelim $9-10), buraya gelince nasıl 40 ytl oluyor, hesabını bilmek isterdim. Tabi, havana club rom şart mı (mesela bacardi olmaz mı) derseniz, romun ruhu eksik olmasın, sonra Ernest baba çarpar sizi rüyanızda.

h1

Şarap mahzende yıllanır, Björk kalbimde yıllanıyor

12 Nisan, 2007

Şarap mahzende yıllanır, aşkım kalbimde yıllanıyor. İkisini bir anda içtim, inan içim yanıyor.

Bu şarkıyı yılbaşı civarı mutlak içki masası/efkar şarkısı olarak koyacaktım bir de. Ama kaldı. Herşey kalıyor zaten. Zaman geçiyor, kalanlar hep birikiyor. Yaşanmışlıklar iyi ama burada sadece yaşanmamışlıklar artıyor. O bir yerde yaşıyor, benim içim yosun tutuyor. İnsan dudak kadeh, kadeh dudak sanıyor. Benim gönlüm sende yıllanıyor.

Biricik Björk albüm çıkarıyor. Şurada ne güzel anlatıyor.

h1

2007: Bir Küba Düğünü Macerası

25 Mart, 2007

[Uzun sürecek, baştan söyleyeyim. Sonuçta bu, orta metrajlı bir film olabilecek bir hikayenin anlatımı.]

Günlerden cumartesi, saat 4. Bundan tam 2 hafta önce, sıradan sefil bir turist olarak Merkez Park’tan kuzeye doğru yürüyordum (ki o gece saatler ileri alınacaktı, orada da bu gece alınacağına göre demek sizin açınızdan aradan hiç vakit geçmedi gibi birşey). O caddenin çıktığı yer, filmlerden (mesela Buena Vista’dan) hatırlayabileceğiniz, denizin duvardan aşıp yolu dövdüğü Malecon bulvarı. Ama o sırada amacım gezmek değil, ev arıyorum. Gitmeden ayarladığım ev pek tekin bir muhitte değil, ve de çok gürültülü. Birkaç eve bakmışım, o cadde üzerinde son bir eve bakacağım, sonra yiyecek birşey arayacağım. Açım, yorgunum, terliyim.

Prado caddesinin kemerli eski binaları arasında yürürken solda adalet sarayı gibi bir levha gördüm. O sırada önünde bir atlı araba durdu. Bir gelin. A, ne güzel, bir düğüne rastladım. Resimlerini çekelim (makinadaki resimlere ulaşabilsem size de gösterebileceğim, sanırım bir hafta kadar sonra). Yanında da … bir adam. Biraz yaşlı da damat olmak için. Belki babadır, ama belli de olmaz bu Kübalılara.

ocak2-2851.jpg ocak2-2861.jpg

Orada bayağı bir süre beklediler. İçerideki diğer nikahı beklediklerini sonra anladım. Ben de girsinler, gideyim dedim takıntılı bir şekilde, içeri girerlerken de çekmek için. Sonra içeri girerlerken ben de akrabaların aralarından geçip gidiyordum ki genç biri beni durdurdu. Resim çektiğini gördüm, ilgilendin sanırım. Evet. Biraz daha kal, töreni de görürsün, orada da resim çekersin, sonra da partimiz var. Teşekkür ettim. Töreni izlemek hoş. Ama parti filan aklımdan geçmiyordu o sırada. Tanımadığım kişiler. Sonra konuştuk biraz daha oğlanla. Annesi de sempatik biri. Bol resim çekmem için böyle davrandığını düşündüm o sırada.

Birkaç dakika sonra içeri girdik, 2. kata çıktık. Bir salon filan değil, küçük bir oda. Bir masanın başında yaşlıca bir kadın, karşısında gelinle damat, evet, diğer adam kızın babasıymış, damat genç. Arkalarında da aileler, akrabalar, arkadaşlar, 20’ye yakın kişi. Bir de ben. Benimle tanışan Damier, sürekli yanında bulunduruyor beni. Damadın yakın arkadaşıymış, kızı da oğlanı da çocukluklarından tanıyormuş. Memur kadın birşeyler dedi. Sonra damatla gelin ‘si’ dedi. İmzalar atıldı, alkışlandı. Resmi fotoğrafçı resimler çekti. Benim de çekmem gerekiyordu sanırım ama o sırada makinanın pili bitti. Tam zamanında. Pek çaktırmadım. 1-2 resim çekebildim yine de. Herkesle de tanıştırdı beni Damier, herkes de ilgili davrandı.

ocak2-2854.jpgocak2-2874.jpg

[soldaki resimde fantezi gözlüklü olan Damier, önde sağdaki annesi, önündeki küçük kardeşi, beyazlı kız gelinin kızkardeşi, velet de gelinle damadın çocuğu].

Çıkınca bizim evde partiye gideceğiz dedi Damier, ama böyle uygun olmaz dedim ben. Tamam maceraya hep evet ama çok da kendimi kaptıramam, ilk fırsatta kaçmak isterim. Hem doğru da, ben basit bir tişört ve şortlayım, herkes en cici giysilerini giymiş. Yok yok, çok iyisin, tam Küba tarzı dedi Damier. Pek ikna olmadım ama neye benzeyecek, bakayım, sonra giderim dedim. Çok da erken parti için, henüz 4:30 filan. Bir cocotaxi çevirmeye çalıştı (örnek şu), doluymuş, sonra normal bir taksi buldu, o, ben ve oğlan kardeşi bindik. Yakınmış evleri. Verir misin dedi Damier, hmm, hoş değil, ama napalım, bir yandan da aralarında cebindeki parası en değerli olan benim. Ne kadar, 1 cuc, 5’lik verdim, 4 üzerini alıp cebime koyarken bir bakış hissettim. Neden sorusunu birçok zaman olduğu gibi o zaman da sordum.

Eve girdik, biraz daha parti yapılabilir bir ev bekliyordum sanırım. Yoksulluk, sefalet demeyeyim ama yokluk had safhada. Pek partilik bir alan da yok açıkçası. Evde kardeşim dediği bir oğlan vardı, sempatik bir tip, Elsiy. Ama kardeşi olamaz, alakaları yok. Hem Damier melez, Elsiy resmen beyaz. Onun resmi yok (gerçi şimdilik diğerlerinin de yok ya), o yüzden tasvir: üzerinde bol bir pantolon, spor ayakkabılar, Juventus (del Piero) forması ve bir kasket var, güleç bir tip.

Bira mı boca mı dediler. Bocanın rom olduğunu düşündüm, bira dedim, aç karnına. İçeride bir masada sandviç-kanepe tarzında kesilmiş iki dilim ekmek arası birşeyler vardı. Portakal renkli, ezme birşey. O birşeyin ne olduğunu sorgulamadan bir iki tane ağzıma attım, iyi geldi. Bira da fena değildi. Yalnız, evdeki başka bir adam, pek de sevimli olmayan, kutuyu bardağa boşaltmam için çok ısrar etti. Porque? Cevabı anlamadım ama hemen aldığına göre alüminyum kutu çok değerliydi herhalde.

Henüz kimse yoktu, ama herkes buraya gelecek dediler. O sırada çok emin olamadım açıkçası. Arada muhabbet ettik Elsiy’le, Damier’le. Evli misin? Değilim. En iyisi. Kız arkadaşın var mı? Hayır. A, neden? Bilmem. Bilmem değil de ne cevap verdim, hatırlamıyorum şimdi. O kadar doğal gibiydi ki soruşları. Ayrıldım, zor bir ayrılık oldu dedim sanırım. Bunun kaç yıl önce olduğunu söyleme gereği duymadım. İkisi de bekardı. Damier İtalyan bir kadınla evlenecekti yazın gidip (o yüzden İngilizce İtalyanca karışık konuşuyorduk onla ama dediklerinin yarısını anlamıyordum). Elsiy’in hikayesi farklıydı, ona gecenin ilerleyen noktalarında geleceğiz.

Birşeyler hazırlama değil de kontrol etme durumu vardı, sürekli bir içeri bir geri gidip geliyorlardı. Girişte dev kolonlar filan, müzik sistemi kuruluyordu. Ben arada saatime baktığımda a, buradayız bütün gece, yiyecek, içecek her istediğin var diyordu Damier. Biten bira yerine yenisini getiriyordu. Şüphelenmedim mi? Tabi ki biraz.

Sonra yavaş yavaş birileri gelmeye başladı. Herkesle ben de tokalaşıyordum. Böylece bir süre sonra evin sahanlığı diyebileceğim bir bölmesinde, girişten sonraki koridor da denebilir, karşılıklı iki bankta oturuyoruz. Bank gibi değil de ensiz iki uzun tahta oturak. Dar bir yer, üstü açık, biraz ileride yerde sular, pek de hijyenik veya nezih değil. Bazı konuklar gerçekten ilgili davranıyor, çok konuşmasak da. Çoğunluk melez veya siyah olsa da karşımda beyaz genç bir kadınla sanırım annesi var (ki onları bizde bir düğüne koysan hiç dikkat çekmezler kıyafetleriyle). Irk ayrımının olmadığı bir ülke sonuçta burası. Belli eğitimli duran siyah bir çift geliyor sonra. Müzik yok. Gelinle damat da. Sonra müzik olunca nasıl olacak, böyle resmi durulacak mı, yoksa birden herkes ortalara (hangi ortaya?) mı dökülecek, merak ediyorum. Cevabı az sonra alıyorum. Sırt çantam var yanımda, oturağın altında duruyor. Gelenler artıp oturacak pek yer kalmayınca Elsiy yer açmak için çantayı alıp içeri odaya koyuyor. Aklım biraz orada kalmıyor mu? Evet, tabi. Ama makina cebimde, çantada pek birşey yok. Bir tek cüzdan. Onda da çok fazla para yok (yaklaşık $30’la 30-35 cuc-o da dolardan azcık daha değerli-yani kaybetmek hoş olmaz, özellikle kartları, ama sonuçta yaşarım). Dolaba kitledim diyor Elsiy.

Gelinle damat geldiğinde resim çekmemi istiyorlar. Makinanın pilinin bittiğini anlamıyorlar. Damier çekilenleri görmek isteyince pil bitmek üzere, çekiyor ama gösteremiyor diyorum.

Müzik başlıyor. Konuklar artınca kalkıp 0 sahanlık kısmının az ilerisindeki bir geçiş odasında Damier, Elsiy’le ayaktayız, arada bir de arkadaşları sarı elbiseli bir genç kadınla daha yaşlı, başka bir kadın arkadaşları gelip gidiyor. Ben bir rom içiyorum 2. biradan sonra. Bocanın da rom olmadığını öğreniyorum (nedir hala bilmiyorum).

Biraz biraz salınıyoruz başta. Sonra salsaya geçiş oldukça hızlı oluyor. İçki de etkisini gösteriyor. Salsa hocası dedikleri diğer kadın bir adamla, sonra da bu iki oğlanla çeşitli figürler sergiliyor. Aslında bakıyorum da bir süre sonra etrafta herkes figürler sergiliyor. Salsa da bayağı yakın yapılıyor. Benle de dansediyor birara o kadın, ama pek beğenmeyip bırakıyor.

Rom bardağını dansetmek için bir yükseltiye bırakınca biri kendisinin diye alıp içiyor. Sonra ben de orada dolu bulduğum çeşitli rom-bira bardaklarını içiyorum. Arada küçük kutularda sanırım öğle yemeği kutusu denen şeylerden geliyor. Az tavuk göğsü, pilav ve siyah fasulye. Karnım doyuyor. Bir ara da yuvarlak köfte tipli şeyler geçiyor, lezzetli.

Bir süre sonra o sahanlık-koridorda danseden insanların arasındayım. Yaşlılar dışında çoğunluk dansediyor. Herkes çift halinde, ben tek başıma dansediyorum o sırada. Uzun yıllardır toplum içinde dansetmediğimi de ekleyeyim. Daha da uzun yıllardır da sarhoş olmadığımı. Çok da değilim ya, yakındır.

Önlerinde dansettiğim bir adamın hoşuna gidiyor, yanındaki karısına kalk kalk diyor. Karısı dünden razı. Bir güzel dansediyoruz karısıyla. Bir güzel çünkü çevreden de beğeniyorlar. Kadın teşekkür ediyor, oturuyor müzik bitince, 2 küçük çocuğunun yanına.

Sonra twist çalıyor -biliyorum zaten bu ülkede zamanın 30 yıl öncesinde donduğunu-, la bamba çalıyor, bayılırım, birçok kişiyle dansediyorum. Beyaz kadınla da dansediyoruz, hatta başta onunla danseden bir adam (çok sempatik biri) da var, ama ben de oralarda olunca gelinin babası o adama otur diyor, bizi başbaşa bırakmak için. Hoş.

Sonra içeri kısım da Elsiy’le konuşuyoruz. Evliymiş. İsviçreli bir kızla. Sonra 2 yıl önce ölmüş kız. Zor bir hastalık dönemi de geçirmiş ondan önce. Henüz kendime gelemedim diyor. Hergün başka bir kızlayım ama henüz unutamadım, beni sevecek birini bulamadım. Havanalı kızlar hep para istiyor. Zamanla diyorum. Ses teknisyenliği yapıyormuş, mitinglerde, diskolarda. Damier? O da keman ve şimdi unuttuğum başka bir çalgı hocasıymış üniversitede. Neden bu bana çok uydurma geliyor?

Neden buradayım, beni böyle ağırlıyorlar diyorum tabi, daha önce tanımadıkları ‘tam bir yabancıyı’. 1-Arada pansiyon anlamında casa particulare lafı da geçiyor. Onlarla kalıp onun ücretini vereceğimin hesabını yapıyor Damier. 2-Gecenin sonunda 5 parasız kendimi sokakta bulacağım. Giysileri ve böbreğimi kurtardığım için şanslı olduğumu düşüneceğim. (Veya düşünemeyecek miyim?) 3-Yok artık daha neler. Burası Küba, başka yerlerin, kültürlerin bakışıyla yargılama, insanlar sıcakkanlı işte. (Zaten dürüst olayım, aklıma böbrek filan gelmedi o akşam, gelmez zaten öyle şeyler). 4-O geceki harcamaları yapacak biriyim ben (örneğin, disko lafı filan ediliyor). 5-Resimleri çekecek. Bu çok da mantıklı değil. 2.si de değil. Damier hesapçı dursa da etraftaki birçok kişi hiç de öyle değil. Geriye 1, 3 ve 4 kalıyor. 1’den sıyırırım, o gece kalacağım bir evim var, zaten ‘birazdan gideceğim’ modundayım. 4’te de fazla harcamam, olur biter. [Bilmiyorum, bunlar değil de belki de ben sıcakkanlı, arkadaş canlısıyım.]

Ama önce şu cüzdanı alalım. Elsiy’e söylüyorum, hemen Damier atlıyor, ne gerek var, aradığın herşey burada diyor. Ya, olsun. İçerideki bir odaya gidiyoruz, çocukların oynadığı (çocuklardan biri 3 yaş civarında, gelinle damadın çocuğuymuş). Çantam dolapta veya kitli değil, dolabın ilerisinde. Alıyorum cüzdanı. Ondan biraz önce dansettiğimiz sarılı arkadaşları da geliyor, çantayı dolaba koyuyor, çamaşırların üzerine, merak etme diyor. O odaya girerken de ailesiyle tanışıyoruz. Damier’in annesi de geliyor odaya, anladığım kadarıyla, “ben dikkat edin dedim çantaya, ne olacağı belli olmaz” gibi şeyler diyor.

Yakındaki bir diskoya gideceğiz, ama önce jo int diyorlar. Sağolun, ben almam diyorum. Siz gidin. Yok, sen de gel. İyi, mecburen. Çıkıyoruz, Damier ve Elsiy’le. Karanlık sokaklarda birsürü kişi ile selamlaşıp birsürü kişiye takılıp (Elsiy’in takıldıkları hep kız) birkaç eve uğruyoruz. Birileri birilerine gönderiyor, tekinsiz diğerleri başkalarına. Kolay bulunuyor mu diyorum Elsiy’e. Her zamanki rahat, umursamaz tavırlarıyla evet diyor. Polis birşey yapıyor mu? Sorun olmuyor diyor.

Girdiğimiz bir evde Damier merdivende biriyle konuşurken ben de kapıya yakın duruyorum, daha önce Damier’in bir onluk verdiği Elsiy sokakta bir kızla konuşuyor. Damier dönüp benden para istiyor. Iyyyy, hiç hoş değil. Ne kadar diyorum. 10 diyor. Ben de 4 var diyorum. Hiç de gecenin parababası olmak istemiyorum. İyi ver diyor. Veriyorum 4. Elsiy’i çağırıyor, gerisini de ondan alıyor. Sonra da söyleniyor kendi kendine. Hiç umurumda değil. Ama sonra dönmüyoruz, yine evlere uğruyoruz, içecek ev arıyormuşuz. Uğradığımız 2. eve giriyoruz, iç kısma geçiyoruz. İnşaat alanı gibi izbe bir yer. Damier beceriksiz hareketlerle sarıyor malı. Yakıp içiyorlar, evdeki bir oğlanla, ama daha çok ikisi. Bana uzatıyorlar, hayır, neden diyor Damier, onun söylediği seçeneklerden birini seçtiğimi hatırlıyorum sadece. Neden evde içmiyorsunuz diyorum, annem öldürür diyor Damier.

Bitip çıkınca birşeyler içelim diyor Damier, bende para yok diyorum. Eve dönüyoruz o yüzden. Sarılı kız beni görünce seviniyor. Bir yere gitmesi gerekiyormuş. Beklemezsen öldürürüm diyor çevirilere göre. Hoşuma gidiyor ama düşününce pek de hoş anlamı yok benim için. Sonra biraz içki, biraz muhabbet, biraz dans, sarılı kız gelince onla da dans. Sonra oğlanlar diskoya gidecek, sarılı kız da bana dışarıda bir içki ısmarla diyor (kızlar için çok önemli sanırım bu). Ben önce eve gideyim diyorum, hem para alırım, hem üstümü değiştiririm (evet değiş diyor Elsiy:). Artık kaçayım diyorum, hoş olmayan noktalara doğru ilerliyoruz. Kız ben de geleyim diyor. Yok diyorum, yakın değil. Olsun diyor. Kaldığım yerin sahibi kadın hoşlanmaz diyorum, dışarıda beklerim diyor. Sandığım kadar kolay olmayacak mı acaba? İçeri gidip çantamı alırken Damier de biz de gelelim diyor, veya o senle gelsin. Bırakmayacaklar beni, belli bir şüphe var demek. Gerek yok diyorum, yakın değil ki. Ben gider gelirim. Israra ısrarla karşılık veriyorum, sonunda kurtulmayı başarıyorum, evin önünde.

İyi hissediyorum uzaklaşırken. Köşeyi dönüp yürürken peşimden hey diye biri sesleniyor. Başta üstüme alınmıyorum, çok müzik geliyor zaten evden. Tekrarında dönüyorum, Elsiy. Damier de ileride. Yaklaşıyor Elsiy. Dönecek misin diyor. Benim hiç umurumda değil de sadece boş yere beklemek istemiyorum diyor. Ona söyleyebilirim diye düşünüyorum. Sanmıyorum diyorum. Para işin içine girince iyi hissetmiyorum. Aynen, anlıyorum, ben de para işinden hoşlanmam diyor. Para lafları geçiyor, sonra sanırım o kız para bekliyor filan diyorum, senin dediklerin gibi. Benim umurumda değil de böyle şeyler, ben sadece beklememek için soruyorum diyor. Tamam, diyorum, kendine iyi bak. Kaçıyorum.

Bir köşeyi dönüyorum, bir köşeyi daha dönüyorum, tamam, artık kurtulmuş olmalıyım. Of, iyiydi ama kaçmış olmak da o kadar iyi. Adreslerini bir yere kaydedeyim ama, onun için dönüyorum birkaç dk. sonra. Sokakta, evin çevresinde daha önce dikkat etmediğim, mahallenin gençleri var. Daha yaklaşınca lafatmalar başlıyor. Numarayı görüp dönüyorum hemen.

Sonra hareketli sokaklara dal, saat 9 civarı, bir sokak kitapçısında kitaplara bakın, Çin lokantalarının olduğu sokağın sonunda kaldırıma oturup yakındaki müzisyenleri dinle, sonra da merkez parkta sakinleşmek, kendine gelmek için otur, daha doğrusu yat bir süre (rejimin polisleri oturulan yerlere ayak koyan Kübalılara hemen lafediyor da yatan turistlere hiçbir şey demiyor).

Uzun zamandır böyle bir macera yaşamadığım gibi, dökülecek kurtlar da birikmiş belli ki. İçilmemiş içkiler de birikmiş bolca. Ama hepsinden önemlisi, -hele şu an bulunduğum, bunca yıldır pek fazla kabul görmediğim, benim de kabul etmediğim ülkenin insanlarından sonra-, daha önce hiç görmediğim ve görmeyeceğim, ve dilini de pek konuşamadığım kişiler tarafından (birinde-ikisinde bir miktar para kaygısı olsa da) genelde sorgulanmadan kabul gördüm. Demek ki olabiliyor hala.

h1

-Hayattan beklentin nedir? -Sake

8 Ekim, 2006

Günün aktivitesi ‘sake tasting’ti. Ben bunu ‘sake testing’ olarak algılayıp gitmeye karar verdim. Bir görelim bakalım, bünyemize ve midemize göre miymiş sake, test edelim.

Gözde müzem, hatta benim için şehrin en gözde yeri olan mekan, 100. yılını kutladığından günboyu etkinliklerden sonra akşam da kapılarını açıyordu. Akşamları yapmayı en sevdiğim şeylerdendir müzeye gitmek. Şimdi daha önce böyle birşey yaptığımı hatırlayamam böyle birşey diyemememi gerektirmez herhalde. Denediğimi hatırlıyorum mesela. 3-4 günlüğüne gittiğimde British Museum’un bazı salonlarının haftada bir-iki akşam açık olduğunu okumuştum bir kılavuzda. Korkunç bir Temmuz yağmuru altında gittiğimde sadece ön lobisinin açık olduğunu görmüştüm. Saatine bakıp duran memurlar ve her tarafından su damlarken e, bu kadar mı diyen ben vardık sadece.

Ben gitmemiş olabilirim ama en sevdiğim film sahnelerinden biri var mesela canlı hatırımda. Juliette Binoche’u, gündüz ışıklardan gözleri rahatsız olduğu için gece müzeye sokup omuzlarında ve mumışığında resimleri gösterdikleri sahne. Les Amants du Pont Neuf.

bahce

Azıcık sakeyi bahçede veriyorlardı. Küçücük havuzda mumlar origami çiçeklerin içinde yüzüyordu. O çiçeklerden hemen ileride yapmaya devam ediyorlardı. Ben de giriştim. Çok beceremesem de bana gösteren kadın kendisi de yeni öğrendiğinden çok anlayışlıydı. Çok stresli, çarpıntılı hissediyordum müzeye giderken. Sonra onu yaparken kendiliğinden geçti. Sonra da iki tane kapıp eve getirdim (beceri göstermeme gerek kalmadı, isteyene veriyorlardı).

yesil cicekkirmizi cicek

Sakeye gelirsek o hayatımızdan eksik olsa da olur. Ama sundukları Japon erik şarabı pek hoştu.

h1

kanımı verdim içesiniz diye

30 Eylül, 2006

Birgün bir yer açarsam 3 çeşit içki olacak, sangria, sangrinita ve sangrinata. Ağırlıklarına ve içlerindeki meyvelere göre ayrılacaklar.

h1

damarlarımdaki asil kan

7 Eylül, 2006

beeeeer
Önce altyapıyı oluşturmam gerek. Bu ülkede içkiye bakış bizim ülkeden farklı değil, hatta daha berbat. İçki yaşı 21. 16’sında ehliyet alıp yolda adam öldürülebiliyor ama kendilerine ne yapacaklarına 5 yıl daha karar veremiyorlar. Herhangi bir yerde, örneğin bir evarkadasliığı ilanina başvururken herkes “sosyal olarak içerim, ama alkolik değilim” deme ihtiyacı hissediyor. Nedeni de var tabi. Genelde zevkle normal düzeyde içmeyi bilmiyorlar. İçen içine düşmüş gibi içiyor.

Okul ve içki kelimeleri kesinlikle birarada düşünülemiyor. “Barda yakalanan öğrenciler” gibi haberlerden geçilmiyor okul gazetesinde. Bu böyleyken İtalya’da yemeklerini yediğim okulda kola-fanta-su-soda çeşmelerinin yanında bira çeşmesi de olduğunu hatırlamayayım diyorum. Öğle yemeklerinde bile…

Ama bu akşam, hayatımda yaptığım en gereksiz, aşağılayıcı işlerden biri için, sadece süs niyetine girmek zorunda olduğum derse giderken bölümün buzdolabını açtım ki… biri bir güzellik yapıp birsürü bira doldurmuş. Bira bira diye inledi iç organlarım. Kendimi yemek sonrası açık büfenin tatlı bölümünde bulmuş gibi hissettim. Bira dedi dalağım. Bira diye yanıtladı böbreğim. Bira bira bira gözüm döndü o anda.

İşte şu anda o derste gereksiz gereksiz otururken bir yandan da sarı sıvı dibimde, beyaz köpükten, görülemeyeceği bardakta. O güzel biri çok da zevkli değilmiş, Budweiser gayet kötü bir seçim, ama burada nitelik değil, öze bakıyoruz. Kim olursan ol gel, bira ol da ne olursan ol.

Münih yazacağım demiştim biliyorum. Beyaz birasıyla Münih yarına kalsın bu durumda.