Baştan söyleyeyim: değil.
Bu politik bir blog değil. Kimse buraya benim politik fikirlerimi okumaya gelmiyor. Benim de 10+ yıl sonra hala bu blogu tutuyor olmamın nedeni o değil.
Ama ülkede hayat böyle devam ederken durup da göze gelmeyen, minik ama anlamlı ayrıntılardan bahsetmek mümkün mü?
Birkaç haftadır sık sık ülkenin yaşanırlığı kalmadı diyorum. İlk, yurt yangınından sonra söyledim bunu. Yurtta çocuklarını yaşatamayan ülkede yaşanmaz. Bazı şeyler kaza diye geçiştirilemez. Çünkü 2016’dayız ve elektrikten kaynaklanan bir yangını önlemek için neler yapmamız gerektiğini gayet iyi biliyoruz. Ülkeyi yaşanmaz kılan da kimsenin o standartları, yetmez!, ‘en üst standartları’ aramıyor oluşu. (Yeni ve iyi kablolar olacak, devre kesici olacak, duman alarmı olacak, tavandan spreyleme olacak, tabi ki yangın merdiveni olacak.) Bunların bir-ikisini anlatabiliyorsun, ama çoğunu değil.
O sırada herşey de birbirine karışıyor. O önlemlerin hiçbirimizin evinde olmaması başka, bir yurtta olmaması başka. Hiçbir yurtta olmaması başka, hiç kontrol edilmemiş, inşaat ruhsatı bile olmayan bir tarikat yurdunda olmaması başka.
Alışmak, başkasının değil, kendi haklarını da istememeye dönüşüyor. Beşiktaş’taki katliam gecesi hiçbir yetkili kamera karşısına geçmedi. Oysa geçen yıl yine hemen hemen aynı saatte olan Paris saldırılarından sonra 02:30’da kamera karşısına geçmişti Tayyyyip. Gece boyunca kaç kişinin öldüğü söylenmedi. Hatta ölüm olduğu bile 3-4 saat sonra Tayyyyip’in yazılı açıklamasıyla geldi. Çünkü artık kimse haber verilme hakkının peşinde değil.
Konu aptallık değil, kimse düşünmek istemiyor. Düşünmek dünyanın en kaçınılan, en zor eylemi. O yüzden en absürt, en salakça fikri bile, kolayca alınacak hale getirip yanına 2 garnitürle satabiliyorsun. Tabi bu, ne kadar yaygın bastırdığına bağlı. Soma için, yurt yangını için sabotaj dediklerinde onu kimse yemiyor. Çünkü anca cılız bir ses söyleyebiliyor onu. Ama bir intihar eylemine topluca feto dediklerinde bayağı alıcısı oluyor o fikrin. Yanında “Feto’dan soruşturulmuş”, “darbeden sonra izin almış” filan demek yetiyor, sonradan doğru çıkmamaları hiç önemli değil. Çünkü karşılarındakiler ki zaten insanlara ulaşma şansları çok daha az, akıllı bir şekilde karşı çıkmıyor. İnsanlar düşünmüyorsa durumu en basit haliyle vereceksin. “Sabotaj mı? Bu olayın daha önce olmaması mucize.” “Feto mu? Adam Halep’in intikamı için öldürüyorum diyor. Cumhurb. hayır, sen yanlış biliyorsun, feto için öldürüyorsun diyor. Siz ölüme giderken tiyatro yapan yapan adam gördünüz mü?” “Geçen hafta Rus konsolosluğuna ışid bayraklarıyla yürüyenlere en ufak müdahale oldu mu?” Bunlar yerine, “feto olsa bile” deyince o insanılmaz absürt argümana meşruyet kazandırıyorsun.
Neyse, günlük örneklere girmeden çıkamıyorum konudan.
İnsanlar birden düşünmeye eğilim kazanmayacağına göre bu ülke de kolay kolay yaşanılır olmayacak. Aslında gayet iyimserdim ben. Orada burada tanıdığım, tanımadığım karamsar insan görünce dayanamayıp iyimserlik aşılıyorum. Geniş zaman çünkü hala farklı düşünmüyorum. Bunlar akp’nin en iyi günleri. O referandum kolay geçmez. Akıllı bir muhalefet kazanır. Akılsızı da az farkla kaybeder. Kaybetmek de her şeyin sonu değil. Çünkü artık iktidarın isteyebileceği hiçbir şey kalmaz. Artık vermesi beklenir, ne istediysen verdik, düzelt hayatlarımızı/ülkeyi denir. Ama sorun, onları kolayca devirip ülkeyi yaşanılır hale getirecek, bunun için birleşecek, akıllı ve cesur hareket edecek bir kitle/muhalefet var mı? Ki sorunlarımız dev. Bu pislikler işi çirkinleştirmeden de gitmez.
Kısacası, değil ama yaşanabilirmiş gibi yapıyoruz. Başka da şansımız yok. Tivitır’da filan Şam’da yaşayan Suriyelileri görünce orada hayatın nasıl devam ettiğini anlayamıyorum bazen. Ama ne yapabilirler ki. Burada da mümkünmüş gibi yazmaya devam edeyim diyorum. Aslında sadece bunu yazayım demiştim:)
Demin, Isabella Rossellini’nin çektiği kısa filmleri gördüm. Bir Isabella Rossellini hikayem var, hep yazmayı düşündüğüm ama bir yandan da kaçındığım. Birkaç güne yaziim artık.
Duygu gastede
8 Haziran, 2012Geçen gece yatmadan önce buradaki ilk yazılarıma bakmıştım. WordPress’e geçtikten sonraki ilk 3 yazımı bir makalenin özet, giriş ve literatürüne benzer yapmıştım. Ben blok linki vermem dikkat ederseniz, ama sadece o literatür yazısında sevdiğim blokları listelemiştim (Mayıs 2006 itibariyle). Hemen hepsi de aynı zamanda sevdiğim kişilerdi (Sotiz’i hala çok severim, Jelatin’i de tabi). O listede Duygu’nun varlığı, hatta orada Duygu’dan arkadaş olarak bahsetmiş olmam çok garip geldi bana okurken.
Duygu bu blokta kritik bir dönemeç oldu. Öncesinde de blok yazıyordum eski adreste, ama kendi kendime, başka bloklardan haberdar olmadan ve hiç okunmadan (yazmanın en güzel şekli). Sonra internette bir gazete haberine yazdığı ayrıntılı bir yorumdan (muhtemelen evrimle ilgili bir konuydu) ismini arayıp bloğunu bulmuştum Duygu’nun. New Orleans’ta biyoloji doktorası yapıyordu. Sonra, diğer blokçulara atlamam ve onların bana atlaması oradaki yorumlardan oldu ilk.
Sonra bir süre muhabbetimiz oldu onla. Dertleşirdik. Sonra biraz rahatsız olduğum şeyler olmuştu galiba ki sürdürmedim. Tam hatırlamıyorum ama her türlü mecradan çıkmasından ve öğretici tavrından olmalı.
Bunları düşünerek yatmıştım. Sonraki sabah kalktım, gazetede kapakta (malum, tabloitlerin ön sayfaları değil, kapakları oluyor, hatta her gün 2-3 kapakları oluyor) Duygu’nun kocaman fotoğrafı. Hatta gmail’de kullandığı fotoğrafı. Kendi çocuk aldırma hikayesini anlatmış.
‘Bu tartışmayı ben kendi hikayemi anlatarak çözerim’ düşüncesi pek anlamlı ve hoş gelmedi bana (insan Amerika’da böyle hisselere kapılıyor ama bu biraz fazla). Bu ülkede evli kadınların %22’si kürtaj yaptırmış. Yani, onlar ve en yakınlarındaki insanları düşününce ülkenin büyük kısmının yakından bildiği bir hikaye bu.
Özgürlükleri savunmasını beklediğiniz gazetelerin yaklaşımı da gayet salakça bence. Ülkede bağnaz sözlerden başka birşey duymamış yalın çoğunluğa karşı önemli bir fırsat bu. Akıllarına tek bir doğru söz soksan bu çok önemli. Bu durumda yazılacak olan da, o kesimin zaten konuya karşı olma sebebi olan (yani ‘günah işlemiş, yasak olsa ne o günahı işlerdi ne de en başta ona yolaçan günahı’ deyip geçeceği) bir hikayeyi vermek değil, bir, hatta birkaç trajediyi iyice incelemek olmalı. Daha bugün 16 yaşında bir kız sokak ortasında doğurup kaçmış.
Geçenlerde elektra’nım’ın söylediği bir sözü düşünürken aydınlandım: Kürtaj bir hak olmadan önce bir mecburiyettir. Bunun kararını anne verir, ve bunun tartışması da olmaz. Yoksa durum şöyle oluyor:
– Devlet, ben hamileyim.
– Tamam, doğuracaksın.
– Hayır, aldıracağım.
– Yapamazsın, yasak, yaparsan hapse atarım.
– Bebek benim karnımda. Nasıl bana bunu 8 ay daha taşıyacaksın dersin? Çok istiyorsan al, kendi karnına koy.
– Ben anlamam, taşıyacaksın, taşımazsan hapistesin.
– Ben sana söylemezsem sen nereden bileceksin ki? Gider, bir ebeye aldırırım, ruhun bile duymaz.
– Ebeyi de atarım hapse.
– Ben de ağır şeyler taşırım, merdivenlerden yuvarlanırım.
– O zaman sen de ölürsün. Zaten o günahı işlediğine göre haketmişsindir.
– O zaman ben de düşürücü ilaç içerim. Amerika’da mutlaka yapmışlardır. Daha yapmadılarsa böyle bir pazar görünce mutlaka yaparlar.
– Ben de tuttuğumu atarım içeri. Zaten önemli olan uygulamak değil, yasayı çıkarmak.
Bu yüzden zaten, o yasayı çıkaramazlar, yakında unuttururlar.
bloğ, no comment, polit büro, tam.buesnada kategorisinde yayınlandı | 1 Comment »