Archive for the ‘bloğ’ Category

h1

Mümkün mü?

22 Aralık, 2016

Baştan söyleyeyim: değil.

Bu politik bir blog değil. Kimse buraya benim politik fikirlerimi okumaya gelmiyor. Benim de 10+ yıl sonra hala bu blogu tutuyor olmamın nedeni o değil.

Ama ülkede hayat böyle devam ederken durup da göze gelmeyen, minik ama anlamlı ayrıntılardan bahsetmek mümkün mü?

Birkaç haftadır sık sık ülkenin yaşanırlığı kalmadı diyorum. İlk, yurt yangınından sonra söyledim bunu. Yurtta çocuklarını yaşatamayan ülkede yaşanmaz. Bazı şeyler kaza diye geçiştirilemez. Çünkü 2016’dayız ve elektrikten kaynaklanan bir yangını önlemek için neler yapmamız gerektiğini gayet iyi biliyoruz. Ülkeyi yaşanmaz kılan da kimsenin o standartları, yetmez!, ‘en üst standartları’ aramıyor oluşu. (Yeni ve iyi kablolar olacak, devre kesici olacak, duman alarmı olacak, tavandan spreyleme olacak, tabi ki yangın merdiveni olacak.) Bunların bir-ikisini anlatabiliyorsun, ama çoğunu değil.

O sırada herşey de birbirine karışıyor. O önlemlerin hiçbirimizin evinde olmaması başka, bir yurtta olmaması başka. Hiçbir yurtta olmaması başka, hiç kontrol edilmemiş, inşaat ruhsatı bile olmayan bir tarikat yurdunda olmaması başka.

Alışmak, başkasının değil, kendi haklarını da istememeye dönüşüyor. Beşiktaş’taki katliam gecesi hiçbir yetkili kamera karşısına geçmedi. Oysa geçen yıl yine hemen hemen aynı saatte olan Paris saldırılarından sonra 02:30’da kamera karşısına geçmişti Tayyyyip. Gece boyunca kaç kişinin öldüğü söylenmedi. Hatta ölüm olduğu bile 3-4 saat sonra Tayyyyip’in yazılı açıklamasıyla geldi. Çünkü artık kimse haber verilme hakkının peşinde değil.

Konu aptallık değil, kimse düşünmek istemiyor. Düşünmek dünyanın en kaçınılan, en zor eylemi. O yüzden en absürt, en salakça fikri bile, kolayca alınacak hale getirip yanına 2 garnitürle satabiliyorsun. Tabi bu, ne kadar yaygın bastırdığına bağlı. Soma için, yurt yangını için sabotaj dediklerinde onu kimse yemiyor. Çünkü anca cılız bir ses söyleyebiliyor onu. Ama bir intihar eylemine topluca feto dediklerinde bayağı alıcısı oluyor o fikrin. Yanında “Feto’dan soruşturulmuş”, “darbeden sonra izin almış” filan demek yetiyor, sonradan doğru çıkmamaları hiç önemli değil. Çünkü karşılarındakiler ki zaten insanlara ulaşma şansları çok daha az, akıllı bir şekilde karşı çıkmıyor. İnsanlar düşünmüyorsa durumu en basit haliyle vereceksin. “Sabotaj mı? Bu olayın daha önce olmaması mucize.” “Feto mu? Adam Halep’in intikamı için öldürüyorum diyor. Cumhurb. hayır, sen yanlış biliyorsun,  feto için öldürüyorsun diyor. Siz ölüme giderken tiyatro yapan yapan adam gördünüz mü?” “Geçen hafta Rus konsolosluğuna ışid bayraklarıyla yürüyenlere en ufak müdahale oldu mu?” Bunlar yerine, “feto olsa bile” deyince o insanılmaz absürt argümana meşruyet kazandırıyorsun.

Neyse, günlük örneklere girmeden çıkamıyorum konudan.

İnsanlar birden düşünmeye eğilim kazanmayacağına göre bu ülke de kolay kolay yaşanılır olmayacak. Aslında gayet iyimserdim ben. Orada burada tanıdığım, tanımadığım karamsar insan görünce dayanamayıp iyimserlik aşılıyorum. Geniş zaman çünkü hala farklı düşünmüyorum. Bunlar akp’nin en iyi günleri. O referandum kolay geçmez. Akıllı bir muhalefet kazanır. Akılsızı da az farkla kaybeder. Kaybetmek de her şeyin sonu değil. Çünkü artık iktidarın isteyebileceği hiçbir şey kalmaz. Artık vermesi beklenir, ne istediysen verdik, düzelt hayatlarımızı/ülkeyi denir. Ama sorun, onları kolayca devirip ülkeyi yaşanılır hale getirecek, bunun için birleşecek, akıllı ve cesur hareket edecek bir kitle/muhalefet var mı? Ki sorunlarımız dev. Bu pislikler işi çirkinleştirmeden de gitmez.

Kısacası, değil ama yaşanabilirmiş gibi yapıyoruz. Başka da şansımız yok. Tivitır’da filan Şam’da yaşayan Suriyelileri görünce orada hayatın nasıl devam ettiğini anlayamıyorum bazen. Ama ne yapabilirler ki. Burada da mümkünmüş gibi yazmaya devam edeyim diyorum. Aslında sadece bunu yazayım demiştim:)

Demin, Isabella Rossellini’nin çektiği kısa filmleri gördüm. Bir Isabella Rossellini hikayem var, hep yazmayı düşündüğüm ama bir yandan da kaçındığım. Birkaç güne yaziim artık.

h1

Büyük arzu üzerine. mekanımızda. bu akşam. büyük isim. milyonların sevgilisi. Tanju. Okannn!

23 Temmuz, 2014

Sandalyeler toplanmış masaların üstüne
Işıklar kapanmış, herkes gitmekte
O müşteriler yok artık yerinde,
Sen …..

Unutulmuş şemsiyeler kıyıda köşede
Canlanan anılar duvarda film gibi
İlk açtığımız gün daha dün gibi
Sen ….. mekanım.
la lil lala, la lil lala, la lil lalaaa. mekanım.

8 yıl olmuş, iyi, kötü, hep birlikte
Ne geldiyse başıma, tutmadım içimde
Çok ayrı kaldık, olmadı böyle
Sen …..

Masamız köşede öyle duruyor
Bardaklar boşalmış, her biri bir yerde
Sanki hepsi hasret senin nefesine
Sen ….. mekanım.
la lil lala, la lil lala, la lil lala… mekanım.

Eskiden ne yazdığının bir önemi yok artık
Son birkaç saatte güncellemeyince
Okur acımasız, ben bunu veremem
Sen …..

O eski günler yok artık istemesem de
Ama yeni günler olur çaldığım sürece
Ben sensiz olamam, artık anlıyorum
Sen ….. mekanım
la lil lala, la lil lala, la lil lala… mekanım.
la lil lala, la lil lala…

h1

Geç bir festival günlüğü

23 Ekim, 2012

[Editörün notu: Geçen gün burada gugıl reklamları gördüm, ama sadece bir gün, sonra da geldikleri gibi kayboldular. Blogşpot’ta -1 milyon tıka 5 dolar gibi anlaşmalarla- kendi bloğuna reklam alanlara gayet kıl olan biri olarak bunun tabi ki benim değil, wordpress’in işi olduğunu söylemem gerek. Umarım geri getirmezler ki ben de wordpress’in merkez ofisini soymak zorunda kalmam. Şimdi yoğun grip yüzünden geç kalan festival günlüğüne geçelim.]

Salı: İlk gittiğim film bayağı gecikti. O hiç önemli değil de sahneye çıkan yönetmen “filmi sabaha karşı tamamladık, sonra uçağı kaçırdık, yolda da polis durdurdu” dedi. Ah, o ka ka polis. Yalnız, ben aynı bahaneyi, hele ‘yolda polis durdurdu’ sözünü birkaç yıl önce bir kere daha duymuştum. O çok daha inandırıcıydı ama. Zaten polis olsa olsa 5-10 dk.nı alır. Ama sanki bu adamların film çekmedeki gayeleri bu anları yaşamak. O koşuşturmaca, polise “portakala film yetiştiriyoruz”, seyirciye “polis durdurdu” demek. Neyse, hem film bitmemişse bu festival komitesi uluslararası yarışmaya Türkiye’yi temsilen katılan filmi izlemeden mi seçiyor yani?

– Film sonrası söyleşide oyunculardan biri, aynı zamanda filmin iki yapımcısından biri olan, Behzat’ın temiz yüzlü Cevdet’i, filmin teknik sorunlarından dolayı gayet üzgün görünüyordu. Ben de çıkışta üzülmeyin demek istedim. Yanına gidip post-production canınızı sıkmış gibi dedim. Öyle, çok hatalar vardı dedi. Ben de “ne olacak, daha uğraşırsınız, NBC bir yıl harcıyormuş bir filme” gibi birşeyler diyeceğime “Cevdet’i öyle sempatiyle izliyorum ki üzülürseniz üzülürüm” dedim. Sonra da “hatta bir arkadaşıma daha yeni ‘gerçekten ziraat mühendisiymiş, ama iş bulamayınca oyuncu olmuş gibi duruyor’ demeyi düşünmüştüm” dedim. Bu laf aslında o tereddütlü dürüst çocuğu iyi oynadığını anlatmak içindi ama hiç öyle durmadı.

– Söyleşide bir seyirci Bela Tarr, Sokurov gibi yönetmenlerin adını anarak yorum yapmıştı (adı anılan yönetmen ne kadar yetkin olursa yorum da o kadar özenti oluyor), çıkışta aynı adam etrafında 4-5 kadına “ben bir film çekseydim…” diye bir başlayan birşey anlatmaya başladı. Herhalde kadınlar “beni oynat” gibi birşey demiş olmalı ki adam “hanginiz teca vüze uğramak isterdi?” dedi (filmde öyle bir sahne vardı), kadınlar gülüştüler. Sonra bir tanesi “filmde se ks olsun, sonra zarafet olsun” dedi. Ah, bu kadınlar beni öldürecek.

Çarşamba: Film bittiğinde Cem Özer’in arkasından dışarı çıkan adam Istvan Szabo muydu? Oydu tabi. Ben koskoca Szabo ile, yani Zoltan Fabri ile beraber Macar sinemasının iki yarısından birisi olan bu adamla aynı salonda film mi izledim yani? Szabo uluslararası jüri başkanı olduğuna göre demek bu film de yarışma filmiydi. Dışarıda elini sıkıp birkaç kelime söyledim. Çok naziksiniz deyip teşekkür etti. Bugün Istvan Szabo’nun elini sıktım, daha ne olsun?

Yalnız,  film sonrası kısacık söyleşide 20 kişiysek çıkışta 19’u lüks minibüslere bindi, bir ben soğukta otobüs beklemek üzere durağa yöneldim. 23:30 filandı, en azından yağmur yağmıyordu.

Perşembe: Hayvanlar beni sever demiş miydim? 5 ördek ve ben, Ramiz’in yarı köfte-yarı sucuğunu paylaştık. Ben pek doymadım.

Cuma: Kapanış partisinde Zerre ile ödül kazanan yönetmen ve yapımcı önümdeki gruptaydılar ve sakal ve boyut bakımından aynı Coen kardeşleri andırıyorlardı. Uzun olan etrafındaki kızlara çeşitli dans figürleri yapıyordu, ama bir sırık ne kadar dans edebilir ki? Ben bir sırığın estetik zevkinden de şüphe ederim diyerek haddini aşan ve festival bünyesinde çok tartışma yaratan bir sözle bitireyim. (Adamın soyadı da Tepegöz’müş bu arada).

§  Yukarıdaki hamfendinin istediği tarzdaki filmin tam karşılığı Sylvia Kristel filmleri olmalı. Hele kısa saçlı haliyle gerçekten güzel kadındı S. Kristel. Kendisinin yüce anısına filmin, kendisinden de zarif şarkısı (ki Anılar 9 kasetinin de vazgeçilmez parçalarındandı zamanında) (& temin ederim ki link, ofis yerinde bile açılabilecek kadar masum).

h1

Duygu gastede

8 Haziran, 2012

Geçen gece yatmadan önce buradaki ilk yazılarıma bakmıştım. WordPress’e geçtikten sonraki ilk 3 yazımı bir makalenin özet, giriş ve literatürüne benzer yapmıştım. Ben blok linki vermem dikkat ederseniz, ama sadece o literatür yazısında sevdiğim blokları listelemiştim (Mayıs 2006 itibariyle). Hemen hepsi de aynı zamanda sevdiğim kişilerdi (Sotiz’i hala çok severim, Jelatin’i de tabi). O listede Duygu’nun varlığı, hatta orada Duygu’dan arkadaş olarak bahsetmiş olmam çok garip geldi bana okurken.

Duygu bu blokta kritik bir dönemeç oldu. Öncesinde de blok yazıyordum eski adreste, ama kendi kendime, başka bloklardan haberdar olmadan ve hiç okunmadan (yazmanın en güzel şekli). Sonra internette bir gazete haberine yazdığı ayrıntılı bir yorumdan (muhtemelen evrimle ilgili bir konuydu) ismini arayıp bloğunu bulmuştum Duygu’nun. New Orleans’ta biyoloji doktorası yapıyordu. Sonra, diğer blokçulara atlamam ve onların bana atlaması oradaki yorumlardan oldu ilk.

Sonra bir süre  muhabbetimiz oldu onla. Dertleşirdik. Sonra biraz rahatsız olduğum şeyler olmuştu galiba ki sürdürmedim. Tam hatırlamıyorum ama her türlü mecradan çıkmasından ve öğretici tavrından olmalı.

Bunları düşünerek yatmıştım. Sonraki sabah kalktım, gazetede kapakta (malum, tabloitlerin ön sayfaları değil, kapakları oluyor, hatta her gün 2-3 kapakları oluyor) Duygu’nun kocaman fotoğrafı. Hatta gmail’de kullandığı fotoğrafı. Kendi çocuk aldırma hikayesini anlatmış.

‘Bu tartışmayı ben kendi hikayemi anlatarak çözerim’ düşüncesi pek anlamlı ve hoş gelmedi bana (insan Amerika’da böyle hisselere kapılıyor ama bu biraz fazla). Bu ülkede evli kadınların %22’si kürtaj yaptırmış. Yani, onlar ve en yakınlarındaki insanları düşününce ülkenin büyük kısmının yakından bildiği bir hikaye bu.

Özgürlükleri savunmasını beklediğiniz gazetelerin yaklaşımı da gayet salakça bence. Ülkede bağnaz sözlerden başka birşey duymamış yalın çoğunluğa karşı önemli bir fırsat bu. Akıllarına tek bir doğru söz soksan bu çok önemli. Bu durumda yazılacak olan da, o kesimin zaten konuya karşı olma sebebi olan (yani ‘günah işlemiş, yasak olsa ne o günahı işlerdi ne de en başta ona yolaçan günahı’ deyip geçeceği) bir hikayeyi vermek değil, bir, hatta birkaç trajediyi iyice incelemek olmalı. Daha bugün 16 yaşında bir kız sokak ortasında doğurup kaçmış.

Geçenlerde elektra’nım’ın söylediği bir sözü düşünürken aydınlandım: Kürtaj bir hak olmadan önce bir mecburiyettir. Bunun kararını anne verir, ve  bunun tartışması da olmaz. Yoksa durum şöyle oluyor:

– Devlet, ben hamileyim.
– Tamam, doğuracaksın.
– Hayır, aldıracağım.
– Yapamazsın, yasak, yaparsan hapse atarım.
– Bebek benim karnımda. Nasıl bana bunu 8 ay daha taşıyacaksın dersin? Çok istiyorsan al, kendi karnına koy.
– Ben anlamam, taşıyacaksın, taşımazsan hapistesin.
– Ben sana söylemezsem sen nereden bileceksin ki? Gider, bir ebeye aldırırım, ruhun bile duymaz.
– Ebeyi de atarım hapse.
– Ben de ağır şeyler taşırım, merdivenlerden yuvarlanırım.
– O zaman sen de ölürsün. Zaten o günahı işlediğine göre haketmişsindir.
– O zaman ben de düşürücü ilaç içerim. Amerika’da mutlaka yapmışlardır. Daha yapmadılarsa böyle bir pazar görünce mutlaka yaparlar.
– Ben de tuttuğumu atarım içeri. Zaten önemli olan uygulamak değil, yasayı çıkarmak.

Bu yüzden zaten, o yasayı çıkaramazlar, yakında unuttururlar.

h1

Bir para kazanma mecrası olarak blokçuluk

17 Şubat, 2012

Televizyonda gördüğümde en canımı sıkan, o yüzden de en kaçındığım şey, blokçuların davet edildiği programlar. Geçen yıl -teknoloji yazarı- Serdar Kuzuloğlu trt’deki programlarına mutlaka genç bir blokçu/tivitçi kız davet ederdi. Programa rastladığımda üç konuğunu da tanımıyorsam hangisinin blokçu olduğunu topuk uzunluğundan anlardım. Dikkat çekmeye çalışmayan tek bir blokçu konuk görmedim o programda, ya da okumaya değer.

Bayülgen’in konukları da farklı olmuyor. Bu akşam tahammül edebildiğim kadarıyla şöyle sözler duydum çağırdığı -pek meşhur- blokçulardan:

– (30 bin sattığını söyleyen bir mo.da dergisinin bahsi geçer) Öyleyse de benim bloğum ondan bayağı birkaç kat… bayağı bayağı birkaç kat daha takip ediliyor.

– Evde eşimin iki bilgisayarı var, benim de iki bilgisayarım var. İkimizin de birer ipad’i var. Hatta bir teknoloji firması bizim evimizde çekilmiş bir fotoğrafı reklamlarında kullandı, bu resimde kaç ekran var diye. 18 çıktı (13 de demiş olabilir, çok dikkat etmedim).

– Bloktan iyi para kazanabiliyor musunuz?
– Evett, olldukça iyi.

– Ayakkabıma taktığım bir chip’le geçtiğim her yeri bilgisayara kaydedip sadece enter’a basıp oradaydım diyebiliyorum, girdiğim mağazalarda geçtiğim yerleri bile gösteriyor, direk yorum yapabiliyorum.

– Benden bahseden dergileri saklıyorum, hehe.
– Yakında saklamamaya başlarsınız.
– Saklamamaya da başladım galiba, hehe.

Ayakkabıya chip koyup yürüdüğün yerleri kaydetmek, mağazada geçtiğin rotaları bloğa koyup işaretlemek bana megalomanlığın hası gibi geliyor. Diğer sözler ise denmez yahu. Övünmek için yapmasan bile bizde şöyle teknolojik aletler var denmez. Sabancı bile olsan (herkesin bildiği bir milyoner anlamında) denmez (Sakıp S. da demezdi zaten). Okur sayından bahsetmek de aynı hesap.

Bloktan para kazanmak ise hayata bakış açısı. Bunu kabul edilebilir bulabileceğim tek yol, alanında çok uzman biri olup direk o konudan bahseden (teknokrat) bir blog yapman -ve başka yollarla para kazanabileceğin vaktini buna harcaman-. Hayatından, ya da ondan bundan, kültür sanattan bahsedip aldığı reklamlarla para kazananlara ya da kazanmayı düşünenlere ne hakla demek gerek.

Bu düşünceyle o “olldukça iyi” kazandığını söyleyen (‘oldukça iyi’ kazandığına göre ‘çok iyi’ kazanmıyordur, ama bunu kendisi bilmiyor olmalı), aynı zamanda içlerinde en doğru dürüstüne benzeyen, en azından diğerleri gibi sürekli konuşmak için uğraşıp durmayan ve Elif Şafak’ın güzel versiyonuna benzeyen kızın bloğuna baktım. Gugıl reklamı kutucukları göreceğimi sanıyordum. Bu arada, o kutucuklar ilk icat olduğunda kondukları sayfada sorun çıkartırlardı; sayfayı aşağı yukarı kaydırdıkça o kutular da ekranda kalmak için kaymaya çalışırlardı ama o eylem bir türlü pürüzsüz yürümezdi. Ben de hatta, öyle yerini bulamayan gugıl reklam kutucuklarının korkunç uzaylı formasyonlar olduğuyla ilgili çok yaratıcı bir rüya görmüştüm. Neyse, reklam kutucukları yoktu ama şöyle postlar vardı:

“…Laktoksuz süt içmeden önce hazımsızlık çekmeden süt içebileceğimi bilmiyordum. Sen de sana neyin iyi geleceğini öğrenmek ister misin?

Omega 3’lü, Laktozsuz ve Kallsiyum’lu çeşitleriyle kadınlar arasında epey sükse yapan Pınar Denge Sütü, Dengeli Hayat başlıklı Facebook sayfasında şimdi senin gibi sağlığına önem verenler için eğlenceli bir oyun hazırlamış. En çok minerali üst üste dizmeyi beceren ilk dört kişi uzman bir diyetisyenle görüşme şansını kazanıyor. Bir diğer hed.iye, ‘Gebelik ve Emzirme Döneminde Beslenme’ kitabı. Hamileysen veya kalmayı düşünüyorsan bu ipuçları sana lazım.

Daha sağlıklı ve dengeli bir hayat için Dengeli Hayat’ı takip et!

[Bu tip postlar, her türlü konudaki ‘şunu gördüm, beğendim’ yazılarının arasında yer alıyor, özellikle reklam aldım diye de belirtmeden].

Hadi diyelim, etik bize fazla yabancı bir kelime. Ya ahlak ne güne duruyor?

h1

Bir Milletvekili

12 Şubat, 2012

Bambaşka birşey yazmak için açmıştım bilg.’ı ama beni heyecanlandıran bir mail aldım.

Benim bir fikrim var diye yazalı 5 yılı geçmiş olması inanılmaz. (Kimse dönüp o yazıyı okumayacağı için) Kısaca, işitme engellilerin televizyon seyredemediğinden, televizyonun önemli bir araç ve bir hak olduğundan, bunun çözümü için televizyonlardaki tüm programların altyazılı olabileceğinden, o altyazıların da isteyenin göreceği şekilde teletekstten verilebileceğinden bahsediyordum.

Yazıyı yazmadan 1.5 yıl kadar önce Bayülgen’in işitme engellilerle yaptığı bir programdan gelmişti aklıma bu fikir. Sonrasında, o zamanlar daha anlamlı bir yer olan NTV’ye ulaşıp onların öncü olabileceğini anlatmaya çalışmıştım, nafile. Bir de bir işitme engelliler federasyonuna yazmıştım, yine cevap çıkmamıştı. Acil olmayan hiçbir durum kimsenin umurunda değil ülkemizde (belki de o yüzden herkes çok acelesi var gibi araba kullanıyor).

Vakit vakidi kovaladı, yıllar geçti, takvim yaprakları yetmedi, takvimlerin kendisi değişti, nesiller değişti, mo.da değişti, ülke değişti; Perşembe akşamı yine Bayülgen (artık haftanın çoğu akşamı ekran yüzü görebildiği yeni kanalında) yine işitme engellileri ağırladı. En çok şikayet edilen konulardan biri de televizyon izleyememekti. Bayülgen de dizileri izleyememeniz aslında daha iyi dedi. Koskocaman bir sorunu ve televizyon gibi önemli bir mecrayı dizilere indirgemek ayıp aslında ama iyi niyetliydi Bayülgen. Ben de belki de ilk defa bir programı arayıp bağlanıp konuşmak istedim. Aradım, meşguller arasında ulaştım, isim-telefon bıraktım. Bu çözümü duyurup beraber birşeyler yapacak insanlar bulmaktı derdim. Ama tabi, yüzlerce telefon edilmiştir, aranmadım, zaten beklemeyi de bıraktım sonradan.

Ama aynı gece erteleyip durduğum birşeyi yapıp Şafak Pavey’e yazdım bu durumu, neler yapılabileceğini. Amerika’da ve İng.’de yasayla zorunlu hale getirilmiş o altyazılar. Çözüm muhtemelen meclisten geçiyor yani. İlk seçileli beri aklımda ona ulaşmak.

Hatta, Portakal sırasında kapanış partisinin yapılacağı otele gitmiştim bir akşam öncesinde, nasıl bir yerdir, parti için kalmaya değer mi diye bakmak için; zaten festival merkezinin yanındaydı ot.el. Lobide yürürken yanımdan beni geçerek ilerleyen bir kadına gözüm ilişmişti, hafif topallıyor gibiydi. Tam tanıdığım anda o da bana bakmıştı, ben de gülümseyip iyi akşamlar demiştim. Vekilimiz, selam vermek hem hakkımız hem ödevimiz. O, lobideki, Atilla Özdemiroğlu’nın olduğu bir gruba katılmıştı. Benim de çok sonradan aklıma gelmişti, keşke bu konuyu orada açsaydım diye, ama hiç aklıma gelmemişti, gerçi gece vakti istemeyebilirdi de.

Neyse, yazdıklarıma çok güzel bir cevap vermiş. Çözümleri de bildiğinden ama iktidarın böyle şeylerle ilgilenmediğinden. İletişim bilgilerini de vermiş. Ayrıca, “yapabileceğimiz sesimizi duyurmak, ama onu da ancak bizim gibiler duyar” demiş. İşte, yapılması gereken de böyle konuları görmezden gelinemez hale getirmek olmalı. Şimdiye dek başarısız olmuş olabilirim, ama bu pek kabul edebileceğim birşey değil.

h1

Biliyorsunuz Kılıçdaroğlu Alevi

7 Haziran, 2011

[Geçen yıl demiştim: Blogunuzun kaçıncı yılını doldurduğu iş değildir. İş, mesela, blogunuzun Nadal’ın kaçıncı Roland Garros şampiyonluğuna şahit olduğudur. Bizde 5 oldu (bir yıl sakatlanmıştı Rafa).
Aslında, cümleyi “İş, mesela, blogunuzun Roland Garros’da kaçıncı Federer-Nadal finaline şahit olduğudur” şeklinde de kurabilirdim (belki o yüzden kazanamıyor Federer). O da 4. Yalnız, artık kupayı kazandığında ne yapacağını bilemeyip tribünlere fırlamak, olmadık yerlere basarak ulaştığı ailesine, ve etraftaki bilimum kişiye sarılmak şeklindeki heyecanı geride bırakmış gibi Rafa. Olmadı (heyecansız bir boğa, işlemeyen bir İsviçre saatinden evla değildir), üstelik sevgilisi de tribündeydi bu sefer.]

. . . . . . . . . .

Cumhuriyet tarihinin en heyecansız seçimini yaşıyoruz. 2007’ye dek her seçimde önemli değişimler, inen çıkan partiler olurdu, yüzdeleri önceden hiç bilemezdik. 2007’de de en azından AKP’nin oyu bayağı bir soru işaretiydi, yaklaşık %36-48 arası tahminlerle. DTP bağımsız aday yolunu benimsemişti, bir yenilik getirmişti; onlara Ufuk Uras ve Baskin Oran da eşlik etmişti.

Bu seçimde tüm aktörler aynı (parti bakımından), tek değişen Kılıçdaroğlu.Ama o tek başına hareketlendiremedi durumu. Bu hareketsizlik ve heyecansızlığın normalde oy verme oranını düşürmesi de beklenir, 2007’ye göre, bakalım öyle olacak mı. Birkaç değişik, hoş isim var dtp ve chp’de, ama pek etkileyemediler ortamı.

En önemlisi de oy oranları aşağı yukarı belli gibi. Zaten farklı olması da bu partilerle mümkün değil gibi. Çünkü CHP’nin de MHP’nin de ve kalanların toplamının da geçemeyeceği limit değerleri var. Tüm konjonktür lehine olsa CHP %32-34’ü, MHP 16-18’i, geri kalanlar da toplam 15-16’yı geçemez. Bu durumda da AKP’ye (hepsinin maksimumu aynı anda gerçekleşmeyeceğine göre) minimum %40 kalıyor. (Yerel seçimde bunun altına düşebiliyorlar, çünkü onda baraj olmadığından küçük partiler daha etkili olabiliyorlar).

Ve AKP için diğerleri gibi bir üst sınır yok. Onlar herşey lehlerine olursa %60’ı bile vurabilirler. Kitle partisi denen şey de bu. Kemik (dinci diyelim) oyları, Saadet’i de hesaba katınca %15 olsun, gerisi yanar-döner, güçten yana dönen, kişiliksiz-şahsiyetsiz oylar.

Bu bakımdan aynı ANAP’a benziyor AKP. Onları zayıflatacak tek şey, sağ kanattan popüler (liberal veya çiftçi odaklı) bir parti olabilir gibi duruyor. Hatırlarsanız ANAP’ı da zayıflatan DYP’nin kurulmasıydı. Ama şu an ne DP’de o görünüm var, ne de parti kurmayı düşünen diğer kesimlerde (TOBB mesela bayağı iddialıydı bir aralar). Olabilirmiş gibi de görünmüyor çünkü herkes yeni bir macera (ve RİSK) yerine pastadan pay almaya odaklanmış durumda.

. . . . . . . . . .

Çıkan bilimum kaset ifşalarını da heyecansız ortama heyecan katma çabası olarak yorumladım ben. Bir anlamda kamu yararı gayesi güden hareketler.
Yalnız, şu kesin ki bizde böyle komplolar direk maruz bırakıldığı kesmi zor durumda bırakmak için yapılıyor. Ben buna 1. dereceden etki diyorum.
Dikkat ederseniz AKP’den pek fazla “bu komplo bizi zor durumda bırakmak için yapılmıştır şeklinde” bir tavır gelmedi. Gerek de olmadı, çünkü onları direk suçlayan geniş bir kesim olmadı. Oysa, gelişmiş bir ülkede bu haberler üzerine en çok AKP zorda kalırdı, Tayyyip insan içine çıkacak yüz bulamazdı. Yani gelişmiş ülke komplosu, o komployu yapması muhtemel kesmi zor durumda bırakmak için yapılır diyebiliriz ki ben de buna 2. dereceden etki diyorum. Kahn olayından sonra Fransa’da Sarkozy’ye desteğin azalması gibi.

Yalnız, bizim halkımız için bir numaralı kritik kelime içtenlikse ikincisi de mağduriyettir. AKP’nin iki seçimdir oy oranını belirleyen faktordü mağduriyet (ilkinde Tayyip’in içeri girmis olması faktörü ki buna oynadılar zaten, ikincide cumhurbaşkanlığı seçimi, ordu muhtırası). MHP’ye neresinden baksan kaybettirdiğinden çok kazandırır bu olaylar.

. . . . . . . . . .

Binali Yıldırım da buradan aday ya, AKP’nin İzmir vaatleri ulaşım üzerine. Yalnız, vaatte bulunan 9 yıldır iktidarsa ‘bunları yapacağız’ cümlesinin yanında, ‘şimdiye dek niye yapmadık’ açıklamasının bulunması gerekmiyor mu? Hızlı tren mi? Biz Japonya’daki hızlı tren görüntüleriyle büyüdük. Orada ’60’larda, Avrupa’da 70’lerde başlamış hızlı tren. 2011’deyiz ve ben İzmir’den Ankara’ya trenle 14 saatte, Eskişehir’e 10 saatte gidiyorsam kimsenin bu konuda konuşmaya yüzü olmaması gerek.

Hatta, madem suyun yanındayız ve bu şehir de ülkenin en büyük limanına sahip, getirirsin hızlı deniz otobüsleri, hatta katamaranlar, İstanbul’a tatil yapar gibi (ama 9-10 saatte) gidersin. Tüm sahil hattını dolaşarak hızla Antalya’ya varırsın. Hayal değil, medeniyet.

. . . . . . . . . .

Bir ülkenin anayasasında olması şart maddelerden birisi halka karşı ayrımcılık suçu. Onlarca mitingde aynı şey: Tayyyip “biliyorsunuz Kılıçdaroğlu Alevi” diyor, halk kitlesi uzun uzun yuhalıyor. Hadi, ilkinde o tepkiyi beklemeden salakça söyledin. Gelen tepki üzerine soğuk soğuk terler ve ben ne yaptım ya, dersin. Hayır, bir sonraki miting, aynı manzara. Hatta anayasada açıkça şöyle yazmalı: “Böyle bir sözü eden aşağılık bir pisliktir ve halkı, dil-din-ırk-cinsiyet yönünden ayrımcılığa sevkettiğinden ağır cezada yargılanır.

h1

Bursa Şampiyon

4 Mayıs, 2010

Buranın yeni yetme okurlarındansanız bilmezsiniz, bu blogun en sevdiği şeylerden biri ben demiştim demektir. Ama bunu sonradan söylemekle yetinmez, önceden der. O yüzden şimdi bir kere daha diyeyim: Ben demiştim.

Templer’in önceden ben demiştim dediği şeyler arasında, bahislerin 1’e 6 verdiği sırada Gül’ün cumhurluğu ve Bill Clinton’la Hayrünissa’nın first eşler olarak gözgöze Topkapi’yi gezeceği yeralıyordu. Obama araya girince 2.si tutmamış olabilir ama eminim Hillary ile geldiğinde Bill bir göz kırpmıştır Hayrün’e.

Bu sezonun başında fikstürü görünce mail grubuna “şampiyonluk son haftaki Bursa-Beşiktaş ve Fener-Trabzon maçlarına kalır, inanılmaz heyecan olur” diye yazmıştım, Bursa ile Fener arasında (isteyene forward ederim). Çoğunluğun görkemli transferli GS’ye baktığı, Bursa’ya kimsenin bakmadığı bir dönemde. Şimdi kesin öyle olacak olması.

Bu hafta Bursa boş geçip 3 puan alırken Fener, tüm zamanların en büyük pisliklerinden Gökçek’in takımı ile oynuyor. Ve bu alemin en bizans takımının Fener olduğunu bir Fenerli olan Templer bile kabul eder. Yani o maç karanlık olabilir.

Ve Fenerli Templer de Bursa’nın şampiyonluğunu ister. Çünkü sempatik Fener eskiden ayaktakımının, sokaktaki boyacının, hücum futbolunun-şov futbolunun ve Hababam’ın takımıyken, şimdi Fenerium’un, cipli siyah gömleklilerin, yenelim de nasil yenersek yenelim, federasyonu da diğer takimlari da ezelim takımıdır. Takımlar arası güç ve para dengesi öyle açıldı ki bir İstanbul büyüğü için ligi kazanmış olmanın anlamı kalmadı. Oysa Bursa’nın kazanması cidden bir devrim, bir dengeleme hareketi.

Bursa kesin şampiyon diyemem ama Fener’in son hafta Trabzon’a puan kaybetmesini beklediğimden (o da kupa maçına bağlı: kupayı Fener alırsa kesin) güçlü bir olasılık bu (%60-70). Bursalıların son maça Beştaş karşısında ve gergin seyircisinin önünde elleri kollarına bile dolaşacak olsa kazanmalarını bekliyorum.

__________  _________

Templer Templer demişken bugün farkettim de buranın okuyucu topluluğunun büyük kısmı S. Templar’ın the saint olduğundan bihaber. Yani, bu insanlar S. Templar’ı tanımıyor. Allahım ne günlere kaldık diyorum.

_______  ___  _____  ___

2 gün önce buhran, azap ve kahır içindeyken bir sonraki yazıda laylom yazan blogçu durumuna düşmek istemem (nefret ettiğim onlarca blogçu tarzından biri). Ama bugün önüme top düştü.

Karşıyaka genç takımının idman sahasının yanından, içimde tarifi imkansız ıstıraplar içinde yürürken birden sahanın boyu 20 metreyi bulan tellerini geçip özgürlüğün tadını çıkaran bir top önüme düştü. Şimdi, önünüze bir top düşmesi iyi bir şeydir. Çünkü: 1- hünerlerinizi sergileme şansı bulursunuz, 2- top insana iyi gelir, 3- bir top bir kızdan çok daha iyidir. Hatta en kötü top en iyi kızdan iyidir.

Toplar çantalarında tirbüston taşımaz, bağrınızı deşmez. Top yuvarlaktır, kızlar köşeli. Top can acıtmaz. Ne toplar yedim kaleciyken. 2 dk. sonra oyuna devam ettim. Kızlar can acıtmakla kalmaz. Ne kızlar yedim böğrüme, severken. Hayatıma devam edemedim. O yüzden zaten çantamda top taşırım, ama çantamda kız taşımam.

Hayat fena, tüm kızlar ölsün. ‘İç gerek yok onlara.

h1

Çantamdakiler

6 Ekim, 2009

Efendim, yanılmıyorsam fi tarihindeydi, Elektra’nım bana çantamdakileri sormuştu, “yok mudur yani onların da bir çantası acaba? … belki simon’un ve metin bey’in de sırt çantaları ya da bele takılan çantaları falan vardır.” Sonra da yayınlamadan önce çantaların temizlenmesi gerektiği üzerine bir mini sohbet dönmüştü.

Beni tanıyanlar arasında çantasız tanıyan pek yoktur. O zaman da dediğim gibi, kadınlar koca çantalı gezer de erkekler dünyayı mı takmaz? Biz su içmez miyiz, şemsiye kullanmaz mıyız, herşeyimiz ceplerimize sığmak zorunda mıdır, ek kazak-kaşkol-kurabiye bulunduramaz mıyız, dışarda canımız çukulata-vitamin-mide hapı-fotoğraf çekmek çekemez mi? Di mi?..

Neyse, o yazıdan hemen sonra çantamı temizlemeye başladım. Önce içindekileri boşalttım. Kaybettiğimi sandığım ya da çoktan unuttuğum birçok şey çıktı: Ortaokul diplomam, ÖYS giriş belgesi (bulamayınca sınava girememiştim), eski sevgilimin açılmamış mektubu (bana dönmek istiyormuş, çok yazık-sonradan başkasıyla evlendi), Isabelle Huppert ile resmimiz ki o zamanlar kimse inanmamıştı onla küçüklükten tanıştığıma, yayınlanmamış romanımın tek kopyası, 98’de yarısı yenmiş bir muz, kahve fincanı (aceleyle çıkarken yarım kalmış), bir pırlanta kolye ve kesilmemiş bir İstanbul’daki Şampiyonlar Ligi Final bileti (nereden geldiğini unutmuşum).

Tamamen boşalttıktan sonra ters çevirip silkeledim. Yetmedi, eski bir diş fırçasıyla kalan parçacıkları aldım. Fiziksel temizlikten sonra kuru temizleyiciye verdim. Baktım olmamış, bir de ıslak temizlik yaptım, temizlikçi ile küvette üstüne çıkıp çiğnedik (kendisi yaşlı). Sonra 1-2 ay kadar balkonda havalandırdım, içeri alınca naftalin-karanfil-lavanta bıraktım bir süre içinde. Dezenfektan ve her ihtimale karşı böcek ilacı da sıkıp yine bir süre havalandırdım. En son, mikrop öldürücü döktüğüm bir bezle bir daha üzerinden geçtim. İçini de temiz bezlerle kaplayıp bir süre deneme kullanışı yaptım. Sonunda sergilenmeye hazır oldu.

Evet, çok zaman aldı. Ama değdi. Çünkü çok özenmiştim o sıralarda çantasındaki ‘gadget’ları sergileyenlere. Hatta birkaç yıl önce bir kız bloguna koyduğu resmin altına “benim için hayattaki en önemli şeyler, yani laptop’ım, ipod’um ve cep telefonum” diye yazmıştı. İçimde uktedir, ben de öyle olucam dedim.

Ve işte:

IMG_2471-3-ii

1. Çantanın kendisi

2. Müzik seti. Portatif. Heryere götürülebilir.

3. Mendil

4. Bozuk para deposu

5. İngilizce sözlük

6. Telefon rehberi -limiti yok, şehirdeki her numara.

7. Su. Çok içerim.

8. Birkaç video kaset. Bir sırada veya doktorda beklemek zorunda kaldınız diyelim, hiç sıkılmazsınız.

9. Birkaç kitap -kolay taşınabilir olmalarına önem veririm.

10. Telefon. Menzili geniş.

11. Kavun. Acıkırsam diye.

12. Ansiklopedi. Sadece iki cilti.

13. Atlas. Bir nevi portatif gugıl maps.

14. Futbol topu. Her daim gerekebilir.

15. Likör. Çok mühim. İçki olur, tatlı olur, otobüste şekeri düşene verilir. Yanınızdaki kıza içelim mi dersiniz, nerde der, burada deyip şişeyi çıkarırsınız.

16. Harita. GPRS yanında haltetmiş.

17. Bunu da siz anlasaydınız bari. Ne olacak, tabure. Sokakta yoruldunuz, oturmak istiyorsunuz ama etrafta bank filan yok. Hiç dert değil.

Ayrıca, çeşitli müzik kasetleri (çantaya yaklaşık 30-40 albüm sığabiliyor), bir mektup açacağı (orijinal adıyla mail opener -böylece dışarıda da maillerinize bakabilirsiniz), bir tenis raketi (daha çok sinekleri ve arıları defetmede kullanıyorum) ve bir basket topunu da görebilirsiniz. Sonuncuyu numaralamadım, çünkü Allah için, onu hep yanımda taşımıyorum.

Yalnız, çantadan şemsiyem çıkmamış, bir yerde mi unuttum diye merak ettim. Zaten olsaydı hemen gözüme çarpardı, çünkü kolaylık olsun diye açık koyuyorum.

h1

I blog, çünkü 140 karakterden daha fazlasını yazabiliyorum.

16 Eylül, 2009

FWD = tweet

Eskiden forwardlar vardı, bilirsiniz. Tabi hala var da eskiden daha yaygındı. Arada ne kadar itici olduğunu görüp yollamayı bırakanlar oldu. Eskiden bol bol karikatür (en çok Selçuk Erdem), fal yazılarının olduğu döküman ve powerpoint dosyası gelirdi. Hayatla ilgili mesajların olduğu, görsel ve işitsel zenginleştirilmiş bu powerpointler çok alemdi. Hele bazılarında ilişkilerle ilgili ahkam kesilen uzun yazıların altına Nazım Hikmet, Çetin Altan, Can Dündar gibi (başka görmedim) afilli isimler uydurulurdı. Böyle şeyleri hazırlamak için tüm gün ofiste geçirmeye mecbur olmak ama yapacak işinin de olmaması gerek diye düşünürdüm. Yani, klasik memuriyet işi. En iş yapmayan memuriyet olarak da Çevre Bakanlığı’nı bu powerpoint’lerin merkezi olarak ilan etmiştim.

Bu tweet filan da tam o forward’lar gibi. Bir başkasının ürettiği birşeyi bulup kendinden hiçbir şey eklemeden göndermek. Hem öyle şeylerle uğraşmak için sonsuz bir vakit ve en azından sürekli bilgisayar başında olmak gerek. Haberciler, IT çalışanları filan için anlaşılabilir belki (ki onlar da sıkılmaz mı sürekli ekrana bakmaya) ama ya gerisi?

Merak

Ekran başındalık bir yana, ben niye birinin o sn. ne yediğini, ne dinlediğini, hangi mekanda olduğunu merak edeyim. Uzun yıllar önce sabahladığımız bir proje çalışması yapıyorduk. Gruptaki oğlanlardan biri de sürekli olarak sevgilisine o sırada neler yapmakta olduğumuzu anlatıyordu. Fazla bilgi. Öyle itici. Gerçekten merak edersem açıp sorarım napıyorsun diye.  Ayrıca, bir arkadaşımın o anda neler yaptığını herhalde ancak Cannes film festivaline filan gitmişse merak ederim. O da çok yakın arkadaşım olmalı. Ama burada bağlanılan yüzlerce kişiden ve takip ettiğin ünlülerden bahsediyoruz. Ünlüler mi? Teenager fan’lar mıyız biz?

Sensin 140

Yeni gençliğin yazı yazamadığını farketmeyen kaldı mı? Sokakta rastgele 100 genç durdurulup bir paragraf yazı yazmaları istensin. Çok basit birşey, bir maçın özeti gibi. Yarısının yazamayacağına eminim. Bir defa noktalama işareti onların dünyasında yok. Sonra aynen konuşur gibi yazıyorlar ama konuşma diliyle yazı dili apayrı diller. Kelime yazılışları, cümle dizilişleri geri kalan beceriksizlikler.

Niye böyle derken farkettim, ki bayağı oluyor, arada birçok kişi farketmiştir, bu gençlik başka hiçbir yerde yazı yazmadığı kadar sms yazmıştır. Bildiği dil sms dili. Dili bozması da bir yana, 140 karakterde ne anlatılır ki? Ben mesaj yazdığım ender zamanların birçoğunda 2. mesaja geçmiş oluyorum. Karakterlere zorla basılan cep telefonunda sığamıyorken rahat rahat yazdığım bilgisayarda niye bu kadarcık karakterle kısıtlanayım ki? “bluedevil liked this“ten daha fazla söyleyecek şeyim olduğuna inanıyorum.

Ayrıca, birşeyi beğenip beğenmediğini söylemek başlı başına bir eleştiri değildir. Ne bir neden barındırır, ne de o şeyle ilgili doğru dürüst bir bilgi verir. Tek başına fazlasıyla öznel ve gelişigüzeldir.

h1

L’İtaliano

14 Kasım, 2008

Hergün 100 kere (sayılar hiç abartı değil) laşatemi kantare, 40 kere laşatemi şarkı sözleri, 30 kere laşatemi, 20 kere laşatemi kantareyi kim söylüyor diye arayıp gelen şahıs, sizden sıkıldım. İlgili bilgiyi buradan bulabilirsiniz:
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=l’italiano (bana gelmeyin, oraya gidin).
Şarkının adı da L’İtaliano.

h1

ben biraz da sana müslüman olmak istiyorum

28 Ekim, 2008

Cumartesi blogspot’taki mesajı görünce cız etti içim. Birçok sevdiğim insanın şimdi bir süre canının sıkılacağını, hatta çaresizlik hissedeceğini geçirdim içimden, aynı durumu aylarca yaşamış biri olarak. Hem kendi erişimleri sorun olacak hem birden çok daha az okunacaklar diye.

Öncesinde geçen yutüp bahislerinde de aynı şeyi düşünüyordum. Biz sadece bizi rahatsız ettiğinde umursuyoruz bu tip hak ihlallerini. Benim sansürü, wordpress kapatıldığında yaşamam ve dert etmem gibi. Oysa bence asıl doğrusu, anlamlısı, hiç bizi ilgilendirmeyen hak ihlallerine tepki vermek. Hiç kullanmadığımız, hatta hiç hoş bulmadığımız sitelerin kapanışında tepki vermek gibi. Örneğin, por no, diğer gelişmiş ülkelerde (‘diğer gelişmiş ülkeler’ sanırım yanlış bir ifade oldu) olduğu gibi bizde de yasal. Neyin yasadışı olduğu belli. Ama şu an sayısız por no sitesi yasaklı. Hatta por no diye kapatılan fotoğraf siteleri var. Ama müsteh cenlik bir suç değil ki. Erişmek (ya da erişilmesini) istemeyen ona göre kendi alır önlemini. Ama geçtiğimiz süper muhafazakar dönemde (dönem süper muhafazakar ama suçunu açıkça itiraf etmiş olan Üzmez’i içeri atacak kadar değil) genel yaklaşım bunu normal bulmak yönünde: “o tamam da yutüp niye kapatılıyor”.

Nasıl kimse müs tehcen siteleri umursamıyorsa kendi kullanmadığı sitelere getirilen sansürü de umursamıyor. Ad nan Hoca’nın tüm muhalifi siteleri kapattığı sırada ağzımızı açmadık. Ya da guvenliweb diye bir ucubeye de. WordPress yasağı sadece onu kullanan küçük azınlığı ilgilendirdi. imeem’den şarkı dinlemiyor, linkini kullanmıyorsanız size ne. Yutüp de olmasa sansür kimsenin derdi olmayacaktı. Bütün bu durum, yani “sana katılmıyorum. ama düşündüğünü söylemen için canımı veririm” demeyen yaklaşım canımı en çok sıkan şey.

Bir detay: “bir yasadışı içerik için tüm sitenin kapatılması, bir kitap yüzünden tüm kütüphanenin yakılmasına eşittir” benzetmesi işin bir yönünü atlıyor. [Önce, bu saçmalığın arkasındaki mantığı bilelim, tepkimizi de ona göre verelim diye: kitap kopyalanıp arka kapıdan geri sokulamaz kütüphaneye ama hemen başka bir isimle yayınlanabilir aynı video]. Yasa, mahkemeye tüm sitenin kapatılması hakkını veriyor. Aynen yutüpte olduğu gibi, kaldırılan video saniyeler içinde başka bir kullanıcı adıyla tekrar yayınlanabilir diye (veya blogspot’ta maç yayınları bu sefer başka bir blogdan yapılabilir diye) tüm site yasaklanıyor. Mantığı anlamak için wordpress’i yasaklatan avukatla (ki o gerçekten şeytanın avukatıydı) yaptığım telefon konuşmasını hatırlayabilirsiniz.

Yoksa, ortada salak bir adli camia yok. Binali Yıldırım’ın dediği gibi, dünyaya yasakladığını da düşünmüyor mahkemeler. Gerçi “AB bizim internet yasamızı örnek alıyor” gibi örnek bir cümle de etmiş kendileri. Bu arada, telekomünikasyon niye ulaştırma bakanlığına bağlıysa. İnternetle karayolları arasında bir bağ göremiyorum ben. Yargıçlarımızın en memur zihniyetli ulaştırmadan ileri olduğuna da eminim.

P. Mağden’in (alter egom) dediği gibi bizim dilimizde kendine müslüman olmak diye bir deyim var. Birgün artık başkalarına da müslüman olduğumuzda ileri bir ülke olacağız. Ama öyle bir eğilim görmüyorum ben. Zaten başkasının canının yanmasına duyarlı olmama anlayışı değil mi, gücü olunca birini susturmanın nedeni? Bu da susma, sustukça sıra sana gelecek’le defedilemeyecek bir anlayış (o da tamamen bu bencil yaklaşımlara dayanan çok itici bir slogan (hayır, gelmeyecek der, geçer gidersiniz)).

Avrupa Yakası’nın yapımcısı Plato film, artık anlaşma imzalarken diziden ayrılınsa bile olumsuz konuşmama maddesini koymuş. “Bugüne kadar hiçbir oyuncumuza iyi konuşsun diye baskı yapmadık. Aynı şekilde kötü de konuşmasını istemiyoruz” demişler. Budur.