Archive for the ‘renkli hayat’ Category

h1

Şifon

12 Aralık, 2014

[Aslında bu yazıya Eurythmics’ten there must be angel, playing my heart yakışırdı ama ben en sevdiğim Eurythmics şarkısını çaliim: Would I lie to you. Hem çalıp hem okumanız maksadıylan.]

Telefonda konuşuyorduk, arkadaşım alışverişe gittiğini söyledi. Neler aldın dedim. Alışveriş sohbetini pek seviyorum. Erkekler alışveriş sevmez savını tek başıma çürütebilirim. Şifon bir gömlek dedi, der demez içimden yeşil dedim. Düşünmedim, düşünsem siyah derdim, sonra da beyaz. Ama düşünmedim ve aklımda çok net yeşil kelimesi belirdi. Ben birşey demeden arkadaşım yeşil dedi. (Bu arada, yeşil şifon gömlek de almak için garip bir tercih değil mi? [Gerçi şifon artık her yerde. 2 yıl önce 2 günlüğüne Milano’ya gitmiştim, moda devlerinin vitrinleri şifon doluydu. Bugün ülkede, hangi gelir düzeyinde olursa olsun, şifonsuz bir düğüne rastlayacağınızı sanmıyorum.])

Bu tür minik minik şeyler bazı dönemler çok başıma geliyor. Burada da birkaç kere bahsetmiştim bu fantastik ‘karşılaşmalardan’ (veya ‘aydınlanmalardan’/’zihin açıklıklarından’/’gaipten haber almalardan’:))

Bu aralar daha çok tv’yle ilgili oluyor:
Spooks diye çok iyi bir BBC dizisi var, İngiliz gizli servisi MI-5’ın bir birimiyle ilgili. Homeland’in daha kurgusal ve tempolu bir versiyonu. Çok da acımasız, karakterlere bağlanmaya gelmiyor, sık sık sevilen bir ajanı öldürüveriyorlar. Geçenlerde bir bölümde yine kahramanlardan birini öldürdü teröristler. Gazeteciyken çok şey bildiği için zorla ajanlığa geçirdikleri çok sempatik bir adamdı. Cidden üzüldüm, adam başka yerde oynuyor mudur ki, oynasa da ben görmem dedim. Ve sonraki gün alakasız bir dizide rastladım.

Benzeri birşey, bir arkadaşıma Amerika’da da dizilerin patladığını anlatıyordum. Tim Roth bile dizide oynuyor dedim. “Dönemin belki de en iyi aktörü, o ve şey, şey, neydi adı”. Bir türlü gelmedi aklıma. “Hani Prestige’de oynuyordu.” Sonraki gün bir gençlik dönemi filmi oynuyordu tv’de, All The Little Animals -Christian Bale. John Hurt’le iyi bir ikili olmuşlardı, sevimli, basit bir film.

Bir İtalyan kanalında Zodiac’a rastladım. Hani şu, gerçek ve çözülememiş seri katil hikayesi. Herhalde seri katil hikayelerinin en ünlüsü, hatta belki temayı meşhur eden hikaye. Ama hem filmin ortasındaydı hem de anlayacak kadar, hele de o filmi anlayacak kadar İtalyancam yok. Keşke bizim kanallarda oynasa dedim. Hop, sonraki hafta cnbc-e’de. İzledim.

Bir de hisler var. Onlara genel olarak inandığımı söyleyemem. Ama geçen Cuma akşam az uyuyup uyanmıştım dışarı çıkmadan. Onun etkisiyle çok garip hissediyordum. Sanki ciddi birşey olacak ve normal gidişat bozulacak gibi. Tam doğal bir felaket olacak gibi birşey. Sonra o gece iki kere ciddi sallandık, 5.2 ve 5 şiddetinde. Pek korkmam öyle şeylerden, ama ikisinde de bayağı sallandık. Hatta bir süre oturduğum yerde sallanmaya devam ettim, artık sallanmadığımıza emin olamadım.
Bu arada, bizim minik şehrimizde olunca ülkede kimsenin haberi olmadı. İst’da olsa bugüne dek tek gündem o olmuştu, “büyük İst depremi mi geliyor” sorusunu duymaktan bıkmıştık.

Yalnız, nazara inanmaktan kaçamıyorum. Geçen gün mesela, otoparkta bir komşuya rastladım. İlginç bir adam, biraz aksi sanırım, pek sevilmiyor, ama benim aram iyi. 2-3 yıl önce de bir felç geçirmişti ama şimdi iyi. Neyse, tam arabamın önünde rastlaştık ve hep ondan bahsettik. Adam övüp durdu arabamı, hep iyi taraflarından bahsettik. Oysa eski bir külüstür. Çıkardığı sorunlardan, mesela ilk aldığımda çok yağmur yağan bir gün su geçirdiğini filan hiç konuşmadık mesela. Sevmem böyle şeyleri. Adam gidince bir kaza filan yapmasam bari dedim. Ve o günün akşamında aşağıdaki kazayı atlattım işte.

Would I lie to you, sevgili okur?

h1

Hepimiz birin parçasıysak aşık olduğumuz da kendimiz mi oluyor?

3 Eylül, 2014

Bmw’li arkadaşım için gidemediğim Çeşme’ye (2 alttaki post) abimler gelince gittim. Geçen Kasım’da Kaş’taki buz banyosunu saymazsak hesaplamak istemediğim miktar yıl sonra denize girdim, dünyanın en çok mayo/denize girme sayısı oranına sahip kişisi olma şansımı tehlikeye soktum.

Yemeğe de kaldım. Abimin bizden büyük arkadaşları bir çift ve büyük iki kızları geldi. Kızlar çok sessizdi. Büyük olan biraz alaycı Amerikan tavrına sahipti, ama rahatsız edici bir alaycılık değil -senle değil, şeylerle alay eden bir tavır. Küçükse çok sade ve sevimli birine benziyordu. Sık sık, muhabbet durduğu sıralarda bana baktığını farkediyordum. Saçıma filan baktığını düşündüm başta. Islandıktan sonra saçlarım kıvrılıp oradan buradan abartılı kabarabiliyor. Böyle anlatınca sevimli durabilir, ama hiç prezantaağbıl gelmiyor bana. Ama değildi galiba. Yemek sonrası marinayı gezerken de yanıma düşüyordu, konuşmuyor olsak da.

Geceyarısına doğru onlar ayrıldı, ben de kal ısrarlarına kanmadım. Bizimkilerden ayrılınca az biraz mağazaları dolanıp (geceyarısı mağaza dolaşmak kadar güzel tek şey, geceyarısı müze dolanmak) yola çıktım.

Otobana girince birşey unuttuğumu farkettim. Arabadaysan ve otobana girmişsen unutmaman gereken tek şey: aman petrol!

Çeşme çıkışı yok benzinci, ama olsa da zaten Alaçatı çıkışından sonra olur, artık oraya daha fazla insan gittiğine göre. Ama ya yoksa? Alaçatı çıkışından çıkayım mı, çıkmayayım mı? Risk or no risk? Çıktım. Bir polis arabası görünce durup sordum. Otobanda benzinci Urla çıkışındaymış. Gider mi oraya kadar? Işık yanmak üzere dedim, yani 30 km’si filan var. Urla ise 40 km’ye yakın. İyi ki çıkmışım, ilerlerde bir m-oil tarif etti. Tarif kötüymüş, zifiri karanlıkta zar zor buldum. Çok iyi niyetli genç bir adam vardı benzincide. Otobanda bitseydi durmazdı da kimse dedi. Düşünmemiştim bile o kadarını, tam rezillik olurdu.

Benzinciyi bir daha görmeyecek olmanın ağırlığını düşünerek eve geldim. 1 saatin biraz üstü de olsa hızla geçen ışıklar baş döndürüyor gece yolculuklarında.

Eve geldikten kısa süre sonra tivitır’da birisinin “Bir an için dünyada en yakın olduğum kişi sendin. Sonra işte evsizler, rezil ev arkadaşları, ve genelde kimse” dediğini gördüm.  !!!!!!!!  Çünkü bu benim cümlem! Ve edeli 6 yıl filan oluyor. Ve ‘sen’ değil, Patti Smith’ti kastettiğim kişi, bu yazının sonunda.

İlk şaşkınlık -sinir mi olsam- geçmeden ya bunu yazan o ise dedim. Yemekteki kız. 6 yıllık bir blog yazısında geçen bir cümleyi yazan, hem de o gece, bunu bana yazıyor olabilir miydi? Mümkün müydü bu, ya da mümkün olması için neler olması gerekirdi? Ne kadar fantastik olsa da bir mantığı vardı. Ama ileriye dönük bir fantasia değil, kendi içinde, kendi başına fantastik.

h1

Bu yaşta falcı oldum, iyi mi?

8 Temmuz, 2014

Aynı yerde inanılmaz bir raslantı daha yaşamıştım. 2-3 yıl önce bir iş için bir adamla görüşecektim. Gittiğimde unutup yemeğe gitmişti. Koridorda bekledim. Duvarlarda okunabilecek herşeyi bitirince bir alt kattakileri okuyayım diye indim. Nasılsa kimse yok diye merdivenlerden koridora açılan kapıyı sertçe açtım, ama koridora girer girmez sağda oturan bir kızı bir an yan gözle görüp hemen döndüm. Diğer taraftaki bir postere bakarken bir ancık gördüğüm görüntü beyinde bir yere düştü, a, bu o dedim, ve o da aynı anda arkamdan Simon dedi. Odtü’de asistanlığını yaptığım bir kız, sonradan arkadaş olmuştuk. Sevdiğim biriydi, Fransa’ya doktoraya gitmişti. Rasladığım sırada da birkaç günlüğüne gelmişti.

Neyse. Geçen Perşembe 4’te MR çektirecektim. Abim bir işi için birisiyle görüşmemi istedi. Adam Perş 4 dedi, MR’ı bir saat önceye aldım (bu aralar hastaneler bomboş). Yarım saat sürer dediler, 20 dk.da gider, 10 dk.da arabada üstümü değiştirirdim -adamın yanına şortla gidilmez, bu sıcakta da pantolonla dolaşılmaz.

MR’a 15 dk geç gidince plan sarkmaya başladı. Daha önce de MR çektirmiştim, ama bu iki katı uzun sürdü. Kulaklık verdiler, baygın Sinatra. Çıkışım 4. Çevre yolundan 15 dk.da gittim, ama yakınlarda trafik, adamı aradım. Önemli değil dedi, park yerini tarif etti, biliyorum dedim. Ama o yola girdiğimde park yeri filan göremedim, ben gitmeyeli değişmiş. O yol da birşeyin kaçırılacağı yol değil. Hızlı gidilen tek yönlü bir yol, geri dönme imkanı yok, aralıklı şirketler var. Çocukluğumdan beri geçtiğim ağaçlı yol. Solda bir devlet kuruluşunun yerini görüp daldım. Ne olduğuna da bakmadım, Karayolları türü birşeydi. Girişteki bekçi kulübesinin yanında durup sordum, çok geç kaldım, buraya bıraksam. Bırak gözüm, bırak, işin görülsün dedi. Ya da o tip birşey. Üstümü değişip hızla yürüdüm.

Adamın sekreterine sordum, başka binada dedi. O binaya girdim, çaprazdan bir kız geçti, 10 metre kadar önümde yürüyordu. O yürüyüş, aynı kukla gibi sallanan kollar, tanıyorum! Daha kim olduğunu çıkaramadan ve hiç düşünmeden “ben seni tanıyorum” dedim, ama duyulmakla duyulmamak arası bir sesle. Bakmadı. O anda hatırladım. Dilek! Döndü. Simon dedi ve gelip sarıldı.

Beraber bir film festivali yapmıştık Bilkent’te. Çok güzel günlerdi. Sonra dağılmıştı o grup, yazık olmuştu. Onun o sırada o binada olması şans eseriymiş. Benim göreceğim adam da odasındaymış meğer, yani diğer binada karşılaşmamız kader gibi birşeymiş. Neyse, adamın yanına gittiğimde 4:45 olmuştu. Çıkışta bol bol konuştuk Dilek’le. 9’da alırken dikkat ettim, arabayı bıraktığım yer Zeytincilik Geliştirme Md. imiş. Çok teşekkür edip elini sıktım bekçinin, ama yetmedi, bir rakı filan götürmek istedim, tam öyle bir adamdı.

İşin benim için daha enteresanı, yeni takip etmeye başladığım, bir gazetede yazan bir astrolog var. Normalde hiç işim olmaz tabi, ama ilginç birkaç sözünü görmüştüm. Bir önceki haftasonu Perşembe’ye dikkat çekmiş, önemli işlerinizi o gün yapın filan demişti, çok olumlu bir gün olarak. Sonra unutmuştum tabi, o gün eve dönerken hatırladım. Hep derim, bu kadar tipik bir (hatta en tipik) kova olmasam astrolojiyi çok daha kolay aşağılayabilirdim. Ve bu kadar fazla doğaüstü olay-raslantı yaşamasam.

h1

Aksak kaygılar, 9-8’lik endişeler

13 Aralık, 2013

– Girdim, bakınıyorum, ama ben bu insanların abartısız birini bile tanımıyorum. Doğru mu geldim? Oysa benim buradakilerin yarısını tanımam gerekmiyor muydu? Birine şunun düğünü mü diye sorsam ayıp mı olur?

Şu kız bana niye gözünü dikmiş de bakıyor? Tamam, fena giyinmedim ama bir bak, geç. Hayır, beğendiğin için bakıyorsan pardon ama yanlış zamanlama. Tamam şu an etraftakileri tanımıyorum ama mutlaka birilerini tanıyacağım, otelin ismi doğru gibi çünkü. Tam da sana sormayı düşünmüştüm, ama olmaz şimdi, yanlış anlarsın. Hem dikkat edersen ben sana bakmıyorum, anla yani.

– Geç kalarak ne kadar ayıp ettim acaba? Geç derken başlama saatinden yaklaşık 2 saat. Ama o kadar yoldan geliyorum. Üstelik de sürpriz.

– Bir akraba tarafından kolundan tutulup piste sürükleniyorsun, neredeyse zorla. Pist denen de masa olmayan her yer. Şimdi orada içinden geldiği gibi kendine müziğe bırakmak mı evladır, yoksa ayağını bile oynatmadan durup sadece el çırpmak mı? Tabi 2.si de, bu sefer de oturup izleyenler “bu da kazık mı yutmuş?” demesin? Tersi, ya hoşuna giden birşey çalar da bir iki figür yapmak istersen?

– Peki, oturmak mı evladır, yoksa kalkıp eşlik etmek, insanları yalnız bırakmamak mı? Bizde laf bitmez, ilkinde amma oynakmış derler, ikincide öyle oturdu, herkese bakıp durdu.

– Yalnız, önce iki yanındaki kişi ortaya çıkıp fandiri fandiri hareketler yapar. Sonra bir yanındaki ortaya gelir, fandiri fandiri yapar. Şimdi o halkadaki yerine döndüğü anda sıra sana gelmiş stresi mi olur, birileri hadi hadi dedikçe bu stres çığa mı dönüşür, ya hele ortaya geldiğinde kendini müziğe kaptırır, sonra kendine geldiğinde insanları durup sana garip garip bakarken bulursan? O zaman onu beklemeden hemen kaçsam mı?

– Tamam, dansediyorsun, küme küme gruplar var. Olayın genel momentumu içinde kendini tanımadığın insanların, yani oğlan tarafının grubunun içinde bulsan garip mi olur?

– Dansedenleri kaydederken ne güzel, kimse birşey demiyor. Normalde olsa kimseyi kaydedemezsin durduk yerde, düğünde ‘kaydedilebilir zone’.

– Niye ne çalarsa çalsın, bir süre sonra Ankara havasına bağlıyor? Resmen Ankara havası tüm oyun havalarını yutmuş. Bir ara mastika neyse, şimdi o. Ya da kebabın tüm Anadolu yemek kültürünü yutması gibi birşey.

– İleride şu masadakileri tanıyor muyum? Kuzene sorayım bari. Yok, tanımıyormuşum, iyi bari. Ondan kurtulduk ama ya peki, benimle konuşan kadın? Onu soramam da, hep yanımızda.

– Sürekli oynayan güzel kız kim acaba? Gidip tanışılmaz da şimdi. Friends’teki Joey gibi “How you doin” demek vardı ama yapsan onlarca yıl kimsenin dilinden düşmezsin artık. Kızın birşeyinin birşeyini anlatırken “hani Simon’un düğünde flört ettiği kız vardı ya, onun amcasının yengesi” derler.

Hop, slow. Dansetsem kimse birşey demez herhalde. Hem o da oturuyor. Derken başka kuzen gelir, dansedelim der. Tamam, bu benim en sevgili kuzenim, yanaklarını kahvaltıda ekmeksiz yiyebilirim ama yani, oldu mu şimdi?

Bari ailece giderlerken sorayım. Şu gidenler kimdi? İlk kuzen tanımıyormuş. Yine oldu mu şimdi? Neyse, bir yerden çıkar herhalde.

– Yalnız, ne kadar olaysız bitti. Daha “biliyor musunuz, evli çiftlerin dörtte biri düğünlerde tanışırmış” diyecek, dediğim kişi tarafından da “a, doğru, ben de eşimle düğünde tanıştım” cevabını alacaktım. 4 Nikah 1 Cenaze usulü.

h1

Kurabiyye Tayyyip, kurabiyye Tayyyip, kurabiyye, kurabiyye Tayyyip: Ne istedin levrek ceviche’imden?

10 Ağustos, 2013

İst.’daki ilk otelden 2 gün sonra ayrılıp 2.sine geçtim. Olayların ortasında olduğundan değil, zaten öyle planlamıştım. İstiklal’in öbür tarafına kaydım Cuma günü. Cmt sabah kalkıp perdeleri açtığımda hemen binanın karşısındaki girintide oturan siyahlı 2 kız gördüm. Herhalde dedim, mahalle gençleri orada oturup takılıyor. Birkaç saat geçti, baktım, 3 taneler ve neredeyse aynı giyinmişler. Herhalde rock’çı arkadaşlar dedim. İkisinde de gözlüğüm yoktu. Bir iki saat sonra gözlükle baktığımda tanıdım arkadaşları.

IMG_5105

Bu dişi çevikler de işte senin benim gibi (ya da pek benim gibi değil), beklerken sıkılan, telefonuyla oynayan, oradaki şeyleri arkadaşlarına gösteren kişiler. Avm’lerin girişlerindeki güvenlik görevlilerinden farklı görünmüyorlar. Biraz sonra çıkarken otel görevlisi çok yakındaki TGB merkezinin basıldığını, polislerin onun için orada anlattı. Olanları ulusal tv’den izliyormuş. Çıktığımda erkek çevikler de (bir canlı türünden bahsediyor gibi hissettim) sokaktaydı. Baştan aşağı inceleyen bakışlarla. Birşeyler yiyip Karfur’dan iki torbayla dönerken birisi “evine gidiyor baksana” dedi, diğeri de “nerden biliyorsun” dedi. Tgb’ye mühimmat götürüyor olma olasılığım meşgul ediyordu zihinlerini, minik otele girince rahatlamışlardır. Birkaç saat sonra yanımda güzel bir kızla (-Sen kaç tane hayali güzel kız tanıyorsun Simon? -İnfini) önlerinden geçerken de aynı inceleyen bakışlar canımı sıktı, ama kolaysa ağzını aç.

Akşam dışarı çıktığımda elimde o sokakların ayrıntılı haritası vardı. Ona baka baka yürürken birisi “Şu gavura bak…”lı alaylı birşeyler söyledi. Elinde harita olması bu ülkede yabancı olarak nitelenmenin en garantili ve kısa yoludur. Sorduğum için biliyorum, öyle karmaşık sokakları ne orada oturanlar bilir, ne dükkanı olanlar, ama biz haritaya lütfetmeyiz. Neyse.

O hayali güzel kız Galatasaray’da eylem olacakmış demişti. Galatasaray eylem için çok pratik yermiş gerçekten. Bir boşluk olduğunda hemen köşedeki Yapı Kredi’nin yanına Zara açılmış. Birşey olmadığında biraz alışveriş, dön eylem. O sıralarda ortada birşey yoktu, ben de kendimi alışverişe verdim. Çıkıp Milör’ün birkaç ay önce gittiği süper bir restorana gidecektim. Ne yenir diye birçok notum da vardı. Sadri Alışık Sokak’tan giriliyordu. Ama bir saat kadar önce çıktığım Sadri Alışık kapalıydı. Kapalıydı derken çevikler en çevik kostümleriyle omuz omuza dizilmişlerdi. Onlara dil döküp geçenler oluyordu ama onu hiç yapamazdım. Devam edip Parmakkapı’ya doğru geldim, galiba büyüğüne. Onun önünde toplanan bir kalabalık vardı. Sloganlar filan. Kurabiyye’yi orada duydum. Bu yeni mi? Evet, bu hafta çıktı.

Sıralamayı karıştırıyorum, çünkü çok olay oldu, ama yanılmıyorsam hemen o sıralarda bir müdahale oldu. İstiklal’i iyice bir temizledi bir toma ve peşindeki polisler. Sonra çekildi, ortalık duruldu. Sadri Alışık’ın yan sokağından gireyim dedim, yürürken bir sonraki ataklarını gerçekleştirdiler. O sırada yanıma düşen iki kız bir oğlan Hırvat’la (yoksa Slovenler miydi) bir girintiye sığındık. Sonra Parmakkapı’ya döndüm. Pek birşeyler yemeyi düşünecek durum yoktu. Hele birinde öyle bir hızla geçti ki toma, inanamazsınız. Dönüp hayvanlar dedim yanımdaki çifte. Anlamaz gözlerle baktılar. İranlılarmış. Sonra muhabbete başladık. Konsere gelmişler -the Wall. İlk otelde de İranlı bir çiftle tanışmıştım. 4 yıl önce seçim sonrasında çok daha sert olaylar yaşadıklarını anlatmışlardı, polis gerçek mermi kullanmıştı, bu birşey değil demişlerdi. Bu sevim çift de aynı şeyi dedi. Hep AB’ye -ve içeriye- biz demokratiğiz oyunu bu işte. İran’ın böyle dertleri yok tabi.

Onlarla biraz yürüdüm sonra. Onlar otellerine gittiler, geceyarısı Babylon’a çağırdılar. Ben de dönüp gideceğim restorana bir yandaki Ayhan Işık sokaktan girdim. Çok hoş bir yere benziyordu, ama ortada pek kimse yoktu. Hemen tezgahın arkasındaki bir şefe sordum, çekinerek kapattık dedi, uğraştırma bizi der gibi. Hık mık, gitti levrek ceviche (ne bu?), mandalina ve tarhan otlu palamut ve mercimek salatası, pancar ve keçi peynirli semizotu filan.

Bu sırada Sadri Alışık da açılmıştı. Parmakkapı’ya döndüm. Yine toplanmıştı İstiklal’de insanlar. Fena bir kalabalık yoktu. Alışveriş torbamla ben de katıldım. Bir 10-15 dk sonra yine saldırdı çevik kardeşler. Su sıkıyorlardı o gün ve suyun özelliği, bu sefer gözlerinizden yaş gelmiyor ama boğazınız inanılmaz tahriş oluyordu.

O günki kalabalık bana fena halde korkak geldi. Her polis atağında anında ve son sürat kaçıyordu herkes, hem de sokağın sonunu da geçip daha ilerlere, veya yandaki sokağa dalıp onun sonuna. Birinde kalabalıktık, ben de sakince kaçarken tişöstüme asılıp çekenler filan oldu, son derece rahatsız oldum. Böyle birbirimizin kıyafetlerini esneteceksek ben o devrimde yokum.

Parmakkapı’nın devamındaki sokakta (Çukurlu Çeşme’ymiş adı) bekleşiyorduk birara. Önümüzde kepenkleri yarı inik bir meyhanede yarısı içeride, yarısı dışarıda bir masada içenler vardı. Çok hoşuma gitti o sahne. Bir de oradakilerle de ilişkisi olan, farklı farklı tiplerin olduğu bir grup vardı. Tam üstümüz İnsan Hakları Derneği’ydi. Sordum, oradan değillermiş, tiyatro grubu değillermiş. Nereden olduklarını bir türlü çözemedim. Fazla soru sorunca da sivil mi diye bakıyorlar. Alışveriş torbalı, sırt çantalı sivil olurmuş gibi.

Ortalık durulunca Sıraselviler’de birşeyler atıştırıp döndüm (yukarıdaki yemeklerin hayalinden dürüme düşmüştüm). Sonrası tam bir oyun gibiydi. Biz toplanırız, çevikler gelir, dağıtır, sonra gider, sonra biz yine toplanırız. Çok anlamsız geldi bana. Ama hayatını kaybedenlerin ailelerini ya da yaralanan gençleri düşündüm. Onlar insanların hala birşeyler yaptığını görmek isterdi. Yani tüm maksat sayıyı bir artırmak, o düşünce insanı beni saatlerce orada tuttu. Bir yerlere sığınırken birçok kişiyle tanışık gibiydik. En şiddetli birinde bir kebap salonuna sığındık. Zaten alışkındı çalışanlar. Ama heyecanlarını kaybetmemişti. Sokağa girip şu paintball’lardan atıyordu polisler. Biz de hemen kepenklerin arkasında oturuyorduk. Kolonyaları o tahrişe biraz iyi geliyordu. Herkese döktüm benimmiş gibi. 2 aydır pek iş yapamıyorlarmış o sokaklardakiler.

Bir başkasında da bir apartmana sığındık birkaç kişi. Bu şekilde sığındıkları apartmandan gözaltına alınanların hikayesini bildiğimizden arkadan sürgülemeye çalıştık. Zorla becerdik. O sırada sokakta terör estiriyorlardı.

Bir ara, insanlara nasıl hat oluşturacaklarını anlatmaya çalışan yarı sarhoş yarı çılgın bir Polonyalı ve onun daha aklı başında Slovak, Danimarkalı vs arkadaş grubuna denk geldim. Kaçmayın, yanyana dizilip karşılarında durun diye anlatmaya çalışıyordu arkadaş, böyle şeyleri çalışmış. Boyunlarına ve kollarına vuracakmışız. Oldu.

Gece 2’ye doğru bitap düşene dek kaldım. Sanırım birkaç haftadır en olaylı gündü o gün. Kimseye pek birşey olmadı neyse ki. Bir kız fenalaştı ama birşeyi yokmuş. İlk tanıdığım İranlı çiftin kadın olanı düşüp dizini, dirseklerini filan yarmış. Bir de 4 yaşında bir çocuğun başına paintball gelmiş. Ayrıca, işte boğazlarımız yandı. Bir de ilerleyen saatlerde daha çok karşıdaki Mis Sokak’ta 30-40 kişi gözaltına almışlar, kendi halinde içen iki adamcağız da dahil. Kimseye birşey olmadığı sürece eylemde olmak iyi bir his. Keşke insanın elinden fazlası gelse.

h1

Bu koku dayanışmanın kokusu (insan dilemişken bi Adriana Lima, Pasifik’te bi ada filan diler [veya: bu karşılamayı size hükümetten gönderdiler])

1 Ağustos, 2013

Uçağın merdivenlerinde gördüğüm kız için keşke yanıma otursa dedim. Çok da önemli değildi açıkçası ama daha önce gördüğüm bir iki kız için cidden istemiştim ama olmamıştı tabi. Sonra hesapladım, 30 sıra çarpı 6, yani 180’de, daha doğrusu 179’da 1 ihtimal. Yanımda iki koltuk desek 2 / 179. 

Bunu söyledikten sonra yanımda kimin oturduğunu tahmin etmeniz gerek. Teyzesi, halası gibi bir kadınla beraberdi kız ve ikisi yanımdaydı. Dün gece izlediğim Uçak2’de adam uçakta yanındaki yaşlı kadına hikayesini anlatıyordu. Başta kesekağıdına çıkaran kadın hikaye bittiğinde iskelete dönmüştü. Aynı espriyi bir kere daha yapmışlardı. Yine aynı adam akıl hastanesinde hayat hikayesini anlattıktan sonra uzattım, kusura bakmayın diye bitiriyordu. Kendisini dinleyen tüm hastalar birer kurşun sıkıyorlardı kafalarına. Nasıl abartı dedim. Ama anlayacağınız, hala bir konuşmaya başladı. Senin annen şöyle yapardı, Hakan abin şöyle, bir de kart ses. Korkunçtu. Neymiş (bir kez daha): ne dilediğine dikkat et.

————–

İstanbul’a gelirken kendime söz gibi birşeydi. O gazı solumadan dönmeyecektim. İlk 2 gün için kalacağım ötel yeniydi, içi de gayet hoştu. Ama olduğu yer soru işaretiydi. Taksiden inip ötelin sokağına gelince eyvah eyvah dedim. Tipik Beyoğlu arka sokağı. Neyse, girdim içeri. Adam İngilizce birşeyler dedi, Mr bilmemne, we were expecting you yesterday. Yabancı gibi duruyorum herhalde. Girince birşey demediniz de dedi adam. Bu sokak şaşırttı beni dedim. Bu akşam İstiklal’da anormal bir kalabalık var dedi adam. Günlerden Çarşamba. Hayırlısı dedim.

Eşyaları bırakıp üstümü değiştirip çıktım. Geçen ay filan Milör’ün gittiği bir restorana gidecektim. Ama adresini yazmamışım. Danışmada sordum. Bakalım dedi. Gugıl-bu bir operaymış dedi akıllı arkadaş. Sonuna restoran ekleyin dedim. Bulunduğumuz sokakta, 3 sokak ileride çıktı. Dışarı çıktığımda herşey normaldi. 4-5 adım attım. Değişik bir koku, hatta bir tad aldım havadan, garip, biraz rahatsız edici birşey. Bir an sonra gözlerim de yanmaya başladı. Bu O!!! Aynı anda sokağın başındaki gaz bulutunu gördüm. Ve hemen sonra o gazların olduğu yerde bir toma belirdi ve anında insanlar kaçışmaya başladı. Hiçbir abartmam yok, oradaki tüm müdahale ben otelden çıktıktan birkaç adım sonra başladı.

Ben de yakınımdaki birkaç kişiyi takip edip bir binanın girişine girdim. Kapı önündeydik birkaç oğlanla. Nedir dedim. Berkin’in ailesi bir basın açıklaması yapmak istemiş. Pislikler böyle cevap vermiş. Dışarıdaydık ve gözlerimizden sürekli yaş geliyordu. İçeri girdik sonra, bir kız, 3 oğlan daha vardı benden başka. Çocuğun durumu kötü diye anladım ben dedim. Öyle dedi. Ortalık durulsun diye uyutuyor olabilirler. Hayatını kaybetse yine gösteriler olacak ama bana o saçma geliyor. Şu anda da farkeden birşey mi var?

Onlar gayet alışkındı duruma. Biraz sonra baktık, durum nispeten normal. Oradaki kahveci ile bir adam atıştı. Sizin ruhsatınızı iptal edecekler, masalarınızı alacaklar biz olmasak dedi. Doğru.

Sonraki sokak başında toplanmıştı yine insanlar. Gaz maskesi satan biri bile vardı. Birileri hüloooğğ yaparken bana “otelin iyi olmasının ne önemi var, ucuzunu seç” diyen arkadaşımı aradım. Gördün mü diydem, senin yüzünden diyordum gülerek. Ona önceden demiştim, o gazı yemeden dönmeyeceğim diye. 2 sokak ileride İstiklal’den bize bakan bir toma vardı. Ben grubun önüne de gelerek sesimi duyurmak için bağırarak konuşuyordum. Polise laf atan insanlar ve 60-70 metre ileride İstiklal’de duran toma. Video çeken telefonum olsa hoş bir sahneydi. Bu halde 3-5 dk filan durduktan sonra toma bize doğru döndü ve yine kaçış. Bulunduğumuz istiklal’e paralel sokaktan devam edip bir yan sokağa saptım. Toma da büyük bir hızla bizim demin bulunduğumuz noktaya geldi. Kaçmayın gibi anonslar geliyordu. Kaçmayalım da napın? Ne garip laf.

O an gerçekten korkutucuydu. Ben ilk kez yaşıyordum ama herkes için de öyleydi. Gaz, su değil, kafana birşey yemekten korkuyorsun. Bari bir baretle gelseydim. Burada alırım diyordum, yok, tedbirli gelmeliymişim. Sonra bir ses bombası atıldı. Oraları iyice bir dağıttılar. Sonra da gittiler. Zaten oyun gibi birşey bu. Dağıtıyorlar, gidiyorlar, insanlar toplanıyor, geliyorlar.

Birşey kalmamış gibi görünce hemen bir sokak ilerideki restoranıma girdim. Genç iki oğlan ilgileniyordu. Onlarla muhabbet ettik durumla ilgili. Sonra ben yemeğe oturdum. Hoş ve küçücük bir restoran, sadece bir Fransız çekirdek aile ve karşısındaki oğlana sevgisilini aldattığını anlatan bir kız var, hoş şeyler çalıyor. Dünyanın en hızlı toması videosunu gören olmuştur herhalde. İstiklal’in başındaki Sütiş’te oturan turistlerin gözünden büyük bir hızla insanların üzerine sürülen tomanın görüntüsü -ki o sahnede birilerinin, hatta birden çok kişinin ölmemesi sadece tesadüfi. Öyle bir ortamda ben sokağa doğru oturmuş yemek yerken çok benzerini gördüm. Sokaktan birden büyük bir hızla koşarak 30-40 çevik geçti. Birilerinin peşindeydiler kesin. Çıkıp baktım ama göremedim.

Geceyarısı ötele giderken ortalık çok sakindi. İstiklalde kocaman bir toma (harbiden büyükmüş bu şeyler), 20-30 polis vardı, bir de yerler köpüklü suydu, güzelce temizlemişler sanabilirdi insan. Ondan birkaç dk sonra hemen o yan sokakta ve diğer taraftaki parmakkapılarda gözaltılar olmuş, onları görmedim hiç.

h1

1 Mayıs: Dünyanın bütün dolandırıcıları birleşin

2 Mayıs, 2013

Emek bayramını kutlamak için işçi çalıştırmaktan daha iyi ne olabilir ki deyip oto sanayine gittim. Tamponları boyatacaktım. Baktı adam, 100 dedi, 100 şu, 100 bu, 100-100-100-hadi şu ikisini tek sayalım 100, 100-100-100-100-100. 600 dedi. Hadi, senin için 500’e ineyim. Parkederken kaldırım taşlarını takmamanın acısını birgün çekeceğimi düşünmüştüm, ama bu kadar da değil yani. Oto sanayine ne zaman gitsem 10-20, en fazla 30 liraya çıkmış biri olarak oha dedim. 3 gün de bırakacakmışım arabayı. Yok, dedim, olmaz dedim. Seni işçi belledik, sen kapitalin kendisi çıktın dedim.

Bırakmadım arabayı, bari yıkatayım dedim benzincide. Sabun? dedi, olsun dedim, 1 lira atmak gerekiyor abi dedi, 2 lira verdim. Arabadan iniyor herkes ama radyoda Midge Ure şarkıları çalıyordu, inmedim ben.  Hem her yer sabun kaplı nasıl olur, görmek istedim. Pek hoş Dancing with tears in my eyes çalıyordu. 

Sabun kaplandık tamam da, sulama işlemine bir türlü geçmedik. Köpüklerin arasından baktım, bir bisiklete su sıkıyor araba yıkayıcısı.  Bir bisiklet kaç dk.da temizlenebilir ki, 30 sn, hadi 1-2 dk. olsun. Yok, 5 dk filan oldu. Arabada termometre an ben an yükseliyor gibi geliyordu bana. Çıkıp işçisin sen, işçi kal, çek kafana tulumları demek istedim, ama kapıyı açıp çıkmakla yetindim.

Biraz sonra Karfur’un park yerindeydim. Nina Simone’un hiç duymadığım bir şarkısı çalıyordu, sonrasında bulmak için duyabildiğim sözleri not edeyim dedim. Hava gelsin diye de kapıyı açmıştım. O sıradaki son arabaydım, solumda park yerinin yolu. Bir araba durdu yanımda. Adam pencereden birşeyler demeye başladı. Adama baktım, ama hiçbir şey duymadım, kulağım da müzikteydi zaten. Duymuyorum dedim kayıtsızca. Bir yardım istiyordu, ama yol filan mı soruyordu ki? Yok, daha ciddi bir durum. Konuşmaya devam etti adam, yavaş yavaş anladım. Kipa’ya mal teslim etmiş de, Çanakkale’ye gidiyormuş, bankamatiğe bakmış, maaşı yatmamış, free shop’ta çalışıyormuş, ona yardım edersem bana free shop’tan … yok, dedim ben, istemem. Hayır, içki-sigara değilmiş. “Olsun, parfüm de istemem”. 2 parfüm çıkardı. İndi arabadan.
– Evli misiniz?
– Bildiğim kadarıyla değilim.
– Hay Allah. Ama olsun, birine hediye edersiniz, kendiniz kullanırsınız.
– Yok, parfüme ilgi duymuyorum.
Konuşma kısa sürmedi, doğal olarak cümlelerin yerleri karışıyor, zaten hepsi uzun sürerdi. Ama az sonrasında
– Arabada bulunur, kolonya niyetine sıkarsınız, dedi.
– Yok onu karıştırmayalım. Benzininiz mi yok, onu mu söylemeye çalışıyorsunuz?
– Evet, maaşım yatmamış. Bir yardım ederseniz yarın gönderirim. 36 yaşındayım, hiç bu durumda kalmamıştım. Bakın isterseniz.
– Benzin mi yok, ona mı bakacağım?
– Buyrun.
Baktım, gösterge dipte, çünkü araba çalışmıyor.
– Oturun isterseniz direksiyona, dedi, yok dedim, sonra çalıştırdı, evet, yok benzin. 50 lira verirseniz bana yeter, araba dizel. Bakın bu kimliğim dedi. Verdi, ATÜ kimliği.
Çok zor durumdayım. Normalde kimseye soramam, ama sizin Ankara plakasını görünce yakın hissettim.
– Ankara’da mı çalışıyorsunuz?
– Hayır, İstanbul. 2 çocuğum var, çok zor durumda kaldım. Bir yardım ederseniz yarın gönderirim. Benden şüphelenmeyin lütfen.
– Tamam da siz bu ülkede yaşamıyor musunuz? Ben de az dolandırılmadım.
– Ama kim 50 lira için dolandırır ki? 1 milyon kazanacak olsam neyse.
– Valla 5 lira için bile dolandıran oldu beni. O zaman isterseniz bir kimliğinizi filan alayım dedim ben. Tamam, çok salakça görünüyor ama o anda vermek üzereydim. Pek yanaşmadı buna, orada caymaya başladım.
– Telefonumu vereyim ben size. İsmimi, iş yerimi biliyor olacaksınız. Şu parfümleri vereyim ama size, borçlu kalmayayım. Parayı gönderince de sizde kalır.
– Yok istemem, içerdeki mağazalara sorsaydınız, alabilirlerdi.
– Yok, 50 lira için dilenci gibi.
– Neyse, parfümleri karıştırmayalım da.
– Ama parfümleri almazsanız ben dilenmiş gibi hissederim.
– Pardon, onlar neden sizde? Birine hediye etmek için aldıysanız edin siz, dedim. Çok safım gerçekten.
– Bana bunlar işyerinden verildi. Birini kutusundan çıkardı, Hugo Boss. Bakın.
– Yok valla ilgilenmiyorum.
– Tamam bir koklayın. Bileğime sıktı. Nasıl, hafif di mi?

Yıllar önce nezle oldukça burnuma çinkolu spreyler sıkardım, yararı kanıtlanmıştı. Ama sonradan o spreylerin koku duyusuna zarar verdiği anlaşılmış, koku duyularını kaybetmiş kişiler tazminat davaları açmış. Ben de daha az mı koku alıyorum diye şüphelenirdim o zamandan beri. İyi ki gitmemiş koku duyum. 1 liralık taklit kalem parfümler oluyor ya, o be bu!

– Yok, dedim, ı-ıh. Arabaya doğru gittim. Parfümden, dedim, o o değil. Bindim arabaya. Onun da yüzü değişti, gitti arabayla.
Park ettiğim yeri değiştirdim. Neredeyse verecek olmama hayret ettim. Plakasını almak niye aklıma gelmemişti ki?

Karfur’un kapısında güvenliğe şeflerini çağırmalarını söyledim. 2-3 dk sonra şef geldi. Bir baktım, o!

Yok, değil:) Ama olsa güzel olmaz mıydı? Tam kısa film. Hikaye tamamen doğru ama. Şefe anlattım, “esmer biri, sizin gibi yapılı, biraz toplu, yani kusura bakmayın”, “yok estağfurullah”. İkisi aynı boyutlardaydı gerçekten. 

Plakayı almadığıma yanıyorum hala. Ne güzel, polise, ATÜ’ye, her yere şikayet ederdim. Aptal yerine konmak sinir bozucu. Ülkenin büyük çoğunluğunun parfüm benzeri şeylerden en ufak anlamıyor olmasını kullanması da çok itici, herkesi öyle sanması da. Hem sanki kendisi çok anlıyor. İşin sanatına aykırı, en ufak zeka barındırmayan yollarla güçlüleri değil, safları sömürmeye çalışan, mesleğin yüzkarası tipleri görünce sinirlenirim. Hepsini bırak, şarkıyı kaçırdım:

Nina Simone – Work Song.

Ben nasılsa bir yerde bulurum o dolandırıcıyı. Olmadı, o beni bulur.

h1

Kasiyerin bir anlık şaşkınlığı

7 Aralık, 2012

Başlıktan bunun yine klasik bir hırsızlık hikayem olduğunu sanmayın. Gönül hırsızlığı hiç değil.

Birkaç günlüğüne eve gelmiş, uykusuzluktan akşamüstü yatmıştım. Uyandığımda yandan fısıltılar geliyordu. Allah allah, kim ki diye kalkıp baktım, Hürrem’miş. Gerçekten de dikkat edin, o dizide sürekli fısıldayarak konuşuyorlar. Özellikle haremde. Belli ki bu bilerek yapılan birşey, millete saray entrikasına şahit oluyormuş hissi vermek için.

Dışarıda abartılı bir yağmur yağıyordu. Zaten Alsancak kordon sular altında kalmış. Ama birkaç şey alınacaktı. Mecburen çıktım. Yağmur ormantizminden de hiç anlamam. İnsanı kısıtlar, dışarda dolaşamazsın, ıslanır, hasta olursun, giysilerin bozulur, ayakkabıların mahvolur. Yağmur sevenleri yeni bir süet montla o yağmurda dışarda görmek isterim.

Önce ekmek, sonra tansaş’ta birkaç şey. Çok sevimli iki kızkardeş vardı içerde ama neyse, şimdi konumuz o değil. Girdiğim kasada otomatik kapı açıldıkça acaip rüzgar geliyordu. Ben zımbırtıları torbalarken boş kalan kasiyer kız kalkmıştı, kapının önünde dışarı bakarak yanındakine “bende şemsiye de yok, her zamanki kapüşonlu montumu da giymedim bugün” dedi endişeli. Saat 20:45 civarıydı, bir saat onbeş dk sonra çıkacaklardı. Güvenlik görevlisi de hava tam organik dedi. Harbiden de organik olmanın, toprağa karışmanın havasıydı tam.

Arabaya dek ıslandım, hem de şemsiyeyle. Ayaklarım su içinde kaldı. Kapüşon olsa neye yeter… Sonra annemin gözlüğünü almam gerekiyordu. Yollar sular altındaydı, dönsem mi diye diye gittim. Oradan ıslana ıslana ev, gözlüğü bıraktım, birşey aldım, koştur koştur tekrar çıktım.

Yine tansaş. Bir çalışan bu yine niye geldi diye baktı. Aynı kasiyere geldim, size şemsiye getirdim dedim. Yüzündeki ifadeyi kaydetmek isterdim. Şemsiyem yok diyordunuz dedim. Teşekkür etti ama ne diyeceğini bilemez bir ifadeyle. Ben itiraz eder mi diyordum, ama anlaşılan öyle bir olasılık yoktu. “Ama benden alırsınız sonra” dedi. “Tabi alırım” dedim. Normalde açıklama yapardım, ben şemsiyeyle bile ıslandım gibi birşey derdim, ama o anda hiç uzatmak istemedim, anında çıktım.

Tanımadığım birinden böyle birşey okusam herife bak, yaptığıyla övünüyor diyebilirdim. Ama kendi derdimin o olmadığını biliyorum (o anı anlatabilmek). Zaten kendi kendime yazıyorum bir süredir; kendime ne övüneceğim?

Hem bu iyilik değil. Yarı vaktini para almadan sosyal projelere vermek iyilik. Veya Coca Cola reklamındaki, tren gelirken hemzemin geçitteki minivan’ı iten adam iyi (Arjantin’denmiş, görüntünün tümü şurada. Zaten öyle kaba bir toplum olduk ki olması gerekene iyi diyoruz. Oysa öyle bir havada kızın eve nasıl gideceğini düşünmeyene hayvan bile denemez. Hem zaten evde bir şemsiye patlaması var 1-2 yıldır.

Benim için  olayın değişik tarafı, onun hoş bulduğum biri filan olmaması. Böyle şeyler pek olmuyor. Belki hep belli kasiyerleri seçtiğimden, ya da zaten tanımadığınız birinin birşeye ihtiyacı olduğuna kaç kere şahit oluyoruz ki?

h1

Ha oranın sağcı lideri, ha buranın sağcı lideri

2 Kasım, 2012

Geçen hafta bugün, yok aslında birkaç gün daha önce Berlusconi’yi gördüm. Uydurmuyorum, gerçekten. Katedral karşısı bir anıtın dibine oturmuş, börek yiyecektim. Çok acıkmıştım ama börekler hafif bozulmuş gibiydi, onları güvercinlere bırakıp hemen ilerideki Galleria’ya girdim, bir pizza mı yesem diye. Galerinin içi olabilecek en pahalı markaların küçük dükkanlarıyla dolu, bir anlamda prestij mekanı. Birkaç restoran da var, ama pizza en ucuz şey olduğundan çok pahalı olmaz diye düşündüm. Hatta yola çıkmadan Milör’ün kitabına göz atmıştım da şehirde önerdiği 2-3 restorandan biri bu galerideydi, ben de daha turistiğini bulamadın mı diye laf etmiştim.

Neyse, bir dükkanın önünde kalabalık toplanmıştı. Birşey dağıtmadıklarına göre ünlü biri vardı içeride. Kim olabileceğine dair hiçbir isim geçmedi aklımdan. Neredeyiz, hmm, ona göre mesela Gisele Bündchen? Ama onun öyle hemen uzaktan tanınacak kadar belirgin bir tipi yok ki. Ben sokakta görsem tanımam mesela. Güzel kadın dersin de Gisele Bündchen demezsin -ki bence güzel de değil. Başka isim de aklıma gelmedi açıkçası.

Sonra bir dalgalanma oldu, dükkandan çıktı ünlü kişi. Göremedim ben başta. Kim dedim yanımdaki oğlana, Berlusconi dedi, tanımadın mı der gibi. Görmedim ki dedim. Sonra yakınımdan geçti ayan beyan. Bir numarası yok işte, bildiğin Berlusconi. Çıktığı mağaza da bir gümüşçüydü ve ismi Berlusconi’ye çok benziyordu, Bernasconi gibi birşey. Herhalde kendi dükkanı diye düşündüm. Adamın medya holdingi, hipermarket zinciri ve Milan’ı var, bir gümüşçüsü mü olamayacak? Değilmiş ama.

Aradan bir hafta geçmedi, hapse mahkum olduğunu okudum Berlusconi’nin. İşte, fena halde nazarım değer benim.


[galeriden vitrinler]

Tayyyip kadar kafa sız birini görmedim. %50 oyun var, cumhuriyet tarihinde olmayan bir destek bu. En yakın muhalefetin oyu maksimum %25. Ve sen hala gidip onların cumhuriyet kutlamalarına karşı şiddet uyguluyorsun. Adama oy veren biri olsam çıldırırdım herhalde (gerçi akp’ye oy verenlerin de aynı kafada -yani kafasızlıkta- olmasını beklemek gerek).

Tayyyip bu noktaya herkesle kavga ederek, tüm aykırı sesleri bastırarak, sindirerek gelmiş olabilir. Ama artık oraya geldikten sonra orada kalmak için yapması gereken şey, herkese gülücükler dağıtmak, açlık oruçlarını bitirmek için elinden geleni yapmak, ‘içerideki gazetecileri salıyorum’ (yani benim özgür yargım salıyor) demek. Ama onda o bakış nerde…

Türk televizyonları “Romney seçilirse” demeye başlamış olmalı. Kampanya aylardır sürüyor, ama son günler gelmeden haber olmaz bizde. Baştan söyleyeyim, öyle bir olasılık yok. Genel oy sayımı yakın olsa da sonucu delege sayısı belirlediği için, Obama da delege sayısında net bir şekilde önde olduğu için kaybetme olasılığı yok gibi. Belirsiz 7 eyaletin 2-3’ünü alsa yetiyor -ki anketlerde 4’ünde önde, 1’inde geride, 2’si ortada.

Bu delege sistemi de Amerikan sisteminin büyük saçmalığı tabi. Eyaleti 1 oy farkla bile kazansan eyaletin tüm delegeleri kazanıyorsun. Süper saçma bir sonuç (mesela Obama genel oyu %5 gibi abartılı bir oranla kaybetse ama delegede kazansa) çıksa da sistem tartışılsa; ama olmaz tabi.

Bizim basın da hep ‘hangisi kazanırsa bizim için iyi olur’ şeklinde bakar bu seçimlere. Bunun senin içini, onun içini yok, bir cumhuriyetçi dünya için kötüdür [bir demokrat da daha az kötüdür]. Bunu o kadar yaşadıktan sonra bir bilgiye dönüşmüş olması gerek artık. Herşeye de sıfırdan başlamayalım lütfen.

Bu arada, demin o gümüşçünün adını ararken rastladım: Galerinin ortadaki dört köşesinin üçünde Prada, Louis Vuitton, ve o Bernasconi, dördüncüde de bir McDonald’s varmış uzun yıllardır. -mış çünkü ben ilk gitmeden tam bir gün önce kapanmış. Galerinin sahibi belediye çıkarmış. McDonald’s da onlara 24 milyonluk bir dava açmış hatta. Açsınlar tabi, klasik bir seçkincilik örneği bu. Yıllar boyunca abartılı kiralarını almayı bilmişlerdir ama. Ama beni daha ilgilendiren kısmı, son gün beş bin kişiye bedava menü dağıtmışlar. Yemem aslında ama tüm bu hikayenin içinde çekici geldi. Börekler de bozulmuşken iyi olurdu.

h1

Hep mi macera, hep mi macera

24 Ekim, 2012

Valla, ben üstüme düşeni yaptım. 4:40’taki uçak için 3’te havaalanındaydım ki görülmemiş şeydir. Bekledim. Gidip gidip parfümleri kokladım, içkilerin fiyatlarını ezberledim. Sonra uçak kalkarken bir baktım, 5:30 olmuş. Ama lufthansa’nın Allah’ı var, meğer mail göndermişler gecikeceğiz diye, 4:40’taki uçak için 5’te.

Gecikelim, hiç dert değil de sonra indikten bir saat sonra 2. uçağım var. Münih’e inince de yanaşmadan ortalık bir yerde durduk bir süre uçakta. İnince koşturmaya başladım. Bir kalkış ekranına baktım, benim uçağım yok. Bir görevliye sordum, o da anlamadı. Sonra pasaport, güvenlik, filan, lufthansa servis noktası: İzmir’den geliyorsunuz, di mi, dedi kız. Meğer benim uçağım çoktan kalkmış. Sizi sonraki uçuşa yönlendirmiş olmalı sistem dedi, 2 saat sonraki uçakla gideceksiniz. Peki dedim, beni karşılayacak bir taksi vardı, onu nasıl arayabilirim. Hayatımda yurtdışında çalışan bir telefonum olmadı ki, artık uğraşmayı da bıraktım. Buradan arayabilirsiniz dedi kız, telefonu uzattı. Peki, yanında İtalyanca konuşan birini de veriyor musunuz? Vermiyorlarlarmış.

Çevirdim taksinin acil durum hattını, açtı adam, “ben Templer, 8:30’ta gelecektim, ama şimdi 10:20’de geleceğim”. Ama dikkat ederseniz, bu sözlerde çeşitli zaman kipleri var ki İtalyanca’nın en zoru kısmı o. Ben de orada İngilizce’ye kaydım, adam da pek anlamadı. Ben şu anda araba kullanıyorum, birazdan bu numarayı ararım dedi. Yoksa arayın mı dedi. Neyse bekledim. 20-25 dk. oldu. Hem o numara dışarıdan çevrilemez belki, iç hat vardır filan. Tekrar çevirdim. Adam bu sefer rahat. Ben dedim, 8:30 yerine 10:20’de geliyorum. Nasıl aştım ama zaman kiplerini. 22:20 yani dedi adam. Ha, evet, 22:20, 10:20. Çav.

Tam 10:20’de çıkışa geldim havaalanında. 3 adam ellerinde kartlarla bekliyorlardı. Yanlarına gittim. Biri babacan, yaşlıca tipli, ikisi genççe. Meğer 4 kişi daha bekliyormuşuz. 2 kişi geldi, genç şoförler onlarla gitti, birer birer. Biz babacan adamla bekledik. Sonra teker teker 4 kişi daha geldi, çıktık, minibüs. Ben şoförün yanına oturdum.

Karanlıkta daracık yollardan gittik, küçük kasabalardan geçtik, tek şeritlik yolda önümüzdeki mercedes’i takip ettik. Önce bir kızı evine bıraktık. Biraz sonra şoför adam dizime dokundu. Söylese de anlardım. Burası mı dedim. Evet, durduk, indim. Yine daracık bir yol, kimsecikler yok, önünde durduğumuz bina galiba otel. Çantalarımı aldım, minibüs gitti. Saat 23:20 filan. Yalnız, otelde ışık yok. Kapı da kilitli. Ama zil filan çalmadan Sig. Templar Simon diye başlayan bir not gördüm:


[Bazı polisiye kitaplarda filan böyle bahsedilen notların, kartvizitlerin resmi konur sayfaya].

Kapatıp gitmişler, ama bana da zarfın içinde anahtar babına bir kart bırakmışlar. Hem sinir oldum hem de hoşuma gitti, ikisi birden. Yalnız, solda otelin kapısına gelmeden demir bir kapı var, o ne olacak? Demir kapı açıkmış meğer. Herhangi biri de o kartı alıp otele girebilirdi yani, ama işte küçük yerde düşünülmüyor bile böyle şeyler.

Kapının yanındaki zımbırtıya tuttum kartı, açıldı. Lobiden çeşitli broşürler topladım. Ben de bir not bırakayım dedim, kart bıraktığınız için teşekkürler yazdım resepsiyondaki post-it’lere. Sonra asansörle bir kat. 105’in yanındaki zımbırtıya kartımı tuttum, dıt, yok açılmadı. Dıt, yine açılmadı, yine. Çantaları bırakıp indim. Resepsiyonda boş bir kart gördüm, onu alıp yine çıktım, bu sefer ses bile çıkmadı. 105’i yanlış yazmışlarsa diye yan odalara baktım, biri dolu gözüküyor kapıda. Diğerinde de ses çıkmadı. İndim yine.

Bana bıraktıkları notun altında “acil durumda şu numarayı arayın” diyen bir kağıt vardı. Ama dışarı çıkınca bu sefer de içeri giremezsem… Yanıma yanlış kartı almış olurum filan, tam olur. Ön kapıyı ittirdim, açıldı içeriden. Kapıyı kapamadan uzanıp ezberledim numarayı. Yalnız, resepsiyondaki telefon sistemi gayet karışık görünüyor. Dış hat için 0 veya 9 basmak gerekiyor olmalı. 0 ile hat sesi gelmedi, ama sanki çaldı telefon, ama açılmadı. 9 ile yanlış sesler geldi.

Resepsiyon masasında bir de, üzerinde ‘direzione’ (yönetim?) yazan bir kart gördüm. Belki tüm kapıları açan bir karttır. Tekrar yukarı. Dıt, yok, açılmadı. İndim. Geceyi lobide geçirmek? Girdiğim taraftaki salonda koltuklar vardı, bir de ikili koltuk. Son çare orası. Aşağı kat da var, birkaç spor aleti filan. Bir odacık, belki yatak vardır? Yok, çok soğuk bir depo. Mağduriyet hissi sindi üzerime.

Son olarak tekrar şu numarayı deneyelim. 0 ile başlayıp çevirdim. Çaldı ve açıldı. Uykulu bir kız sesi. Hiç İtalyanca’ya yeltenmedim bile, direk İngilizce: Afedersiniz, ama bu da bir acil durum sayılabilir. Ben Templer. Bana bir kart bırakmışlar, otele girebildim, ama odama giremiyorum, kart kapıyı açmıyor dedim. Açmıyor mu dedi, hayır dedim. Resepsiyonda büyük bir kapı var dedi. Kapı mı? Büyük bir kapı. İyi de, resepsiyonda bir kapı yok ki, açık bir bölge. Dolaplar var, a, büyük dolabı kastediyor, büyük dolap kapağı-kapısı. Açtım, arkasında yüzlerce anahtar. Burada 105 var mı? Vardır. Peki, teşekkür ederim, iyi geceler. Yemişim kartını, kapı dediğin şeyi anahtar açar.

Oda buzun envai tonunda. Dereceyi artırdım, ama ısınması bayağı vakit aldı. Internet şifresi gibi şeyleri öğrenemediğim için aşağı inip resepsiyondaki bilgisayarları kullandım. Hatta birşeyler basmam gerekiyordu, onları bastım. Ama o da küçük bir macerasız olmadı. oradaki bilgisayarlarda office yüklü olmadığından kendi bilgisayarımı printerlara bağlayayım dedim, ama arkalarındaki kablolar fazla karmaşıktı, ve o kabloların girdiği yerler inanılmaz tozluydu. Sonunda dokümanları pdf’e çevirip orada öyle açıp basmayı akıl ettim. Ama bu sırada aşağı inip dururken odamın kapısını kapatmadım tabi. Bıraktığım teşekkür notunu da aldım, onun yerine 9:30’ta uyandırın diye not bıraktım.

Sabah karşılaştım gece konuştuğum kızla. Özür diledi. Kaçta geldiniz dedi. 23:20. Ki odadaki bilgi notlarında bile check in 23:30’a dek yazıyordu. 23:15’te gitmiş o. Gider gitmez uyumuş mu yani? Farklı farklı hayatlar.

h1

Mrs. Windsor

27 Nisan, 2011

Akşam 10 civarıydı, telefon çaldı. Telefonum pek çalmaz halbuki. Ama bir çaldı, pir çaldı. 0044-21 diye başlıyordu numara. 44 England England, ama 21 tanıdık gelmedi. 20 Londra, 21? Açtıktan sonra karşımdaki daha ilk kelimeyi söylemeden geçen yarım saniyede hatırladım. Daha önce bir kere daha bu numaradan aramıştı. Liz.
– Liz?
– Eliz.
– Haa, Liz.

Mösyö Templer, Hamfendi sizinle görüşecek, dedi dimdik konuşan adam. O demeden hatırladım zaten, 21 kraliyetin kullandığı kod. Tabi dedim. Kendime çeki düzen verip bütün neşemi toplayıp Liz diye atladım. “Ah, Simoncum, bizim çocuklar seni atlamış” diye yapmacık bir tavır geldi karşılığında. Susup dinledim. Eh, öyle olmuştu çünkü.

–  Nasıl üzüldüm, nasıl üzüldüm. Ama lütfen, rica ediyorum, aramızda ol.
(Eminim, bugün bu telefonlardan yüzlerce etmişti, o yüzden ihtiyatlı yaklaştım).
– Liz, onlar daha dünki çocuk, ben ona bakmam. Ama ben o kadar hazırlandıktan sonra -ki inan, kraliyet taşlı lokumlar bile yaptırmıştım- birşey gelmeyince evvelsi gün artık rezervasyonlarımı iptal ettirdim.
– Ah, Simon ne desen haklısın. Ama sen olmadan olmaz ki. Rica ederim, bizi kırma. Bak, Philip de çok ısrar ediyor burada.
– Liz, bugün Salı. Yarın başvursam bile vizem yok, yetişmez.
– Ben gönderirim sana visa da (vizeye de visa deniyor ya) mastercard da.
– O değil, my dear, vize. Hani bizi kolay kolay almıyorsunuz ülkeye ya (o sırada o kadar eminim ki olmayacağından, aklımdan bile geçmiyor).
– Ah cherry, onu dert etme, benim uçağı gönderirim, onla gelirsen sormazlar.
– Peki, geldim diyelim, kilisede ne giyeceğim?
– Onu hiç düşünme. İnince Al-Fayed’le buluşursun, o hemen ayarlar sana.
– A, siz görüşüyor musunuz? Aranız çok açık sanıyordum.
– Bu aralar fena değil. O William’ı kendi torunu gibi sever. Bilirsin, neredeyse olacaktı zaten.
– Bilmez miyim, az mı konuştuk o zamanlarda…
– Ah, hiç hatırlatma. Biz artık hiç konuşmuyoruz o günleri. Neyse canım, geliyorsun, di mi? Bak sen seversin, Paul’le Ringo da olacak.
– Clapton da olacak mı?
– Tabiy ki. Bir kraliyet nişanı var onun da. Bir nişan verdik mi bir daha törenlerimizden eksik olmazlar (ahahaha). Hem bak, senin sevdiğin bir davulcu vardı ya, Phil miydi adı, o da gelecek. Kiliseden sonra bizim arka bahçede çalacaklar.
– Collins? Hmmm. Peki, son olarak, Bowie de gelecek mi? O zaman düşünürüm.
– Edward, bak bakalım, orada Bowie var mı? Adını tabi ki bilmiyorum, Edward. Sen Bowie diye bak. Yokmuş, ama çağırırız Simon.
– Peki, düşünürüm o zaman.
– Tamam o zaman Simoncum. Öpüyorum, bekliyorum. Ah, bak çok heyecanlıyım. (İlk bu cümlede içten konuştu gibi geldi bana).

Sonra kapattık. Hiç aklımda yoktu, hala kararsızım, zor geliyor şimdi o telaş ama hafiften aklıma da girdi. Sabaha doğru da kapı çaldı, kurye, hemen göndermiş davetiyeyi:

h1

Ölüler Günü: día de muertos

2 Kasım, 2010

Korkuyu eğlenceye çevirmek aşağı yukarı her kültürde var. Cadılar Bayramı için Keltlerden kalan bir gelenek dense de bence Meksikalıların Ölüler Günü ile direk bağlantılı. O da aynı korku öğelerini kullanıyor, gün tüm ülkede büyük bir şenlik halinde kutlanıyor, üstelik 1 ve 2 Kasım (yani Hallow.’den sonraki günler).

Oradayken bir alttaki ülkeye inip Ölüler Günü törenlerine gidememek en içimde kalan şeylerden birisi. 2007’de planlayıp da sonra aynı günlere denk gelen birçok alternatif içinde vazgeçmiştim. Ama sonra American Indian Museum’da bir küçük örneğini görmüştüm. Burada bahsettiğimi düşünüyordum, ama şimdi farkettim ki hiç yazmamışım. Çok hareketli günlerdi. Caetano Veloso konseri vardı, Bayan Ç. gelmişti şehre, ve ben feci derecelerde grip olmuştum (gitseydim grip de olmayacaktım işte). Yani tüm bunlar arasında kalmış.

Müzenin giriş katında bir altar-sunak hazırlanmıştı. Yapan bembeyaz saçlı, çok canayakın Meksika asıllı üniversite hocası bir kadındı, batı yakasından. Sunağı ölen kocası için hazırlamış. Yani, örneksel değil, gerçek bir sunak. Kocasının sevdiği şeylerle sunaklarda geleneksel olarak bulunan öğeleri biraraya getirmiş.

Ben resimler çekerken kadını (Yolanda Garcias Woo) biraz sinir eden sorular soran bir adam vardı. O gidince ben sakince yaklaştım. Müzenin kapanış saatleriydi (zaten ben ne zaman gitsem kapatıyorlar müzeleri). Uzmanlık alanı tekstilmiş, Türk otantik desenlerinden, Maya desenleriyle benzerliklerinden bahsettik. Güveler yiyormuş S.Francisco’da tüm pamuklularını. Konuşması hoş bir kadındı.

Gitmek için araştırırken okumuştum, tüm evlerde böyle sunaklar düzenlendiğini, ailenin ölmüşleri için. İnsanın ölüleriyle yaşaması öğrenmesi gerek. (Oyunlarla Yaşayanlar’da olduğu gibi). Bunun, insanın doğasına çok uyduğunu ve insanı huzursuz eden en temel faktörlerden birini dindireceğini düşünüyorum.

Festivalde bu sunaklar dışında sokakta herkesin katıldığı toplu kutlamalar da yapılıyormuş. Karanlıkta yanan mumlar ve oradaki herkesle tek bir yürek olduğun, çok ruhani, ama üzgün değil huzurlu, neredeyse mutlu ayinler hayal ediyorum.