Archive for the ‘‘issi’ Category

h1

kaderden başka sargı yok

12 Mayıs, 2015

Sık sık yazdığım gibi bizde nazara inanılır. Geçen gün üçlendi-dörtlendi-beşlendi (hangisiydi?) dedikleri türden bir gün yaşamıştık. Elektriklerin kesildiği o meşum Salı’nın bir gün öncesiydi. Birkaç saçma şey olmuştu. Önce buzlukta unuttuğum soda patlayıp camları saçılınca oradaki birçok yiyecek çöpe gitti. Sonra birkaç düşürme-kırma-saçma daha yaşandı ve dışarı çıktım. Otoparktan çıktıktan 50 mt sonra yolun benim tarafımdaki bir bisikletli dönüp baktı. Yakınlaşırken bir daha dönüp baktı. Allah Allah, niye bakıyor ki, yanında geçecek yer var çünkü. Geçerken farkettim, polismiş. Aynı esnada kemeri de taktım. Normalde otoparkta takarken biraz ihmal. Yoksa o yüzden mi? Aynadan baktım, bir kalem ve defter çıkardı, plakaya doğru baktı ve yazmaya başladı. İnip ama taktım bakın desem mi? O 50 metrede polise rastlayıp ceza yediğime inanamadım bir süre. Ki hiç bisikletli polis görmemiştim burada. Aslında hiç trafik polisi görmedim desem yeri, hiç durdurulup belge sorulmadım mesela.

[O ceza gelmedi sonra. Yazdığına emindim, sistemin içinde bir yerlerde kayboldu sanki.]

Eve girerken ne çok aksilik oldu diye sayıyordum. O anda elimdeki gözlüğüm yere de değil, alt kata düştü. Neyse ki kılıfındaydı.

Neyse, o günki olaylar bir ‘göz’e bağlandı. Bugüne geldik. Önce dolaptan birşey alırken arkadaki bir saklama kabı yere uçtu, her yer cam oldu. Normal, olabilir. Ama fena olay gece yaşandı. Annem 1-2 gün içinde gideceği bir taziye ziyareti için brownie yapmıştı. Zorla uğraştı da onun için. Dolapta geniş bir borcamda duruyordu. Gece yarım dilim yedim. Yerine koydum. Kapak tam kapanmayınca biraz ittirdim, ama çok dengesinin bozulduğunu, yamulduğunu sanmıyorum. 1-2 saat sonra tekrar açıp birşeyler aldım. Hemen değil, 2-3 sn sonra bu borcam da yere doğru uçtu. Ne kadar kötü hissettiğimi anlatamam. Ölmek istedim neredeyse. Bugün anneme verebileceğim en iyi hediye onu kırmamaktı, becermiş oldum.

Bütün kırmalar tabak-çanakların elimden düşmeden, sadece bulundukları yerden sıkılmasıyla olduğundan kafamda para çevirmeye karar vermişler. Bilemiyorum, onun yerine o parayla bana birşey alsalar daha dikkatli olurdum.

h1

Sahibiz, biliyoruz, paylaşmıyoruz

14 Ekim, 2014

2-3 hafta önce aynı gün bir arkadaşımın Roma’da, birinin de Kaş’ta tatilde olduğunu öğrendim. Ve ikisi de bir gün sonra dönecekmiş. Rencide oldum. Tek birşey önerme şansım bile elimden alınmıştı. Oysa ikisi de birşeyler bildiğim yerler. Hele Kaş, nerede kalınır bilmiyorum, ama çok özel taraflarını biliyorum.

Ondan birkaç hafta önce pek, hatta neredeyse hiç tanımadığım birisi için bir Roma-Milano tavsiye yazısı yazmıştım -link olsun diye de buraya koymuştum hatta. O arkadaşım için daha ayrıntılı yazardım. Roma canımdan parça gibi, gideni kıskanırım normalde. Ama bu şekilde (birşey önersem, o da yapsa) bir parça gitmiş gibi olurdum.

Bunun üzerine birşeyleri niye biliyoruz ki diye düşündüm. 1- işimize yaraması için, 2- bir başkasının işine yaraması için. Başkasının işine yaramasını niye umursuyoruz? Çünkü paylaşmış oluyoruz, bir bağ kuruluyor aramızda.

Bu, sahip olduğumuz şeyleri paylaşmaktan da önemli bence. Ve artık kimsenin umurunda değil bu. Birisine birşeyler önerince çok garipsiyor. Sevdiğim biri olunca bir de araştırıyorum ben. Bir arkadaşım Paris’e gitti birkaç ay önce. Paris’i hiç görmedim. Bisiklet turunda geçtikleri yerler veya Charade’de Audrey Hepburn’le Cary Grant’in bulundukları yerler kadar biliyorum. Ama ciddi araştırıp yazdım. Bak bu sadece elma üzerine bir restoran, bu krepçi müthiş, 3 günlük şöyle bir kart var, pek duyurmuyorlar, ısrarla iste. Hoşuma da gitti öğrenmesi; gidecek ne güzel şeyler var, her yerde hem de.

Ama artık insanların birbirleri için vakit harcadıkları devri çok geçtik. Kimsenin bana böyle önerilerde bulunduğunu hatırlamıyorum mesela. İnsanlar arası ‘bağsızlık’, ‘harmonisizlik’ (Aquarius’un sözlerinden alıyorum bunu, bir kez daha:

Harmony and understanding
Sympathy and trust abounding
No more falsehoods or derisions
Golden living dreams of visions
Mystic crystal revelation
And the mind’s true liberation)

yaralayıcı derecede can sıkıcı. Ya bunu kabul etmeyip sürekli canın sıkılacak, ya da kabul edip tek yol kendini düşünmek diyeceksin.

h1

Dolaptaki buruk iskelet

1 Kasım, 2013

Şehirdeki nadir arkadaşlarımdan biri, 2-3 yıl önce Fransa’dan buraya taşınan arkadaşım ve Fransız eşi dönmeye karar vermişler. Çok şaşırmadım. Oğlanın durumu zordu, dil sorunu, iş sorunu. Bir de şehrin çok dışına taşınmışlardı, insan yalnız hisseder orada. Zaten Fransa’dayken birkaç kere 1 saatin üstü konuşmalar yapmıştık telefonda, hep gelmeyin demiştim. Ben TR’nin gelişmişlik endeksindeki yerini biliyor musunuz diyordum ben, o biliyorum diye geçiştiriyordu beni.

Söyledikleri sebep ilginç ama. Kaba bulmuş oğlan İzmirlileri. Bence bu da gelişmişlik endeksiyle aynı şey. Gelişmemiş ve nazik toplumlar vardır (zarif olmasa da) ama bizim hızlı büyümemizle ilgili birşey bu. ‘Para orada işte, insanların üstüne basıp uzan ona’ kültürü. Oğlan 10 küsur yıl önce İst.’da yaşamış, onlar öyle değildi diyordu, ama bence bu İst.-İzmir meselesi değil. Biz çok hızlı değişiyoruz, İst. da aynı burası gibi (hatta birçok açıdan daha beter) olsa gerek. Özellikle yurtdışındayken hiç farkedilmiyor bu değişim, sonra yaşayıp farkederken şok oluyorsun.

En son Haziran’da görüşmüştük onlarla, hatta olayların çıktığı ilk Salı’ydı. Şehrin iki ucundayız. İstanbul ölçeğinde yakınız bile denebilir, bir saat sürmüyor trafik olmadığında ama onların Urla’ya doğru olması fikren uzak geliyor insana.

Çeşme’ye gitmek istiyordu arkadaşım, ben de çocukluktan beri bildiğim güzel koyları gösterecektim, denize girecektik. İzmir’de olunca sürekli denize giriyoruz sanıyor uzaktakiler (İst.’da gittiğim doktor da aynı şeyi demişti), ama ben sanırım 3 yazdır girmedim.

Ağustos ortasından itibaren ben bir ay hastanelerle cebelleştim. Sonrasında 2-3 günde bir arayıp ayarlamaya çalıştım. Arkadaşımın hep işleri vardı. Sonra da vize için Ankara’ya gitti, bari bayramda hava güzelken gidelim dedim, ama dönüşü hep ertelendi, filan, böylece onlar gitmeden son 10 güne geldik.

Ben de deniz kaldıysa bari iyi bir yemek yiyelim dedim, araştırdım. Çeşme tarafı deyince tüm hoş yerler Alaçatı’da çıktı tabi. Eskinin küçük köyü şimdi koca Çeşme’yi yuttu. Yalnız, koca İzmir’de iyi bir restoran bilmiyorum, ama Alaçatı’da birkaç tane çok hoş yer biliyorum. Milör’ün gittiklerini izledim, yerlerini kaydettim, tüm planı yaptım.

Son 10 gün her gün aradım. İlk günler işleri vardı, bekledim. Bir gün ben çok kan verdiğim için bitaptım, ama zaten bana kalmadı iş. Bir gün bu tarafa geleceklerdi. Biraz gelmişken görelim durumu olsa da evde bekledim, aramadılar. Sonraki gün görüşecektik, aradım, bir arkadaşlarının tek müsait zamanıymış, yine kaldı. Yarın dediler o gün. O yarın, görüşebileceğimiz son gündü artık, aradım, arkadaşım ben seni birazdan arayayım deyip kapattı. Yine bütün gün bekledim. Birkaç saat sonra ‘yok artık’ demeye başladım. Ve gerçekten yok artık oldu ve öyle kaldı.

Fazla acıklı oldu ama o noktada bana son zamanlarda sık sık olan şey oldu. Bir hale kırıldı.

Belki yazıyı burada bitirmeliyim.
Ben insanları, yani sevdiğim insanları bir hale ardından görüyorum. Tam idealleştirmek değil bu. Kendi idealime benzetmiyorum. Oldukları kişiyi o şekilde olabilecekleri en hoş halleriyle görüyorum. Hatalarını görmüyor olmuyorum, ama önemsemiyorum. Biraz bayık bir tabir olsa da gönül gözüyle görmek gibi birşey. Sonra o haleyi kırıyorlar, tuz buz.

Başka sonuçlar da var buradan çıkardığım: Ben hiç öyle “ben bir tek şu gün, şu saatte müsaitim, yersen” tipi biri olamıyorum. Sen işlerine bak, ben kendimi ayarlamaya çalışırım, deyince sen öncelik sırasında sona atılıyorsun. “Ben seni birazdan arayayım” da ne menem birşey. Birini öylesine bile arasan bu sözden sonra gelmeyince o telefon, işkenceye dönüyor.

Nesillerle çok ilgili birşey bu. Mesela dikkat ediyorum, abim böyle şeyler yaşamıyor. Çok eski arkadaşlarıyla hep aynı ilişkileri duruyor. Onların devrindekilerden birinin ben seni ararım deyip aramadıklarını düşünemiyorum (arkadaşım da benden birkaç yaş altta, yani araya rahat bir nesil giriyor). Aslında tanıdığım hemen kimseyi bilmeyen annem de tanık oldu olaylara. Arkadaşım Fransa’dan taşınmadan bana birkaç kitap kutusu filan göndermişti, oradan biliyor. Birkaç gün de üstüste akşam yokum deyip bir yere kımıldamadığımı görmüştü. Ben olsam aradıklarında bahane uydururdum dedi. Onlar için de yüzleşmek düşünülmez birşey. Oysa ben direk söylerdim, ayıp ettin valla diye. İkimiz de birbirimizi garipsedik.

Ama öyle bir şey deme şansım da olmadı. 2 gün sonra gidecekti eşi. Ertesi gün çok zor gelse de aradım, açılmadı. İyi yolculuk mesajı, cevapsız. Seni sevmiyorlar derdim ben olsam bunları okuyan. Ama öyle bir durum da yok. Ne zaman görüşsek hep çok iyi davranmışlardır. Bu daha çok emici insan sendromu ile ilgili.

Hale yıkılınca daha somut şeyler üzerinden bakıyorsun ilişkine. Neler olmuş, kim ne yapmış. O zaman da çoğu aynı sonuç çıkıyor. Sen hep vermişsin, karşı taraf hep almış. Bu da seninle ilgili, senin fazladan yaptığın birşey değil. Hayatı böyle etrafındakileri emerek yaşayan insanlar var. Hep birşeye ihtiyacı olan, hep arkadaşlarının düşündüğü kişiler bunlar. Bunu da genelde istemeden, çok alttan yapıyorlar. Ama onların hiç başkaları için fazla zamanları olmuyor. Arkadaşlık bir yarar ilişkisi değil, o yüzden ne yazık böyle bakmak, ama napalım ki doğru: Bir yerde kendini karşı tarafı memnun etmek, işine yaramak için uğraşır, yemek yapar, hediye düşünür, zaman harcar, ama aynı tavrı hiç görmemiş buluyorsun.

Herkesin dolabında vardır ya bir iskelet, ben artık fazla insanınki oldum. Sokakta, alışveriş merkezinde karşılaşılmak istenmeyecek, karşılaşılırsa da en kısa yoldan kurtulunmak istenecek kişi. Öyle birşey olsa hiç toplumsal uyum kurallarına bakmayıp hiç oynamadan direk “ayıp ettin, bilesin” deyip soğuk bir gülüşle kısa keseceğim, bazısına da başımı ah-ah şeklinde sallayıp yürüyüp gideceğim. Mutlaka herkesin içindeki lafı edeceği bir ortam doğar. Hep olmuştur, hep olur.

h1

Seneye yine geliriz

3 Mayıs, 2013

Bundan 5 yıl önce Fener Seviya’da şampiyonlar ligi 2. tur maçına çıkıyordu, burada 3-2 kazandığı maçın rövanşına. Birçok büyük takım da aynı saatte oynadığından Fener’in maçının gece 2’de banttan veriyordu, İspanyolca spor kanalı. Fena derecede uykusuzdum, ama direnip bekledim. Gün boyu sonucu öğrenmemek için uğraştım. Sevilla çok iyi takımdı o zaman, yıldızlarla doluydu, Dani Alves daha Barcelona’ya gitmemisti mesela. 3-0 oldu maç devrede, gidiyordu tur. Sonra 2. devre 3-2 yaptı Fener. Maç önce uzatmaya, sonra penaltılara gitti. Penaltılarda geriden gelen taraf avantajlıdır hep, öyle oldu. Dani Alves’in penaltısını Volkan kurtardı, Fener kazandı. Volkan takım arkadaşlarına koşarken ben de yatakta sessizce zıplıyordum. 3 ev arkadaşım da uyuyordu çünkü (o günden canlı anlatım).

Bugün Fener yine İberya’da, yine sıcak, yine orta büyüklükte ve çok sevimli bir şehirde, yine tek farklı ilk maç galibiyetinin rövanşında oynuyordu. Bugün maç öncesi yayınlardan itibaren niye Lizbon’a gitmedim ki demeye başladım. Finale gitmek gelmişti aklıma, ama Benfica deplasmanı hiç gelmemişti. Oysa kura çekilir çekilmez ayarlamaya başlayabilirdim makul tarafından. Kulüp bilet satarken belki alabilirdim, olmadı Benfica’nın rakipleri Sporting Lizbon’lulardan alırdım.

lizbon -benf - fener
[ne güzel, yerler, İzmir Kordon deseninde. Abidin Dino çizdi denir, Rio’da sanırım Copa Cabana plajı kaldırım deseni.]

Hele stadda müthiş bir atmosfer vardı. Bizim stadlara cehennem diyorlar, o zaman Benfica’nın Luz-Işık stadını nasıl tanımlayacağız? Maçı izlerken herhalde bir tek oyunculardan birine birşey olsa gidip onu görmüş olduğuma çok üzülürdüm diye geçti aklımdan. Ve Gökhan Gönül kötü bir darbeyle baygınlık geçirdi. Neyse, kötü birşey olmadı.

Fener, sakatlıklar sonrası beceri eksikliği ve o atmosferde titreyen ayaklarla (Gökhan G. titremeyen tek kişiydi), Benficalılar da aşırı motive olunca ezildi resmen. Tur yine de gelebilirdi, o da işin çok yazık tarafı oldu. İşin garip tarafı, daha kura çekilmeden Benfica’nın geleceğine (3’te 1 şans) ve onları geçeceğimize emindim. Benfica’nın genel olarak bizden daha iyi olduğunu öğrendikçe de değişmedi bu inanç. Öncesinde o kadar emindim ki bugün son dk.lara geldiğimizde bile hala biraz ümidim vardı. Orada olsam iyice yıkılır mıydım, yoksa Lizbon’u gezmek bir teselli mi olurdu, hiç bilemiyorum. Sanırım oradaki Fenerlilerle paylaşmak iyi gelirdi, büyük çoğunluğu ülkenin şımarık kesiminden olsa da.

Biz, yani bu ülke takımları buralara çok az gelir. Ama dikkat ederseniz ne zaman gelsek, karşımızda eleyemeyeceğimizi bildiğimiz rakipler olmadıkça biz geçeriz. 2002’de ve 2008’de milli takım kritik turları hep geçti, yarı finalde Brezilya ve Almanya’ya takıldı. GS 2000’de Leeds’i geçti, finalde Arsenal’i bile yendi (yenmedi de penaltılarla geçti). Bu yıl Schalke’yi geçti, çeyrek finalde eleyemeyeceği Real’e takıldı. 5 yıl önce Fener Sevilla’yı eledi, karşısında bir şansının olmadığını bildiği Chelsea’ye elendi. Yani ümitlendiğimizde o ümit hiç boş çıkmaz, yıkılmayız. O yüzden böyle başarısızlıklar karşısında aşılı değiliz.

İnancım boş çıkınca öyle üzüldüm ki belki küçük çaplı bir travma bile denebilir. Bu yıl Fener’in maçları, o maçlarda yaşanacağını bildiğim stres, yüksek sevinçler, ağır üzülmeler beni hayata bağlayan birşeydi. Şimdi birden bitti. Üzülecek birşey olmasından daha kötüsü, sevinecek-üzülecek hiçbir şey olmaması, boşluk. Zaten basit mantıkla, üzülecek birşey varsa sevinecek birşey olasılığı da var demektir.

h1

62.si

24 Mayıs, 2010

Geçen yılki festivale (festival: tabi ki Cannes) Radikal yazarı bir kızla gitmeyi konuşmuştuk. Ciddi ciddi. Belki bastırmalıydım, bastırmadım ve gitmedik. Arkadaşı Yekta Kopan hergün oradan program yapıyordu ve ona fazla kıskandıran mesajlar gönderiyordu.

Festivale gitmek için tam doğru kişiydi o çünkü halktan sıradan biri olarak elinizi kolunuzu sallayarak gidemiyorsunuz festivale. Ya basın akreditasyonunuz olmalı ya da çok önceden (bir yıla yakın) başvurmuş ve sayılı kabul edilmiş sinema öğrencilerinden olmalısınız. Zaten gidemezdik dediğimde o, akredite olurduk gazete sayesinde demişti ve ben şu an bunu düşününce kafamı kırsam mı diye düşünüyorum.

Aradan bir yıl geçti. Kocca bir yıl. Çad’dan bir adam jüri özel ödülü alacak bir film yaptı. Dalan Çan ve Kelebek‘in genç oyuncusu adam en iyi yönetmen ödülü alacak bir film yaptı. Tayland’dan genç bir oğlan (resmen) Altın Palmiye alacak bir film yaptı. Bense aynı dönemde bazen bir enkaza dönüşmüş gibi hissediyorum. (Enkaz ve Panayır diye bir film yok muydu? Deminden beri inatlaşıyoruz gugıl’la).

Aynen bir hafta önce yazdığım gibi ayağa kalkmanın yolunu bulmalıyım. Bunun kaçarı yok. Elimdeki en büyük güç, kaybedecek bir şey olmadığı. Bir kez bile ölüme yaklaşan insan artık bilir ki korkacak birşey yok. En kötüsünü gördün zaten, bundan sonrası ancak daha iyi olabilir. Ha olmadı, o zaman da bırakırsın. Ölüm fikrinin en rahatlatıcı tarafı bu. Her zaman öyle bir olasılık olduğu için de hiçbir zaman bırakmaya gerek yok.

Dalan Çan yazımda iyi bir laf etmişim, (o filme gitmenin zor olduğuna dair): “Zaten filmin evin yanındaki sinemada oynayanına ve siz salona girince başlayanına hayat demiyorlar.”

Kolay değil. Ama sadece ayağa kalkmak değil, kalkarken de çıtayı yukarı koymak lazım. Törene bir yanında annesi bir yanında Penelope ile giden, ödül alırken önce annesine, sonra da “eşlikçim, aşkım” diyerek Penelope’ye teşekkür eden J.Bardem’den neyim eksik? Hiçbir şey olmasa 6.hissim ondan güçlüdür (bir de muhtemelen matematiğim).

Bir de daha iyi çalarım. Şimdiye dek bunla hiç övünmedim. Hikayelerimi de hep sakladım. Ama artık yeter, di mi? İnsan kendi değerlerini unutmamalı. Kendisini bilmeli, kendi zengin tarihini unutmamalı. Devrim denilen şey bunların inkarıyla olmuyor zaten, onlarla oluyor.

O kırmızı halıya basmıştım ben zamanında. Gün gelir, Penelope’yi de çalarım.

h1

Bursa Şampiyon

4 Mayıs, 2010

Buranın yeni yetme okurlarındansanız bilmezsiniz, bu blogun en sevdiği şeylerden biri ben demiştim demektir. Ama bunu sonradan söylemekle yetinmez, önceden der. O yüzden şimdi bir kere daha diyeyim: Ben demiştim.

Templer’in önceden ben demiştim dediği şeyler arasında, bahislerin 1’e 6 verdiği sırada Gül’ün cumhurluğu ve Bill Clinton’la Hayrünissa’nın first eşler olarak gözgöze Topkapi’yi gezeceği yeralıyordu. Obama araya girince 2.si tutmamış olabilir ama eminim Hillary ile geldiğinde Bill bir göz kırpmıştır Hayrün’e.

Bu sezonun başında fikstürü görünce mail grubuna “şampiyonluk son haftaki Bursa-Beşiktaş ve Fener-Trabzon maçlarına kalır, inanılmaz heyecan olur” diye yazmıştım, Bursa ile Fener arasında (isteyene forward ederim). Çoğunluğun görkemli transferli GS’ye baktığı, Bursa’ya kimsenin bakmadığı bir dönemde. Şimdi kesin öyle olacak olması.

Bu hafta Bursa boş geçip 3 puan alırken Fener, tüm zamanların en büyük pisliklerinden Gökçek’in takımı ile oynuyor. Ve bu alemin en bizans takımının Fener olduğunu bir Fenerli olan Templer bile kabul eder. Yani o maç karanlık olabilir.

Ve Fenerli Templer de Bursa’nın şampiyonluğunu ister. Çünkü sempatik Fener eskiden ayaktakımının, sokaktaki boyacının, hücum futbolunun-şov futbolunun ve Hababam’ın takımıyken, şimdi Fenerium’un, cipli siyah gömleklilerin, yenelim de nasil yenersek yenelim, federasyonu da diğer takimlari da ezelim takımıdır. Takımlar arası güç ve para dengesi öyle açıldı ki bir İstanbul büyüğü için ligi kazanmış olmanın anlamı kalmadı. Oysa Bursa’nın kazanması cidden bir devrim, bir dengeleme hareketi.

Bursa kesin şampiyon diyemem ama Fener’in son hafta Trabzon’a puan kaybetmesini beklediğimden (o da kupa maçına bağlı: kupayı Fener alırsa kesin) güçlü bir olasılık bu (%60-70). Bursalıların son maça Beştaş karşısında ve gergin seyircisinin önünde elleri kollarına bile dolaşacak olsa kazanmalarını bekliyorum.

__________  _________

Templer Templer demişken bugün farkettim de buranın okuyucu topluluğunun büyük kısmı S. Templar’ın the saint olduğundan bihaber. Yani, bu insanlar S. Templar’ı tanımıyor. Allahım ne günlere kaldık diyorum.

_______  ___  _____  ___

2 gün önce buhran, azap ve kahır içindeyken bir sonraki yazıda laylom yazan blogçu durumuna düşmek istemem (nefret ettiğim onlarca blogçu tarzından biri). Ama bugün önüme top düştü.

Karşıyaka genç takımının idman sahasının yanından, içimde tarifi imkansız ıstıraplar içinde yürürken birden sahanın boyu 20 metreyi bulan tellerini geçip özgürlüğün tadını çıkaran bir top önüme düştü. Şimdi, önünüze bir top düşmesi iyi bir şeydir. Çünkü: 1- hünerlerinizi sergileme şansı bulursunuz, 2- top insana iyi gelir, 3- bir top bir kızdan çok daha iyidir. Hatta en kötü top en iyi kızdan iyidir.

Toplar çantalarında tirbüston taşımaz, bağrınızı deşmez. Top yuvarlaktır, kızlar köşeli. Top can acıtmaz. Ne toplar yedim kaleciyken. 2 dk. sonra oyuna devam ettim. Kızlar can acıtmakla kalmaz. Ne kızlar yedim böğrüme, severken. Hayatıma devam edemedim. O yüzden zaten çantamda top taşırım, ama çantamda kız taşımam.

Hayat fena, tüm kızlar ölsün. ‘İç gerek yok onlara.

h1

“Ben tüm hayatımı burada Clara ve Peter’le geçirmek istiyorum dede.”

4 Eylül, 2009

Yıllar önce biri, eski bir sevgili, ‘hayattan beklentin ne’, veya ‘en çok istediğin şey nedir’ anlamında bir soru sormuştu. Onun beklentisi biraz klasikti, sıcak ve eğitimli bir yuva. Ben böyle soruları ciddiye alan biri olarak normalde pat diye cevap veremem, ama o gün hiç beklemeden çok yakın bir arkadaş grubu demiştim. Ama tabi, öncesinden düşünmüştüm, bir numaralı dileğimin içinde birinin, yani bir hatun kişinin olması gerek. Mesela, bu ilkine bağlanabilir, özel birinin de bir parçası olduğu bir arkadaş grubu diye. O özel kişi grubun içinden çıkabilir mesela (4 Nikah 1 Cenaze’de Charles-Hugh Grant, kendisine aşık olan Kristin Scott Thomas’la beraber olsa fena mı olurdu?) veya sonradan eklenir (Amerikalı’nın, yani Andie Mc Dowell’ın yaptığı gibi). Ama tabi aslında özel biri olsa olsa 1.5. dilek olabilir, dilekleri tekil parçalara ayırmak gerek çünkü. Yoksa, silerken ovaladığın lambadan çıkan cin sorar 3 isteğini. Sen de başlarsın, Pasifik’teki büyük adalarımın mali işleri için şirketime Porsche’la giderken önünde son anda durduğum Vespa’yı kullanan ve Real Madrid-Barcelona maçına bileti olan güzel kız diye…

Neyse, o da (Vespa’daki kız değil, muhabbete geri döndüm) ‘biri bile bulunmuyor, bir grubu nasıl bulacaksın’ demişti. Ben de doğru yerde bulunabiliyor diye geçirmiştim içimden. Bulur gibi olduğum zamanlar oldu çünkü. Birara ortaokulda, birçok zaman lisede, yaz tatillerinde bazen oğlanlarla, bazen kızlarla (ama genelde ayrık), üniversitedeyken bir dönem sanki tiyatro grubumla, ama ondan çok film festivali yaptığım grupla, arada yine lise sınıfımla, devamında da yeni birileri olmadan yine tekrardan lise arkadaşlarımla. Ama zaman geçtikçe anladım ki o filmlerdeki, dizilerdeki hayat orada, pelikülün üzerinde kalacak. Zaten o değil midir beni ve adını koymadan birçok insanı etkileyen şey? 4 Nikah’ı söylemiştim, ayrıca aynı formülü güden İngiliz filmlerinde, Hugh Grant’in kendisini yeni birisiyle tanıştırmak için uğraşan arkadaşlarının olduğu Notting Hill’de, Bridget Jones’un, o Darcy ile sarılırken araba camına yapışıp seyreden arkadaş grubunda, sonra Seinfeld’de, Friends’te, çok sevmesem de How I Met Your Mother’da, daha öncesinde Dawsons’ta ve onun taklidi Kavak Yelleri’nde, Kuzeyde Bir Yerde’de, Cold Feet’te, sevimsiz Sex&The City’de, hatta Toy Story’lerde, Dead Poets Society’de ve çoğu okul filminde, ve Oceans serisinde…

Böyle gruplarım hiç kalmadığı gibi olan tekil dostluklarım da eridi. Zaman ve uzaklığı kaldıramıyor insanlar. Veya dirençsiz çıkıyor ilişkiler. Bu açıdan bakınca ve yarışma programlarında dostlarını stüdyoya getiren insanları gördükçe -ki bu benim en önemli sorunlarımdan biridir: 1. Roland Garros’u kazanınca tribüne çıkıp kime sarılacağım, ve 2. Bir yarışma programı için beraberimde stüdyoya kimi götüreceğim- kabul etmem gerektiğini anlıyorum. Madem esas isteğim buydu, ben bunu başaramadım.

İstemiştim ki iyi, kötü birşey olduğunda anlatacak birden çok insanım olsun; sırlarımızı bilelim, ve en zayıf ve en güzel yanlarımızı; birimizin bir derdi için ikiden fazla kafadan ses çıksın; iki kişi arasında bir sorun olduğunda hep beraber uğraşalım iyileştirmeye; aramızda 3 Silahşörler ruhu olsun; biri bir ilişkiye başladığında en önemli kriterlerden biri grubun da sevmesi olsun, hatta o yeni çıkılan kişi biraz çekiştirilsin; bayramlarda, yılbaşlarında, tatillerde kimle demeyelim, nereye diyelim; birlikte olmak, çoğunlukla farkında olunmayan ama arada bir sıcaklığı içine kadar işleyen bir güzellik olsun.
Olmadı.

h1

Melankoli tüm hücrelerime sızıyor, NBC de kapıda bekliyor

6 Ocak, 2009

İçimden gelen şeyler: 1 ay evden çıkmamak, birkaç gün uyumak, saatlerce bir noktaya gözlerimi dikip bakmak. Fazla değil, normal duygulanımlar bile bünyeme yasaklansın istiyorum. Kritik bir seviyeye gelince alarmlar çalsın, doktorlar gelsin, beni uyutsun. Kaza geçireyim (Yeni Hayat misali), kazadan sonra günlerce uyutulayım. Gerçi kalıcı bir hasar olmaması nasıl garanti edilecekse. Belki de o yüzden o kitabın altadı ‘bir kitap okudum hayatım değişti’ idi. Kitaba kandım, sakat kaldım.

Yıllar önce bu ruh halime uygun, uzun ve duru (duru: sıkıcı’nin iyi hali), daha doğrusu, durgun planlar içeren küçük birşey yazmıştım (çiziktirmiştim). O aralar bu tarz birkaç Hong Kong filmi olmuştu çok hoşuma giden, ama henüz bu planların filmini yapan Nuri Bilge Ceylan’ı seyretmemiştim. Sanırım kısa zaman öncesinde Mayıs Sıkıntısı vizyonda oynamıştı, ben de birkaç gün sonra Ankara Film Festivali’nde seyredecektim. O şeyin yazıldığı kız hayran olmuştu o filme; ben de bir gece filmin devasa afişini, yine festivaldeki başka bir film sırasında -filmi de fazla kaçırmadan- Dil Tarih Coğrafya’nın iyi korunan binasından yürütmüştüm (meşakkatli ama iyi bir iş olmuştu doğrusu).

Bir de Washington’a ilk gittiğimde bir Türk filmleri programında oynamıştı Mayıs S.. Okuldan Çinli bir kızla gitmiştik.

Sonraki iki filmini kaçırdım. 3 Maymun bahsettiğim gibi yarım kalmıştı filmde ismim anons edilince. Bir de adamın sıcaklığını yakından gördüm Ekim ayı içinde.

NBC ile ilk münasebetim bunlardan yıllar önceydi ama. Ankara Film Festivali’nin kısa film yarışmasına katılmıştı Koza ile. Seyretmemiştim ama profesyonelliği ile çok övgü almıştı film. Adamın festivale gönderdiği kaset festival bitiminde benim kaset arşivimde yerini almıştı. Ama yıllar boyu öyle durdu. Taa soonra, Mayıs Sıkıntısı’nın Koza-Kasaba ile bir üçleme olduğunu okuyunca aa, demiştim, o Koza bende. O zaman seyrettim, sonraki iki film için iyi bir alıştırma gibiydi. O sırada okulda gösterdiğim filmlerden önce bir kısa film gösteriyordum (biraz işkence eder gibi). Bir filmden önce de Koza’yı göstermiştim.

Geçen gün, zamanında burada bıraktığım birsürü kutuyu incelerken yine elime geçti Koza. Adamın profesyonel olduğu festivale gönderdiği kasetten belli. Hangi kısa filmci kasedine bir kapak yapar, hem de böyle iyi bir kapak?
img_0526

Ne mutlu size ki seyredeni çok çok az olan Koza, Kasaba’dan önce oynuyor Çarşamba gecesi, e’de (cnbc-e’de). Devamında ayboyu, Mayıs S., Uzak, İklimler… O fotoğraf karesi görüntüleri tabiy ki sinemada seyreylemek gerek, aynı şey olmaz (sanırım özellikle Uzak’ta), ama yine de önemli bir fırsat bu -benim gibi seyretmediği olanlara-.

h1

Kendine acımak güzel bir histir

10 Aralık, 2008

İncinmişsindir. Biri sana hiç beklemediğin bir ayıp etmiştir. Çok açık haksızlığa uğramışsındır. Ta içinde hissedersin bunu, en derin zerrelerine kadar yayılır. Gidip yatağa, yorganın altına girmek istersin.
Belki sonra bir kitap açmak. Bir süredir duran, pek elinin gitmediği birşey. Depresif bir hal değildir ki bu, öyle konsantre olunamayan, veya başka şey yapılamayan. Tersine, birçok şey yapmak istersin. Zamanla. Gerçekçisindir. Çok.
Uysalsındır ve mahzun. Hayat devam eder. Tartışmazsın, kızmazsın. Kızdıracak şeylere başını çevirirsin. Zaten bundan kötüsü olamaz. Sakin davranırsın günlük hayatındakilere. Kibar, en pratiğinden, fazla diyaloğa girmeden, mesafeli, neredeyse resmi. İçine dönmüşsündür.
Bu güzeldir çünkü sıcak bir histir. Sonuna dek hissedersin. Başka zamanlardaki yaşadığın şeylere teğet geçen, hissetmeyen sen değilsindir.
Kimseye anlatmazsın olanları. Hoş, anlatacak kimse de yoktur. Hayatındaki herkesi bir başka görürsün. Onlar aynı onlardır, bakan sen başka bir sen.Hem onların içyüzünü görürsün hem önceki sen’in. Önyüzeylerini değil, içinden arkasını, bir düzey ilerisini, bir kat altını, bir safha dibini. Kendinle ilgili yüzleşmek istemediklerin önünde beliriverir.
Mahzunluğun bir kısmı ondandır. Durum acıklıdır. Ama bunu görmek de birşeydir. Bir başlangış için yer vardır. Çok güçlü değilsindir belki o an. Ama ileride olabileceğini bilirsin. Sezon boyu yapılacak maçlar için oksijen biriktirmeye Alpler’e gitmiş bir takımın oyuncusu gibi.
Tek farkla, bu bir takım sporu değil, bireysel bir spordur. Tenis gibi içedönük. Ve tek amacın vardır, wimbledon’ı kazanmak. Son topu da kazanıp geleneksel olarak coşkuyla kenar demirlerine ve insanların omzuna basa basa tribüne çıkılan, sevenlere ve nişanlıya sarınılan an geldiğinde soğukkanlı bir şekilde ellerini cebine sokup göğü seyredeceksindir. Sonra da sana gümüş tabağı veren York düşesini (ah, Di hayatta olacaktı) belinden kendine çekip öpeceksin.

h1

La vita cambia. Cambia la vita.

6 Kasım, 2008

Farkettim de bu İzmir günleri nasıl da üniversite mezuniyetinden sonraki İzmir günlerine benziyor. Alışkın olmadığım farklı bir İzmir vardı o zaman. Karanlık, üşüten, yalnızlığını yüzüne vuran bir İzmir. Her zamanki gibi açık, güneşli ve hafif değil.
O günler de aynı bugünler gibi belirsizdi. Yine sanki çok seçeneğim yok ve olanlar da iyi değil gibi geliyordu. Yine mecburiyetten bir yerlere devam etmeyi düşünüyordum. Yine günler boş geçiyordu ve yine şehirde kimseyi tanımıyordum. Aksi gibi, uzakta da arkadaşlarım tükenmişti. Yine vakti belli olmayan birşeyleri bekliyordum. İtalyan Kültür’e gitmiştim. Vaktini kaçırmasam yine giderdim. Ama çok sonradan, o zamanlar kendimden neler yapabilirmişim, ne seçenekler olabilirmiş de görmemişim demiştim.

ξ ξ ξ ξ ξ ξ

Bir arkadaşıma hayatımı yalnız geçireceğim, sevgili ve arkadaş olmadan dedim. Bu öngörün mü kararın mı dedi. Herhangi bir insan nasıl böyle bir karar alabilir ki. İnsan dediğin mahluk başkaları olmadan varolabilir mi? Issız bir adaya düşen bir adamı düşünün. Özlediği, hayatının çeşitli özellikleri, alışkanlıkları mıdır, yoksa insanlar mıdır? Aslında, bir gemi onu kurtardığında, yani daha evine gitmeden özlediklerine kavuşmuştur. Evindeki sevdiği insanları görmek hariç. Diyelim ki bu adam, orada doğmuş. Blue Lagoon tarzı. Ama anne-babasından biliyor ki başka insanlar, medeniyetler var. Yani, kavuşmak istediği birileri yok. Daha gemi yanaştığında istediğine kavuşmuştur.

Buradaki tüm fikir, o da eğer varsa, beklentileri küçültmek. Şu an birçok kişiyle ve mutlu olabilirdim demektense bunu hiç düşünmemek. Kaldı ki benim 1 numaralı hayalim neydi. Ama öyle görülüyor ki ben ileride “bu da bir türlü mutluluğu bulamadı” denilen amca, iş arkadaşları yemeğe çağırdığında “bu akşam misafirlerim var” deyip sonra evde yalnız oturacak, hep bir yerlerde arkadaşları olduğunu söyleyecek kişi olacağım. Sakallı (görünümüme bakacak kimse olmadığından), kitaplara gömülmüş gibi duran ama açık sayfaları okumadan uzak diyarlara gömülüp gidecek biri.

Yine de ölmeden bu başlıktaki isimle (hayat değişir, değiştir hayatı) bir kısa film çekeyim diyorum. Sonra kültür sanat programlarına basın bültenleri gönderirim, birkaçına konuk giderim, Türk asıllı İtalyan yönetmen olarak isim yaparım. Bunları derken filmi çektim bile. Bu çalışmada sembolik bir anlatım tutturdum. Minimalist bir altyapının üstüne biraz nihilism, biraz sinizm (cynism) ekledim. Deneysel küçük bir başyapıt oldu.

h1

Gamzedeyim, deva bulmam

20 Mayıs, 2008

İleride bugünlere baktığımda bunları nasıl yaşadım ben diyeceğim. İleride dediğim, yıllar sonra değil, buradan kaçar kaçmaz.

Yaşamayan bilemez. (Artık bir blogdan anlayış beklememeyi öğrenmeye çalışıyorum zaten, ama) 3 tam Amerikalı Amerikalı ev arkadaşının olmasını, birinin sevgilisinin sürekli evin bir parçası haline gelmesini, sıradan düşüncesizlikleri – ayıpları bir yana, yeni ev arkadaşı kızın sürekli kapı çarpmalarını, bunu çok olağan bulmasını, diğerlerinin de çok olağan bulmasını, o, diğer bir ev arkadaşı oğlan ve birkaç gün kalan annesinin aralarında kapı çarpma yarışması yapmalarının bünyede yarattığı gerilimi, çok serin geçen günlerde sırf Mayıs diye sürekli pencere açık yaşamalarını, evin bazen Ocak’tan beter soğuk olmasını, ev demişken burayı hiçbir zaman evim olarak görmediğimi, buradaki her ince detayı, hayatımın diğer kısmı ile hiçbir şekilde karıştırmadan hayatımdan çıkarmak istememi, o yüzden güzel geçmesini değil, sadece geçmesini istememi ancak benim anlayabileceğimi farkediyorum. Hayatın yaşanmayan geçici dönemlerini kabullenmeye çalışmak birşey, ama sonra başkalarının aynı dönemi yaşayarak geçirdiklerini görmek
yaraya kezzap atmak gibi geliyor.

Bitse de gitsek diyorum. Ben sınıfça götürüldüğümüz sinemada o eğitim programını seyrederken. “Alkol kötüdür, öldürür, süründürür, bünyede tahrip olunmaz yaralar açar”. Ama sonra film bitiyor ve ışıklar yanınca görüyorum ki herkes, tüm sınıf arkadaşlarım, hatta öğretmenler dahil, yan salona kaçıp Kutsal Hazine Avcılarını seyretmiş. Biri diğerine Indy’nin içkileri nasıl diktiğini anlatıyor, diğeri trende başka bir maceraya doğru giderken çok sevimli Karen Allen’a yaralarını öptürdüğü (bir de şurası çok acıyor) sahneyi. Bilinçaltım tahrip oluyor, artık ömrüm boyunca neden olduğunu anlayamadığım bir eksiklik hissi eksik olmayacak, o yaşta bile biliyorum.

h1

h . i . . ç

22 Nisan, 2008

Yapıştırılmış araba camı

Orta halli kasabalarda sık sık görebileceğiniz eski arabalara benzeyen bir yanım var. Çok eskiden, artık neredeyse hatırlanmayan bir zamanda kırılmış camım bantlarla yapıştırılmış duruyor.

– Kalp camdandır, bilirsin? Kırılan cam yapışır? Yapışmaaz.

Kırık bir camın iyi bir tarafı da vardır. Tekrar kolay kolay kırılmaz. Bilmiyorum, belki asıl-eski halindeki gerginliği olmadığından. Ben de eskisine göre daha zor kırılıyordum. Bunun, buradaki ruhsuz hayatla ilgili olduğunu sanıyordum bazı bazı. Diilmişşşşşşşşşşş.

Gece

Geceleri bir türlü yatamıyorum. Gelmiyor içimden. Birşeyler eksik. Tamamlanmamış. Arıyorum. Ne arıyorum, emin değilim. Eşini arayan birşeyler var içimde. Anlamlı birşeyler. Ruhumu doyuracak. Ruhumu doyuracak insanlar tanıyorum. Hergün gittikçe uzaklaşan. Sonunda boşboş ararken buluyorum kendimi. Kabulleniyorum ister istemez. İstemez.

USA

Yıllar geçtikçe buradaki günler daha iyiye gitmedi. Sanki gittikçe de kötüye gidiyor. Özellikle bu dönem hayatımda olan güzel hiçbirşeyi hatırlamıyorum. Beni sevindiren birini, bir sürprizi, bir hediyeyi, sadece özlediği için edilen bir telefonu, bir sevgi gösterisini. Doğumgünümü de bir şekilde tebrik eden bir arkadaşım bile olmadı (eski sevgililerden biri sadece).

Geçen gün bir arkadaşıma, bu dönem iyiye giden tek arkadaşıma sürekli birileriyle dışarıda oturulup içilen sahnelerle dolu idealize bir hayat betimliyordum. Konu farklı farklı yerlerden oraya gelmiş oldu iki kere. Bu o kadar da anormal birşey değil ki dedi. Banaysa o kadar anormal geliyor ki o hayat.

Geçmiş teorisi (ve ilahi adalet)

Buradaki yılların böyle rezil geçmesinin çok da kötü olmayan bir yanı var diyorum. Genel olarak zamanın kötü geçmesinin. Çünkü geçmiş oluyor. Şimdi var, şimdi püff ve yok. Çok güzel de geçmiş olsa sonuçta geçmiş olacaktı. Geleceğe kalan izleri ve direk, somut etkileri dışında bir anlamı yok belki de.

Bunu derken tabi ki biliyorum yaşananların değerini. Görmezden geliyorum. İnsanı ayakta tutanın geçmişi olduğunu kim benim kadar iyi bilebilir ki? Bazı yıllarım var ki 5 yıl boyunca anlatılabilirim.

Bu da bir tür adalet dağıtımı olabilir. Şimdiye dek iyi yaşayan ileride tadacaktır acıyı. Geçmişinde acılar olan ın da yakındır mutluluğu bulması. Ama benim diyet ödediğim yetmedi mi? Hadi ama!

Suret

İnsanlara feci şekilde inanıyorum. Tanrıya inanmak gibi birşey bu. Nadiren de olsa yeni ve güzel bir insan tanıyınca inancın tazelenmesi gibi birşey oluyor bu. Patlak düzen, parasal sistem, egoist toplum, pil halinde kültür, kaba canlılar vs. ama işte orada hala tanımadığın, naif ve çiçek gibi biri var.

Peki ya, böyle önemsediğin biri, çok kırarsa seni? Sanki “tanrım, nerede adaletin” dediğin bir gün karşına çıkıyor da “ne adaleti, ben seni diğerlerini eğlendiresin diye yarattım” diyor.

Son günler

Cumartesi, hiç kusura bakmasın, bok gibiydi. Pazar daha fena. Pazartesi okulda beni üzen öğrencilerim ve resmen sinirle ters davranan öğrencilerim oldu. Yorgun argın dönerken metroda yanında yerde oturmuş birşeyler ören bir kadın olan bir adam çigan ezgileri çalıyordu kemanla. Önüne birşeyler koyup uzaktan resmini çekerken no more photographs diye bağırdı sertçe, çalmaya devam ederken. Herşey ne kadar rezil, katlanılmaz, can sıkıcı, sinir bozucu filan derken kendimi gelecek olana hazırlıyordum belki de.

Her canlı ölümü düşünecektir

Yani, en direk, en kısa yoldan. Bunu hiç aklına getirmemiş, kendini buna hiç yakın hissetmemiş birine acımalı sanırım. Çünkü onlar direkten dönmemiş, hayat sonrasında en güzel yüzünü gösterdiğinde yeterince değerini bilememişlerdir.

Ama o anları yaşaması kolay değil tabi.

hiç

Aynı konuşmanın devamında, dışarıda birileriyle oturulup içilen filan, ben hiç kimseyle hiçbirşey yapmıyorum dedim. hiç mi dedi arkadaşım. hiç dedim. hiç’in i’leri uzadı, her yeri kapladı. O uzayıp giden i’ler ve bıçak keskinliğindeki ç’ler üzerine kompozisyonlar yazabilirim. i’ler buradan kıtanın ucuna, Patagonya’ya bir taraftan gidip diğer kıyıdan geri döndü, yukarı çıkıp Alaska’dan arada yüzmekte olan buz parçacıklarının üzerinden Sibirya’ya geçti. Rusya’dan Mongolya, sonra Arabistan (aslında bir süre lütfen kimse Arabistan demesin) yarımadası, oradan Güney Afrika derken… Domino taşı gibi dizilmişti i’ler. En soldakine minik bir dokunuş, hepsi devrildi teker teker. Düzen içinde bitmeyecekmiş gibi gelen, uzayıp giden i’leri birden dev gibi bir Ç kesti. O krater büyüklüğünde Ç bütün i’leri yuttu. Başka da söyleyecek birşey kalmadı.

250

Buranın 250. postuydu bu. Böyle olsun istemezdim. Ama kaderden kaçılmaz öyle değil mi? Bunu da başka bir vesileyle, bir pavyonda çalışan kıza nasıl aşık olacağımı anlatırken yazacaktım. Bir sonraki gün evlenecekken son gece diye arkadaşlar tarafından eğlence olsun düşüncesiyle Ankara’dan binilen arabayla habersiz götürülen bir Sincan pavyonunda, hepsi bir köşede sızıp kalmışken, kapatmaya yakın, çalışanlar etrafı süpürürken ve kötü ve sarhoş bir uvertür bulutların üstünden bıraktım ben kendimi, sonunu düşünmeden duygular sarınca beni derken masanın karşısındaki, bir şekilde orada çalışan kızla bazen konuşup bazen susarken herşey tamamlanacak, diyecektim. Ama işte, kaderden kaçılmaz, öyle değil mi?