Şehirdeki nadir arkadaşlarımdan biri, 2-3 yıl önce Fransa’dan buraya taşınan arkadaşım ve Fransız eşi dönmeye karar vermişler. Çok şaşırmadım. Oğlanın durumu zordu, dil sorunu, iş sorunu. Bir de şehrin çok dışına taşınmışlardı, insan yalnız hisseder orada. Zaten Fransa’dayken birkaç kere 1 saatin üstü konuşmalar yapmıştık telefonda, hep gelmeyin demiştim. Ben TR’nin gelişmişlik endeksindeki yerini biliyor musunuz diyordum ben, o biliyorum diye geçiştiriyordu beni.
Söyledikleri sebep ilginç ama. Kaba bulmuş oğlan İzmirlileri. Bence bu da gelişmişlik endeksiyle aynı şey. Gelişmemiş ve nazik toplumlar vardır (zarif olmasa da) ama bizim hızlı büyümemizle ilgili birşey bu. ‘Para orada işte, insanların üstüne basıp uzan ona’ kültürü. Oğlan 10 küsur yıl önce İst.’da yaşamış, onlar öyle değildi diyordu, ama bence bu İst.-İzmir meselesi değil. Biz çok hızlı değişiyoruz, İst. da aynı burası gibi (hatta birçok açıdan daha beter) olsa gerek. Özellikle yurtdışındayken hiç farkedilmiyor bu değişim, sonra yaşayıp farkederken şok oluyorsun.
En son Haziran’da görüşmüştük onlarla, hatta olayların çıktığı ilk Salı’ydı. Şehrin iki ucundayız. İstanbul ölçeğinde yakınız bile denebilir, bir saat sürmüyor trafik olmadığında ama onların Urla’ya doğru olması fikren uzak geliyor insana.
Çeşme’ye gitmek istiyordu arkadaşım, ben de çocukluktan beri bildiğim güzel koyları gösterecektim, denize girecektik. İzmir’de olunca sürekli denize giriyoruz sanıyor uzaktakiler (İst.’da gittiğim doktor da aynı şeyi demişti), ama ben sanırım 3 yazdır girmedim.
Ağustos ortasından itibaren ben bir ay hastanelerle cebelleştim. Sonrasında 2-3 günde bir arayıp ayarlamaya çalıştım. Arkadaşımın hep işleri vardı. Sonra da vize için Ankara’ya gitti, bari bayramda hava güzelken gidelim dedim, ama dönüşü hep ertelendi, filan, böylece onlar gitmeden son 10 güne geldik.
Ben de deniz kaldıysa bari iyi bir yemek yiyelim dedim, araştırdım. Çeşme tarafı deyince tüm hoş yerler Alaçatı’da çıktı tabi. Eskinin küçük köyü şimdi koca Çeşme’yi yuttu. Yalnız, koca İzmir’de iyi bir restoran bilmiyorum, ama Alaçatı’da birkaç tane çok hoş yer biliyorum. Milör’ün gittiklerini izledim, yerlerini kaydettim, tüm planı yaptım.
Son 10 gün her gün aradım. İlk günler işleri vardı, bekledim. Bir gün ben çok kan verdiğim için bitaptım, ama zaten bana kalmadı iş. Bir gün bu tarafa geleceklerdi. Biraz gelmişken görelim durumu olsa da evde bekledim, aramadılar. Sonraki gün görüşecektik, aradım, bir arkadaşlarının tek müsait zamanıymış, yine kaldı. Yarın dediler o gün. O yarın, görüşebileceğimiz son gündü artık, aradım, arkadaşım ben seni birazdan arayayım deyip kapattı. Yine bütün gün bekledim. Birkaç saat sonra ‘yok artık’ demeye başladım. Ve gerçekten yok artık oldu ve öyle kaldı.
Fazla acıklı oldu ama o noktada bana son zamanlarda sık sık olan şey oldu. Bir hale kırıldı.
Belki yazıyı burada bitirmeliyim.
Ben insanları, yani sevdiğim insanları bir hale ardından görüyorum. Tam idealleştirmek değil bu. Kendi idealime benzetmiyorum. Oldukları kişiyi o şekilde olabilecekleri en hoş halleriyle görüyorum. Hatalarını görmüyor olmuyorum, ama önemsemiyorum. Biraz bayık bir tabir olsa da gönül gözüyle görmek gibi birşey. Sonra o haleyi kırıyorlar, tuz buz.
Başka sonuçlar da var buradan çıkardığım: Ben hiç öyle “ben bir tek şu gün, şu saatte müsaitim, yersen” tipi biri olamıyorum. Sen işlerine bak, ben kendimi ayarlamaya çalışırım, deyince sen öncelik sırasında sona atılıyorsun. “Ben seni birazdan arayayım” da ne menem birşey. Birini öylesine bile arasan bu sözden sonra gelmeyince o telefon, işkenceye dönüyor.
Nesillerle çok ilgili birşey bu. Mesela dikkat ediyorum, abim böyle şeyler yaşamıyor. Çok eski arkadaşlarıyla hep aynı ilişkileri duruyor. Onların devrindekilerden birinin ben seni ararım deyip aramadıklarını düşünemiyorum (arkadaşım da benden birkaç yaş altta, yani araya rahat bir nesil giriyor). Aslında tanıdığım hemen kimseyi bilmeyen annem de tanık oldu olaylara. Arkadaşım Fransa’dan taşınmadan bana birkaç kitap kutusu filan göndermişti, oradan biliyor. Birkaç gün de üstüste akşam yokum deyip bir yere kımıldamadığımı görmüştü. Ben olsam aradıklarında bahane uydururdum dedi. Onlar için de yüzleşmek düşünülmez birşey. Oysa ben direk söylerdim, ayıp ettin valla diye. İkimiz de birbirimizi garipsedik.
Ama öyle bir şey deme şansım da olmadı. 2 gün sonra gidecekti eşi. Ertesi gün çok zor gelse de aradım, açılmadı. İyi yolculuk mesajı, cevapsız. Seni sevmiyorlar derdim ben olsam bunları okuyan. Ama öyle bir durum da yok. Ne zaman görüşsek hep çok iyi davranmışlardır. Bu daha çok emici insan sendromu ile ilgili.
Hale yıkılınca daha somut şeyler üzerinden bakıyorsun ilişkine. Neler olmuş, kim ne yapmış. O zaman da çoğu aynı sonuç çıkıyor. Sen hep vermişsin, karşı taraf hep almış. Bu da seninle ilgili, senin fazladan yaptığın birşey değil. Hayatı böyle etrafındakileri emerek yaşayan insanlar var. Hep birşeye ihtiyacı olan, hep arkadaşlarının düşündüğü kişiler bunlar. Bunu da genelde istemeden, çok alttan yapıyorlar. Ama onların hiç başkaları için fazla zamanları olmuyor. Arkadaşlık bir yarar ilişkisi değil, o yüzden ne yazık böyle bakmak, ama napalım ki doğru: Bir yerde kendini karşı tarafı memnun etmek, işine yaramak için uğraşır, yemek yapar, hediye düşünür, zaman harcar, ama aynı tavrı hiç görmemiş buluyorsun.
Herkesin dolabında vardır ya bir iskelet, ben artık fazla insanınki oldum. Sokakta, alışveriş merkezinde karşılaşılmak istenmeyecek, karşılaşılırsa da en kısa yoldan kurtulunmak istenecek kişi. Öyle birşey olsa hiç toplumsal uyum kurallarına bakmayıp hiç oynamadan direk “ayıp ettin, bilesin” deyip soğuk bir gülüşle kısa keseceğim, bazısına da başımı ah-ah şeklinde sallayıp yürüyüp gideceğim. Mutlaka herkesin içindeki lafı edeceği bir ortam doğar. Hep olmuştur, hep olur.
h . i . . ç
22 Nisan, 2008Yapıştırılmış araba camı
Orta halli kasabalarda sık sık görebileceğiniz eski arabalara benzeyen bir yanım var. Çok eskiden, artık neredeyse hatırlanmayan bir zamanda kırılmış camım bantlarla yapıştırılmış duruyor.
– Kalp camdandır, bilirsin? Kırılan cam yapışır? Yapışmaaz.
Kırık bir camın iyi bir tarafı da vardır. Tekrar kolay kolay kırılmaz. Bilmiyorum, belki asıl-eski halindeki gerginliği olmadığından. Ben de eskisine göre daha zor kırılıyordum. Bunun, buradaki ruhsuz hayatla ilgili olduğunu sanıyordum bazı bazı. Diilmişşşşşşşşşşş.
Gece
Geceleri bir türlü yatamıyorum. Gelmiyor içimden. Birşeyler eksik. Tamamlanmamış. Arıyorum. Ne arıyorum, emin değilim. Eşini arayan birşeyler var içimde. Anlamlı birşeyler. Ruhumu doyuracak. Ruhumu doyuracak insanlar tanıyorum. Hergün gittikçe uzaklaşan. Sonunda boşboş ararken buluyorum kendimi. Kabulleniyorum ister istemez. İstemez.
USA
Yıllar geçtikçe buradaki günler daha iyiye gitmedi. Sanki gittikçe de kötüye gidiyor. Özellikle bu dönem hayatımda olan güzel hiçbirşeyi hatırlamıyorum. Beni sevindiren birini, bir sürprizi, bir hediyeyi, sadece özlediği için edilen bir telefonu, bir sevgi gösterisini. Doğumgünümü de bir şekilde tebrik eden bir arkadaşım bile olmadı (eski sevgililerden biri sadece).
Geçen gün bir arkadaşıma, bu dönem iyiye giden tek arkadaşıma sürekli birileriyle dışarıda oturulup içilen sahnelerle dolu idealize bir hayat betimliyordum. Konu farklı farklı yerlerden oraya gelmiş oldu iki kere. Bu o kadar da anormal birşey değil ki dedi. Banaysa o kadar anormal geliyor ki o hayat.
Geçmiş teorisi (ve ilahi adalet)
Buradaki yılların böyle rezil geçmesinin çok da kötü olmayan bir yanı var diyorum. Genel olarak zamanın kötü geçmesinin. Çünkü geçmiş oluyor. Şimdi var, şimdi püff ve yok. Çok güzel de geçmiş olsa sonuçta geçmiş olacaktı. Geleceğe kalan izleri ve direk, somut etkileri dışında bir anlamı yok belki de.
Bunu derken tabi ki biliyorum yaşananların değerini. Görmezden geliyorum. İnsanı ayakta tutanın geçmişi olduğunu kim benim kadar iyi bilebilir ki? Bazı yıllarım var ki 5 yıl boyunca anlatılabilirim.
Bu da bir tür adalet dağıtımı olabilir. Şimdiye dek iyi yaşayan ileride tadacaktır acıyı. Geçmişinde acılar olan ın da yakındır mutluluğu bulması. Ama benim diyet ödediğim yetmedi mi? Hadi ama!
Suret
İnsanlara feci şekilde inanıyorum. Tanrıya inanmak gibi birşey bu. Nadiren de olsa yeni ve güzel bir insan tanıyınca inancın tazelenmesi gibi birşey oluyor bu. Patlak düzen, parasal sistem, egoist toplum, pil halinde kültür, kaba canlılar vs. ama işte orada hala tanımadığın, naif ve çiçek gibi biri var.
Peki ya, böyle önemsediğin biri, çok kırarsa seni? Sanki “tanrım, nerede adaletin” dediğin bir gün karşına çıkıyor da “ne adaleti, ben seni diğerlerini eğlendiresin diye yarattım” diyor.
Son günler
Cumartesi, hiç kusura bakmasın, bok gibiydi. Pazar daha fena. Pazartesi okulda beni üzen öğrencilerim ve resmen sinirle ters davranan öğrencilerim oldu. Yorgun argın dönerken metroda yanında yerde oturmuş birşeyler ören bir kadın olan bir adam çigan ezgileri çalıyordu kemanla. Önüne birşeyler koyup uzaktan resmini çekerken no more photographs diye bağırdı sertçe, çalmaya devam ederken. Herşey ne kadar rezil, katlanılmaz, can sıkıcı, sinir bozucu filan derken kendimi gelecek olana hazırlıyordum belki de.
Her canlı ölümü düşünecektir
Yani, en direk, en kısa yoldan. Bunu hiç aklına getirmemiş, kendini buna hiç yakın hissetmemiş birine acımalı sanırım. Çünkü onlar direkten dönmemiş, hayat sonrasında en güzel yüzünü gösterdiğinde yeterince değerini bilememişlerdir.
Ama o anları yaşaması kolay değil tabi.
hiç
Aynı konuşmanın devamında, dışarıda birileriyle oturulup içilen filan, ben hiç kimseyle hiçbirşey yapmıyorum dedim. hiç mi dedi arkadaşım. hiç dedim. hiç’in i’leri uzadı, her yeri kapladı. O uzayıp giden i’ler ve bıçak keskinliğindeki ç’ler üzerine kompozisyonlar yazabilirim. i’ler buradan kıtanın ucuna, Patagonya’ya bir taraftan gidip diğer kıyıdan geri döndü, yukarı çıkıp Alaska’dan arada yüzmekte olan buz parçacıklarının üzerinden Sibirya’ya geçti. Rusya’dan Mongolya, sonra Arabistan (aslında bir süre lütfen kimse Arabistan demesin) yarımadası, oradan Güney Afrika derken… Domino taşı gibi dizilmişti i’ler. En soldakine minik bir dokunuş, hepsi devrildi teker teker. Düzen içinde bitmeyecekmiş gibi gelen, uzayıp giden i’leri birden dev gibi bir Ç kesti. O krater büyüklüğünde Ç bütün i’leri yuttu. Başka da söyleyecek birşey kalmadı.
250
Buranın 250. postuydu bu. Böyle olsun istemezdim. Ama kaderden kaçılmaz öyle değil mi? Bunu da başka bir vesileyle, bir pavyonda çalışan kıza nasıl aşık olacağımı anlatırken yazacaktım. Bir sonraki gün evlenecekken son gece diye arkadaşlar tarafından eğlence olsun düşüncesiyle Ankara’dan binilen arabayla habersiz götürülen bir Sincan pavyonunda, hepsi bir köşede sızıp kalmışken, kapatmaya yakın, çalışanlar etrafı süpürürken ve kötü ve sarhoş bir uvertür bulutların üstünden bıraktım ben kendimi, sonunu düşünmeden duygular sarınca beni derken masanın karşısındaki, bir şekilde orada çalışan kızla bazen konuşup bazen susarken herşey tamamlanacak, diyecektim. Ama işte, kaderden kaçılmaz, öyle değil mi?
'issi, çeşit, no comment kategorisinde yayınlandı | Leave a Comment »