Archive for the ‘mai’ Category

h1

Maviyle yeşilin buluştuğu yer portakal olur

14 Kasım, 2013

13 Kasım Çarşamba. Bugün denize girdim.
Su tuzluydu. Fazla tuz vücuda zararlı diye su yutmamaya çalıştım.

{Suyun içindeyken sıcak su kaynaklarının deniz suyuna karışmasında olduğu gibi bir bulanıklık oluyordu etrafımda. Resmen sıcaklık kaynağıydım ve bulunduğum yer biraz ılımıştı, kıpırdayınca hemen cayıp yerime dönüyordum. Havlum yoktu, çıkarken ne kadar üşüyeceğimi düşünerek de kıpırdamak istemiyordum. Kendimi yalayarak kurutsam dedim ama işte tuz. Ama çıkınca kurumak zor olmadı. Güneş ışınları hem dalga hem parçacık olarak hissedilebiliyordu.}

IMG_6246
(brrr, soğuk)

IMG_6311

h1

Rumuz Goncagül

11 Ekim, 2012

– Yaz boyu kapının yanında güneş kremi durur. Ben hiç sürmem aslında. Daha 3-4 gün önceydi, evden çıkarken gözüme ilişti, canım istedi. Bir gün önce güneş bayağı yakmıştı. Kollarımı bir güzel sıvadım kreme. Sonra vapurda sürekli kolumu yemek istedim. Tam bir deniz-plaj kokusu. Bu yıl da hiç denize girmediğimden pek özledim o kokuyu.

– Daha önce de demiştim, fesybuk’a bir tiyatro festivali için kaydolduğumu. Dolayısıyla oradaki bağlantılarım da genelde İtalyan sokak tiyatrocuları. Biri ki çok sevimli birine benziyor, 2 gün önce oyununun resmini koyup herkesi çağırmış:


[Gerçi resimden de anlaşılıyordur ama: “Ciddi bir kız, yalnız bir adamla tanışmak istiyor, en fazla 70“]

Ben de ‘aynı Rumuz Goncagül’ dedim. Daha doğrusu, “25 yıl önceki bir Türk filmine çok benziyor” dedim. Filmden de Türkan Şoray’ın annesiyle (Altan Karındaş sanırım) bir bankta talihlilerini beklediği bir resmi koyayım istedim. Hatta o sırada Müşfik Kenter, Macit Koper veya Yavuzer Çetinkaya elinde gülle geliyor olsun (onu böyle efsanevi -elit- isimler istemişken o bir sakallıya (Hakan Balamir) varır [Aristokrasiye karşı sosyalizmin zaferi!]).

Ama nerde… Filmle ilgili hiçbir resim olmadığı gibi, fragmanı bile yok. Sadece bir yerde 6-7 parça halinde filmin bütünü var. Ben de o bölümlerden, içinde en benzer sahneler olan birinin linkini verdim. O da “izledim, ama Türkçe. Anlamak isterdim” diye yazmış. Sonra da altyazılı versiyonları sormuş.  Nette yok, ama belki dvd’sini bulurum dedim. O ‘en azından İngilizce altyazılı’ diye ısrar edince de ‘tamam, kesin bulurum’ dedim.

Kısacası, dvd’sini bulabileceğimi bilen biri varsa, ya da fikri olan, ya da Beşiktaş’taki ünlü dvd’cinin önünden geçen-telefonunu bilen (Beşiktaş’ın tam ortasında, Mimar Sinan’ın karşısı bir bina, 2. katta: büyük olasılık yoktur, ama bir yerde varsa onda vardır) ya şimdi konuşsun, ya da hatırlayınca. Olmadı, Sultan’a soracağım ama ayıp olacak. Kadına ilk sözlerim ‘Rumuz Goncagül’ün videosu’ olursa alınır tabi.

– Assange’ın hikayesi, başından geçenler inanılmaz değil mi? U2’nun şarkısını biraz değiştirip gece gündüz stuck in a building, can’t get out of it diyebilir. Şimdi de Gaga onu ziyaret etmiş, habere göre 5 saat yemek yemişler. Ama 5 saat yemek yenmez ki. İşin gerisini bilmem ama müthiş bir ikili olurlar gerçekten. Megaloman psikopatla narsist teşhircinin aşkı. Çocuklarını düşünemiyorum.

h1

Chilee, Chile Bülbülüm Chilee*

28 Haziran, 2010

* Tamam, kötü espri ama tribünlerde yazan Red Hot Chile Peppers’tan kötü değil.

Burada yatarak yapabileceğim fazla birşey yok. Ekran. Neyse ki ekranda hareket var:

Her kupada bir G.Amerikalı’da olurdu gönlüm. Daha küçücükken benliğimde yer etmiş olan o büyülü mavi rengin (hele beyazla birleştiğinde cenneti cağrıştırır) ve uçuşan konfetilerin etkisiyle coşkunun dünyadaki mekanı Arjantin bir adım önde oldu hep. Çok defansif ve kötü oynayıp iki maçta penaltı şanslarıyla finale çıktıkları 90 kupası hariç. Bir de herkesin tersine 86’daki Maradona kupasında da o denli bayılmamıştım. Çünkü o zaman fantastik bir Brezilya vardı, coşmadan, sonucu düşünmeden, topa başka kimseden görmediğimiz şeyler yaptıran, neredeyse basketteki Harlem. 94’e dek -94 de dahil- Brezilya da gönlümün diğer yarısıydı. İki aşkı bir yürek taşır mıymış derler bi’ de, taşıdım valla.

Ama Brezilya’da o eski zamanların rakibe top göstermeyen fantastik oyuncuları gittikçe azaldı, farkları azaldı. Bir yandan futbol da değişti tabi, koşmadan kazanılmaz oldu. Diğer yandan Avrupa’nın portakal takımı hızlı ve teknik adamlarıyla kıtanın faydacı ekiplerinden ayrıldı.

Resimler geçen kupadan, buradan. O zaman herkesin kazanmak için Brezilya’yı tuttuğunu (ama erken eleneceklerini, kupayı İtalya’nın alacağını) yazdığımda “sevinmek için sevmedik” demişti Sotiz. Sevinmek için sevenler bu sefer Arjantin’i tutunca, bir de takıma pek çok sevdiğim ve çok iyi adamlar çağrılmayınca gönlümün bu güzel rengine o benzersiz sevgiyi hissedemedim.

Onlar gönlümde eskisi gibi yok, neredeyse tüm takımlar kontrollü oynamaya çalışıyor. Ama hiç beklenmedik bir takım kontrolsüzce karşı kaleye akıyor. 2002’de Arjantin’i karşı kaleye yığan (çok iyi futbola rağmen şanssızlıklarla elenen ama 2 yıl sonra Olimpiyat’ı kazanan) teknik direktör Bielsa’nın çalıştırdığı Şili.

İlk defa en çok tuttuğum takım G.Amerika’nın iki devinden biri değil. Ama kıta hep aynı. En iyi savunma hücumdur prensipiyle en baba takıma karşı bile atak yaparak oynuyor Şili. Ve futbolun asıl amacını gösteriyor. {Kocaman parantez: niye oynanır futbol? Kazanmak için? Değil. Niye kazanmak ister takımlar? Zaferler ne getirir? Prestij. Kupalar, başarılar hep prestij içindir. Büyük futbol ülkelerinin takımlarının prestiji hep fazladır. Güzel ve cesur oyunlarıyla prestij kazanarak baştan kazanıyor Şili.} Portakalları ve iki kupadır kimlik değiştirip hücum oynayan Almanları da destekliyorum.

’94’te hayatımın en zor dönemini geçirirken ilk defa çok desteklediğim bir takım kazanmıştı kupayı. (Bir nevi aşkta kaybeden kumarda kazanır durumu). Bu sefer de öyle olacağına inanıyorum. Şili’nin Brezilya karşısında şansı az belki (ama neden olmasın) ama Hollanda veya belki Almanya neden olmasın…

(kupanın başında öngörüm Brezilya’nın kazanacağıydı (tutmak başka, kazanacağını düşünmek başka) ama istemem bunu. Hollanda-Brezilya çeyrek finali olacak gibi, geçen kupayı alır. TR liginden sonra dünya kupasını da ilk defa kazanan bir takım alsın istiyorum. Ve Hollanda – Almanya finali olsa ne güzel olur).

h1

biz bir gün skör’le

15 Nisan, 2008

Bir arkadaşıma yazdım: “Geçti ama hala iyi hissetmiyorum. Çok uykusuzum belki ondan, çok yalnız hissediyorum, belki ondan, hala buradayım ve yapacak çok işim var, belki ondan, hala buradayım ve ev arkadaşlarının salak seslerini çekiyorum, belki ondan, gelecek için vaat eden birşey yok, belki ondan.”

Budur ruhhali. Ama arada o kadar güzel şeyler seyrediyorum ki. Mesela geçen gece skör’le istanbul’da buluşmuştuk. O istanbul’lu -orada yaşıyor-, ben değilim, gezmeye gelmişim. Bir yerden dolmuşa binmemiz gerek. Ama binmek için gelen trafiğin birkaç şeritini geçip ortada bir yerde binmemiz gerek. Çünkü en sağdaki şerit başka yöne doğru ayrılıyor filan. Bu kadar yaya düşmanı bir trafik ancak bu şehirde olur diyorum filan. Sonra biniyoruz dolmuşa, öndeki 3’lüye oturuyoruz. Az sonra boğazın yanından geçiyoruz. Küçük bir koy, hemen ilerimizde, ve deniz o kadar güzel parlıyor ki. Masmavi ve Gözkamaştıracak kadar muhteşem. Bu da ancak burada diyorum.

Sonra ilerlediğimiz yerde hemen dibimiz deniz. Yüzenler var. Hava sıcak sayılır, ve şoförün de canı var, öyle değil mi? O da boş olan sağındaki koltuğun yanındaki kapıyı açıyor ve kendini sulara bırakıyor. Dolmuş yavaş da olsa giderken. Yerine de bir arkadaşını ayarlamış. Yüzmekte olan bir şoför birazcık koşup dolmuşa yetişiyor ve aynı kapıdan atlıyor içeri. Hemen koltuğa kurulup kontrolü alıyor. Ya yetişemeseydi filan diye düşünüyorum.

Kontrolü alıyor ama hemen karşımızda yüzmekte olan bir grup var. Direksiyonu kıvıracak alan yok gibi. Gerisi daha çok düşünerek, canlandırarak. Sağa kesiyor hemen ama yetmiyor, katliam olmuyor ama iki kişi arabanın pervanelerinden yaralanıyor. Peki, biz birşey yapabilir miydik, mesela, adama hemen motoru kapat diye bağırsaydık? Motoru kapasa pervane de birden durmazdı ama yavaşlardı en azından. Biraz farkedebilirdi.

Her neyse, deniz güzeldi. Şurada olduğu gibi.

h1

akşamüstü arabada giderken athena çalıyordu

5 Ekim, 2007

Ψ bu post kendini yansıtmaktadır ψ

Tam öyle değil aslında. Bir defa akşamüstü değil, basbayağı akşamdı. Karanlık olduğunu hatırlıyorum. Hem zaten, karadan 2-3 dk.lık birhızlı tekne yolculuğu ile varılan 3-4 kiliseli adada güneşin batışını seyretmiştik.
Sonra araba da değil, dolmuştan bozma birşeydi. Şunun gibi: 2007-08-24_00036.jpg Pencerelerden bazıları yoktu. Kapıyı da pek kapatmıyorlardı.
Sonra yaptığımıza gitmek de denemez pek, daha çok sallanıp yuvarlanıyorduk.

Ama Athena çaldığı doğru. Oradaki tek kaset o muydu, veya müzik sistemine bağlanan minik basit mp3 çalardaki tek albüm müydü, öyle birşeydi. Ska da sevmem aslında. Ama o anda gerçekten iyi gitti. Yani mirk elam’dan her gece filan olsa daha iyiydi tabi ama iyi idare etti.
Aslında deniz, üstüne güneş batışı gelince bir yorgunluk çökmesi ve durgunluk beklenebilirdi ama nedense hiç öyle değildi. Kanımız kaynıyordu. Özellikle benim.

Şoför koltuğundaki uzun saçlı oğlan müziği hareket ettikten hemen sonra açmıştı. Diyelim bu (aslında bu sanırım 2. şarkıydı). Hızlı ritmli, oynak birşey. Sesi de sonuna vurunca minibüs inlemeye başladı. Hatta baştan ritmle beraber minibüsü de sarsıyordu şoför, frenlerle. Ormanın içindeki daracık, bol virajlı ve karanlık bir yolda gittiğimiz düşünülürse bu pek de akıl karı değildi belki. Karşıdan birşey gelince sakinleşip kenara çekiyorduk.
Birileri dansetmeye başladı. Dikkat ettim, hep yabancı kızlar. Bir Rus, iki Ukraynalı ve daha çok salınıyor olsa da bir İtalyan. Dolmuşun ön koltuğunda oturup ya onları seyrediyordum, ya da içeriyle uyumsuz ama gözalıcı biçimde huzurlu olan dışarıyı.

“Hadi Simon, oturmaya mı geldik” gelince en arka sıradan, işin başa düştüğünü anladım. Bensiz hareketlenmeyecekti minibüs. Önden kalkıp ortalara geçtim. Demin de söylemiştim sana, güzel oluyor. Ben olunca dansedenler arttı birden. Nedense. Çünkü hepsini daha 1 gündür tanıyordum. Birara açık kapıdan uçuyordum. Ama hoş oldu, tutundum son anda.

Sonradan hepsi geride kalınca iyi hissettim. Hala dışıma çıkabildiğim için. Hala kıpır kıpır olabildiğim için. Bir de hala limboda çıtaları iyice aşağılara indirdiğim için.

h1

sizden ayrı kaldığım günlerde

22 Eylül, 2007

– terledim:

– mücevherlerine göz diktiğim kadınları ayarttım:

– yürüdüm:

– gözleme yedim:

– yeniden film seyretmeye başladım:

– acaip şeylere şahit oldum:

{wordpires’in son durumundan bihaberim. bazıları yasak kalktı dese de sanırım tt’nin olmayan bağlantıları kullanınca yanılıyorlar. kısacası, yazıyı okuyup resimleri göremiyorsanız, aynısı şurada (yani sanırım yarın itibariyle).}

{ekleyeyim: http://thesaint.wordprexy.com. birileri dava ile ilgilene kadar oradan takıp edebilirsiniz. ben de iki tarafa post etmekten kurtulurum}.

anlaşılan, wordprexy de kapanmış. hoş. o zaman önceki siteye de koyayım burada ne varsa.

h1

ben bir kaleciyim, kova kaleci

9 Şubat, 2007

Harmony and understanding
Sympathy and trust abounding
No more falsehoods or derisions
Golden living dreams of visions
Mystic crystal revelation
And the mind’s true liberation
Aquarius! Aquarius!
*

Croupier‘de Clive Owen’a sorar tanıştığı kadın:
– Are you a believer in astrology?
– No. But then, I’m a Gemini, and Geminis don’t believe in astrology.

Astroloji fikren tabi ki benim de pek aklıma yakın değil. Ama gel de kova ol -ve benim gibi biri ol- da inanma. (hoş, zaten kovalar da sanırım daha çok mantık insanlarıdır, o yüzden zor inanır). O yüzden geçen Mart civarı kendim ve bildiğim 2-3 kişi dışındaki geniş blog dünyası ile tanıştığımda kendime yakın bulduklarımın çoğunluğu kova çıktığında şaşırdım mı? Pek sayılmaz. Ama anlamlı buldum.
[Böyle bir sözü toplum içinde edince tabi ki açıklamak gerekiyor. Tabi ki sadece orandan bahsediliyor, yoksa ne tüm kovaları yakın bulabilirsin, ne tüm yakın olanlar kova olabilir. Yani gereksiz yere üzmeyin kendinizi, durduk yerde
de sevinmeyin].

İlk yılımda neredeyse şehir dışında oturduğum eve giderken 10’da derslerden çıkınca bindiğim ruhumu donduran soğukluktaki metroda önümde oturan kadının okuduğu kitaptaki Kova sayfasından dolayı lafa girmiştim. Tabi ki özgürlük düşkünüdürler diyordu sayfa. Çeşme’den alınıp sonra kırılan bir bardağın üzerinde, gazete eklerinde, ve her burç kitabında yazdığı gibi. Özgürlük kolay bir kelime. Bir kovanın özgürlük anlayışıysa kendine göredir. Saf hissedilen birşey.
Zaten kendine göredir harbi bir kova. Kendine ait kuralları olan, zamanın akmadığı, herşeyin sonsuz olduğu, günlerin birbirinden mümkün olduğu kadar farklı olduğu dünyasında yaşar. İnsanlar tek tek vardırlar, bazen biraraya gelip güzelleşmeyi, bazen tek başlarına çoğalmayı seçerler. Kendi dünyaları çok geniştir. Zaten daydreaming, Keltçe kova-dreaming’den gelmektedir.

İdeal’e, hep ulaşılacak, yaşanacak, koklanacak bir ideal’in varlığına inanırlar. O ideal ulaşılır olsa bile zaten ondan da diğer herşey ve herkesten olduğu gibi bir süre sonra sıkılmaktan korkarlar. (Hair’dekiler Kova Burcu’nun güzelliklerini yaşıyor olabilir ama bir kova öyle bir komünün parçası olmaya en fazla birkaç gün dayanabilir). Ah, anlaşılmaz zaten kovalar.

Garip, farklı, şokedici, radikal, sosyal olarak kabul edilemez, aynı zamanda arkadaşlığın burcu diyor bir site. İnatçı ve ortodoks karşıtı diyor biri. Mottosu ‘insanlığa bayılıyorum, katlanamadığım insanlar’ diyor bir diğeri. Biliyor olma tutkusundan bahsediyor hepsi. Bense kim olduğumu biliyorum bana anlatmayın diyorum.

Kapatırken şu şarkıyı çalıyoruz. Ayrıca, bu bahaneyle Halid‘e de mutlu yıllar dilemeyi ihmal etmiyoruz.

___________________

* ekleyelim: şarkıdaki (ve klipteki: seyrediniz!) age of aquarius’tan dolayı ’68-69’da dünya Kova burcundaymış derdim. Oysa o, öyle değilmiş. Dünya bir burca girince ikibin yıla yakın bir dönem sürüyormuş. Şu anki Balık burcu karanlık döneminden sonra bazı astrologlar ’60’larda, bazı -loglar 2000’de başladığını düşünüyor Kova Burcunun ve getireceği barış ve aydınlanmanın. Wiki‘ye güvenirsek 2600 civarı diyor ki bu bana şu dünyaya bakınca daha mantıklı geliyor.

h1

bu mudur?

19 Ağustos, 2006

yıl boyu özlediğim görüntü bu mudur?

<>032
cık.
özlediğim, sanırım halamın cumbalı evinden sabahın sessizliğinde sonsuz düzlükte bir denizde Fethiye körfezine sallana sallana giren küçük beyaz yelkenlileri seyretmenin huzurudur. dur, bi’ de dürbünü getireyim, ne bayrağı varmış, güvertede kimse var mı bakalım, güzel bir abla mesela. Ama ablalara daha zaman vardır. ‘Belki birgün’ isimli teknelere de daha zaman vardır. Fazla birşey beklenmeyen, zamanın sonsuz göründüğü güzel zamanlardır.

h1

Tatil arabaşlığı altında herşey

19 Haziran, 2006

Antalya’dan doğuya gitmek, keşfetmek, bir ülke ile tanışmak; canı can olan her can gibi canını bir Bodrum gulaş tekneden maXimum’un X’i şeklinde sulara bırakmayı istemek; başka diyarlarda, ismi telefon rehberinde olmayacak adamların diyarlarında gezmek, anlaşamamak, kaybolmak; konserler, baba isimler, ama manzarada da deniz olsun; yolda güneş yükseliyor olsun, güneye giderken; daha saysam sayılır, tüm yıl bu kelimeyi bekledik biz, en iyisi maddeler şeyedeyim:

manastir

1. Maç: Toprak altında yaşayan, 4 yılda bir yeryüzüne çıkan cırcırböceklerine benzeyen bir hadise bu (bizim orada öyle cırcır böcekleri var, 17 yılda bir çıkıyorlar topraktan). Kaçmaz. İnsanın elinde değil. Zaten neredeyse bir vazife bu. Hatta Almanya’da olmak vardı anasını satayım. Püfür püfür bir stadyumun yamacında. Birahanede kolkola sosis ekmek yemek, Arjantin’liye yarasın dostum demek, ver elini Kaiserslautern, ver elini Gelsenkirschen; şimdi orada olmak vardı, haydi gel gidelim yersen.

2. Roger Waters: Tüm Dark Side of The Moon’u çalacakmış. Vayy ulan dememek elde değil. Bilet fiyatına rağmen. Hele C.R.A.Z.Y.’yi gördükten sonra daha bir canı istiyor insanı. (Görmedin filmi, di mi, sayın okuyucu? Yani ben sana ne diyeyim? Direk indirmen için link mi koyayım buraya, yoksa bilet mi dağıtayım?) Ama uymuyor anacım, kupanın ortasında İstanbul gezisi. Hem bakın, pek ittiriş doluymuş Kuruçeşme’de bir önceki konser.

Peki bir tek İstanbul’da, bir tek kupa sırasında mı çıkıyor bu adam? Yoo, bakın, turne uzun. Pilota söyleyeyim, denize inip alsın beni, Malta, Lucca, şu, bu, gezelim Roger Waters ilen.

ishakpasa
3. İstanbul’a gitmek lazım, anasını satiim: 3 yıl olacak neredeyse doğru dürüst İstanbul görmeyeli. Günübirlik geçişler ve 1-2 konser hariç. Arada müzeler coştu, bu aralar da festivaller çiçekleniyor. ‘Hıck’ diyerek izliyor insan gece-gündüz benzeri programları uzaktan. Hem o programlar niye hep İstanbul’dan ibaret, anlayamıyor buradan insan.

4. Mersin’den doğuya: Eski bir plan bu. Ülkenin doğusunu görmemiş birinin doğuda büyülenme isteği. Shakespeare’in Pericles’ini seyrettim geçenlerde. Pericles, Lübnan’daki antik kent Tyre’ın prensi. Hayatı boyunca Antakya, Tarsus, Efes, Milet, İskenderiye, Pentapolis (Cezayir) gezer, başına türlü şeyler gelir. Böyle masalsı bir hikaye.

Lafın geleceği yer, Shakespeare, seyircilerini böyle egzotik bir Akdeniz macerasına çıkarır 17.yy. başında da biz bugün gezmeyiz egzotik ülkemizi.

Mersin, Tarsus, Antakya, Antep, Halfeti, Kilis, Urfa, mutlaka Mardin ve Midyat (yalnız bulgura dikkat), Van, Doğubeyazıt, İshakpaşa Sarayı, Kars. Artvin’de nokta. Fazla hırslı bir plan sanırım. Ucundan başından kesmek gerek.

Ama arada bahtımıza ne çıkarsa planıyla gezmek, isimlerinin yazılışı hız simgeleri yaratan otobüs firmalarını seçmek -Yeni Hayat karamelaları eşliğinde-, bol otostop, gidilmeyen yerlere gitmek, Ankara’nın Doğusu kitabındaki bilinmeyen kiliseleri keşfetmek, anayoldan ayrılmak, ohh be.

mardin mardin

not: tekliflere açığım, keyiflere kapalıyım. Ama çalarım, can yakarım, hatırlatayım.

h1

yılın ilk denizi

14 Haziran, 2006

Çeşme’de şimdi hatırlamadığım bir tür maceradan çıkmış kaldığım yere dönüyorum. Oraya gitmek için en uygun yol sahilden, yandaki sitenin önündeki plajdan geçmek. Biraz zor ama. Önce denize doğru uzanan duvarının yanından geçmek gerek, geçiyorum. Sonra da dar bir aralıkta uzanan betonun üzerinde yürümem gerek o kumsal boyunca. Yürürüm herhalde, çok dar değil. Zaten ileride bir adam daha var, o gittiğine göre… Başlıyorum yürümeye. Sonra biraz dengem bozulur gibi oluyor, kumlarda devam ediyorum. Dalgalar geliyor ama. Bana ulaşamıyorlar. Aman, yalnız bir tanesi çok ısrarcı, illa bana kadar gelecek. Islanacak şimdi spor ayakkabılarım. Islansınlar, nolcak, sadece biraz kuma bulanırım. Hem yılın ilk denizi olur bu. Buraya böyle yazmayı düşünüyorum. Ama, daha yazın başları, denize giremeyenler vardır, ayıp olur mu… derken bir başka boyutta bir telefon çalıyor. Lütfen biri baksın, ben şu dalgadan kaçayım. Bir daha çalıyor. Ööfff. Bir daha.. ve ben o telefonu yılın en münasebetsiz telefonu seçiyorum.

h1

Martin Guerre’in Dönüşü, Bir Doku

31 Mayıs, 2006

Yaklaşık Altınoluk-Ayvalık civarlarında herhalde, denizin karayla buluştuğu yere varıyor pencereden görüntü ve İzmir’e kadar sürüyor Ege manzarası. Düzgün siteler, koylar, limanlar, bazen sert kayalıklar, burunlar, ilerleyen geri gelen kara, ilerlerde irili ufaklı, Türk Yunan adalar, ada gibi görünen oysa ileriden karaya bağlı uzantılar. Arada da lacivert birşey. Dümdüz, yukardan. Pürüzsüz, kadife gibi. İzmir’e doğru alçaldıkça hafiften buruşuyor. Eskiden manifaturacılarda tezgahın arkasındaki satıcının kumaş topunu önünüze açtığı sahnede kumaşın hafif dalgalanması gibi. Çizgili değil düz kadifenin dokusu meydana çıkıyor yakından baktıkça. Sonra arada belirip kaybolan beyazlıklar. Onlara da koyu kumaşa dökülen kepek mi desek?

Denizin ortasında duruyor gibi görünen ama herhalde hızımıza erişemeyen küçük bir tekne. Hop diye orda olmak istiyorum. Neden olmasın, denize iniş yapmıyor mu bu alet? Ne ayıp. O kadar para veriyorsunuz, alırken buna dikkat etmediniz mi? Ben cidden birgün uçakla denize iniş yapmak istiyorum. Hele o inişi yapan ben olsam. Tamam, birer birer isteyelim.