Archive for the ‘müz’ Category

h1

Grubun adı: Smooth. Şarkının adı: Smooth. Hayır, o değil.

22 Ağustos, 2021

Biraz evvel son yılların en iyi konserlerinden biri olacaktı. New York homecoming concert. Central Park’ta “aşılandık, eğlence sektörünü açıyoruz” konseri. Springsteen, Paul Simon, Costello, Patti Smith, Killers, Santana, Bocelli, Journey diye gidiyor. CNN veriyordu. Ama 2.5 saatin sonunda Barry Manilow’un bir şarkısının ortasında sesi kestiler. Biri en yakın yere sığının anonsu yaptı. Bir fırtına bekleniyordu zaten. Ama en fazla yağmur olur deniyordu. Ama yıldırımlar Manhattan’a çok yaklaşınca kestiler. Saydığım ilk 5 ismi bekliyordum, hiçbirini göremedim. Bir tek Santana’yı dinleyebildik dinlemeye değenler arasında. Bu arada, yeni yıldız diye çıkanlar ne kadar etkisiz eleman.

Santana Smooth’u çaldı. Smooth deyince birkaç ay önce bir Smooth gizemi yaşayıp kendi kendime yazmıştım:

Gizem çözülüyor. Şu şarkıyı radyodan duyup bulmaya çalışıyordum. Söyleyen sözleri yuttuğu için zar zor buldum. Ama sadece videosunu. Çünkü Smooth diye çok şarkıcı var. Ve bu (resmi klibi) izleyen kişi sayısı 1378 (bu arada 1489 olmuş). Ama hala yorum sayısı 1.

Grubun adı da Smooth, şarkının da. Şarkı diye arayınca hep Santana’nın Smooth’u çıkıyor. Zaten ben de ünlü Smooth’u unutup bunu Santana ile bir başka şarkıcının (Rob Thomas) ortak işi sanıyordum. Ve işler orada garipleşiyor.

Çünkü şarkının beni deli eden bir tarafı var. Basgitarın her dokunuşunda başka bir şarkıya dönüşmesini bekliyorum. Everydaay, everyniight diye giden bir şarkı. Dı-dı-dıın, dı-dı-dıın. Ama bir türlü dönüşmüyor.

O gitar dokunuşları da tam Santana işi gibi. O yüzden Santana everyday everynight lyrics diye arayınca çıktı. Love my life. O gitarı oradan almış bu fransız grup.

Bu kadar iyi bir şarkı nasıl ünlü olmadı, anlamıyorum.

. __________________ .

Bunu yazdıktan sonra Santana’yı dinledim. Kendi üç şarkısını çaldıktan sonra CNN stüdyosuna gelip Anderson Cooper ve bir başka spikerle daha sohbet etmiş. Muhteşem. Mutlaka bir yere düşer, bulunca alta eklerim. Kadın sunucu “geçenlerde Woodstock’taki bölümünüzü izledim, üzerinden 50 yıldan fazla geçtiğine inanabiliyor musunuz” diye soruyor. “Bulunduğum yerde zaman boyutundan bağımsızım, yerçekiminden de” diyor. Anderson Cooper “beni de oraya alın” diyor. Sonra hepimizin bir mucize yaratma potansiyelleriyle doğup sonra bunu kaybettiğimizden, tanrının sevgi olduğundan, korkunun insanlardaki dürüst ve saf tarafı yok ettiğinden bahsediyor Santana. Müziğini canlı su olarak tanımlıyor. Ama yazıyla aktarılabilir gibi değil. Sesi de bir akarsu sakinliğinde olduğundan bunu ondan dinlemek şart.

h1

Hani siyah kazaklı, biliyorsun, değil mi?

17 Şubat, 2016

Çok net görebiliyorum. Mesela Ankara’da, bir tarafı Seymenler Parkı olan bir sokak. Henüz çok geç değil, geceyarısına geliyor, ama sokaklar boş. Loş sokak lambaları altında hafiften bir kar yağmaya başlamış. Uzunca boylu, geniş omuzlu, uzun saçlı, pardesülü bir adam, yakasını kaldırmış, usulca yürüyor. Belli yıkılmış bir adam, hayli çirkin, hayli geçkin. Hayır, o kadar değil. Ama gayet melankolik, aşkın darbesinden boynu bükülmüş., nerede olduğunun farkında değil gibi yürüyor. Mırıldanıyor.

Hava ayaz mı ayaz, ellerim ceplerimde
Bir türkü tutturmuşum. Duyuyorsun, değil mi?
Çalacak bir kapım yok, mutluluğa hasretim
Artık sokaklar benim, görüyorsun değil mi?

Yılbaşı gecesinin ileri saatleriydi, bir arkadaşıma sana bir İlhan İrem çalayım mı dedim. Pardon, söyleyeyim mi dedim. Ki bunu yazıyorum, bir mesaj yani. O da söyle dedi. Ben de tek tek sözlerini yazmaya başladım. Çünkü bu şarkıyı İlhan İrem’in söylediğine emindim. Hala da eminim. O kırgınlık, mahsunluk, yalnızlık hali ona uyuyor. Nakarattaki yüksek notalara çıktığı yer hariç tabi. Orası Manço.

Zaman akmıyor sanki, saatler durmuş bugün.
Sonsuz yalnızlığımda bir tek sen varsın bugün.
Ya dön bana artık, duyuyor musun beni?
Ya çık git dünyamdan, anlıyor musun beni?

Sonra dayanamayıp herkese yazdım sözleri. Birisi “ay dayanamıyorum” deyip devamını yazdı. Ki sosyal medyanın çok nadir bir güzelliği varsa işte böyle birşey.

Bir resmin kalmış bende, tam ortadan yırtılmış
Hani siyah kazaklı, biiyorsun değil mi?
Gözlerinden süzülen birkaç damla anıda
Senin sıcaklığın var, anlıyorsun değil mi?

Yannlnız, bu kazak imgesi hep çok etkili geliyor bana. Görebiliyorum o siyah kazağı ve o kazağı giyen kadını. Sözlere devam eden kişi de onu, yırtılan resim imgesinin çarptığını yazmıştı. O da öyle. Sadece ben resim yırtamadığım için uzağım işin o tarafına.

Zaman akmıyor sanki, saatler durmuş bugün.
Sonsuz yalnızlığımda bir tek sen varsın bugün.
Ya dön bana artık, duyuyor musun beni?
Ya çık git dünyamdan, anlıyor musun beni?

Yine yanlnız, ben müzikle ilgili birşey biliyorsam ki pek bilmiyorum, İlhan İrem’in bu şarkıyı söylemesi gerek. Bir defa çok koştur koştur söyleniyor şarkı, biraz durulması gerek. (Sözleri yazdığım arkadaşıma söylediğim de o da “ben de hep bu şarkı niye bu kadar hızlı diye düşünürüm” dedi.) Bir de o mahzun tonlama gerek.

Manço ve İlhan İrem

Son yannnız, melodi son derece Arkadaşım Eşek’e benziyor. Ve bu cümleyle gitti güzelim melankolik imgeler.

h1

Rakı da bir, ayran da, içmesini bilene. Güzel de bir, çirkin de, sevdim diyene.

24 Mayıs, 2013

Al işte sana televizyonu savunmak için bir gerekçe daha. Bizi birbirimize bağlayan şeylerden en etkili şeylerden biri, ortak kayıplarımız. Adı geçtikçe içimizi acı bir şekilde gülümseten isimler. Şimdi aklıma geldiği kadarıyla mesela Adile Naşit, Kemal Sunal ve Barış Manço. Hep televizyon isimleri. Ama Barış’ın yeri ayrı, di mi? Onu hatırlamak üzüyor insanı. Çok erken bir kayıp olduğundan belki. Ve türlü türlü yerlerden çok hayatımızda olduğundan.

image28

Türki olmanın (TC’li mi demeliyim? bu kelime takıntıları beni sinir ediyor, gerçekten önemli olan şeyler yerine soyut kelimelerle uğraşıyoruz, hem illa siyasi doğrucu olacaksa Türkiye Cumh. de demeyelim, Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Çerkes,… halklarının birarada yaşadığı toprak bütünü diyelim; bunlar pratik kısayollardır ve nasıl kullandığına bağlıdır bence), neyse, Türki olmanın temel bilgileri varsa Barış Manço’nun Doğukan ve Batıkan diye iki oğlu olduğunu bilmek de öyle bence. İşte o Doğukan survivor’da bu yıl. Sık sık o garip hüzünle izliyorum. Bu oğullar  adamın mirası gibi bize, emaneti gibi. Birçok kişinin de aynı kelimeleri kullandığına eminim onu gördükçe. Sık sık o duygusallığa geliyor program. Hele geçenlerde 2 ay sonra babasının fotoğrafını gördüğü bir sahne vardı, o, oradakiler, ekran karşısındakiler hep beraber ağladık. O zamanlarda annesi üzülmesin diye ağlamamış çünkü. 

Öncesinde bir programda anlatmış Doğukan. Manço’nun ortağı olduğu bir şirket batınca ölümünden sonra herşeylerine el konmuş, ne var ne yoksa gitmiş. Anneleri de onları uzak kalsınlar diye okumaya Amerika’ya göndermiş. Yaklaşık aynı zamanlarda oradaymışız, hatta bir yıl aynı şehirde.

İlginç bir oğlan, Serdar Kılıç gibi birşeyler yaratma becerisine sahip. Babasının zekasını aldığını söyleyebiliriz sanırım. Barış 200’den fazla şarkı yazmış ki herhalde çoğunu ortaklaşa ezbere biliyoruzdur. Mesela, İngilizce şarkılar söylediğini biliyordum da (başta he’s very old man, Nick the chopper, he’s very old man, Nick the chopper, baba bana para ver, binlik olsun, anne bana çay yap, demli olsun: bir göbek arası verdim, çocukluktan beri bayılırım bu şarkıya, bu kadar akılda kalıcıyken nasıl çok daha popüler olmadığına da hep şaşırırım) ama diğer dillerde şarkı yazdığını bilmiyordum. Fransızca da söylemiş. Hatta karısına İtalyanca şarkı bile yapmış, la casa della mamma tulipano diye – lale annenin evi -ki çocuklar olduktan sonra o da Lale anne dermiş karısına (sözler Maria Rita Epik’in: o da ismi kendisinden ünlü birisi).  Ne kadar da ona göre birşey.

Bu kadar kolay şarkı yazma becerisi en baba şarkı yazarlarında bile çok zor bulunan birşey, nicelik ve nitelik olarak bir Lennon-Mc Cartney ya da Bob Dylan düzeyi. Hiç zorlanmadan şöyle sözler yazabiliyor mesela: ‘Taş üstüne taş koya koya yarattığın dünyanın çöktüğünü görmek bir yana, bir de altında kalmak var ya’. Özellikle kariyerinin 2. yarısında daha basit ve çocuksu melodilere, sözlere yönelmiş olabilir, ama adamın yapabilirliği çok daha ileride. İlk albümünden Baykoca Destanı’nı dinleyin mesela. Ben bilmiyordum bu şarkıyı, daha doğrusu 5 mini parçalık destanı. Ekşi sözlükte birisi “bu şarkı Barış’ın sınırlarını zorladığının değil, sınırları olmadığının göstergesi” demiş. Dağlar Dağlar’ı da andırıyor zaman zaman.

Baykoca Destanı: Gülme ha Gülme, Gelinlik Kızların Dansı, Kara Haber (Turnanın Ölümü), Vur ha Vur, Durma ha Durma. (alttaki yorumcuların neredeyse hepsi farklı milletten)

[ben politikacı olsaydım, Barış’ın başlıktaki şarkı sözüyle cevap verirdim Tayyyyip’e. Ama nerde bizde o muhalefet.]

h1

Kırık bir bardaktan geldiğim yere bak

6 Nisan, 2013

Faşinkton’daki evde sirkülasyon çok olduğundan evde sahibi olmayan, yani zamanında bırakılmış çanak bardak çoktu. Bazılarını çok severek kullanırdım. Eşyalarla duygusal bir ilişki kuran biri olarak ayrılamadığım birkaçını da sarmalayıp getirdim. O zamandan beri bir bavulda duruyordu. O bavulda çıkmayan garip bir depo kokusu vardı, içine ne konsa bulaştırıyormuş gibi geliyordu bana. O yüzden yeni ve güzel bir mavi renkli olsa da atmaya karar verip içindekileri çıkardım bugün. İçlerindeki tek bardak, daha doğrusu tek su bardağı (diğerleri kupa -bu ne berbat bir kelimedir-, bira bardağı filan) kırık çıktı ne yazık ki.

IMG_4710

Bardağı görünce benim de kalbim kırıldı. Sen yaşama yaşama, sonunda ne oluyor? Böyle kırılıp kalıyorsun. Sen narin bir şekilde kendine bir köşe ayırmaya çalışırken üstüne ağır bir ev telefonu düşüyor, alarmlı saat düşüyor, tabak düşüyor, iki bira bardağı arasında kalıyorsun, kupalar seni aralarında oynatıyor. Dolapta, bavulda çanak, bardak, pantolon, kravat, tenis topu, kalın kazak değil, hayatın bekliyor.

Anglonlar “go wrong/gone wrong” derler ya, “a party gone wrong”, “a joke gone wrong” gibi (yoldan çıkan, yamulan?), benim hayatım gone wrong. Ne yapabilirim, yanlış yaratılmışım. Deseler ki fazla beklemeyecen, bitiyor, bi rahatlıycam. Ama yarın değil, ya da gümbürtüsüz değil; mesela önce 100 gün kutlama-parti-festival-karnaval, sonra the end olacak. 100 gün boyunca en iyi maçlar (3-4 günde bir Barcelona-Bayern-Real-Man United oynayacak); en iyi filmler (100 gün süren bir festival, ama yeni denemelere gerek yok, sinema tarihinin en cicileri, en kadri bilinmemiş sevimlileri oynayacak); en göremediğin oyunlar (Londra’dan National Theatre, New York’tan La Mama etc. ile buluşacak); konserler (66’sında olsa da David Bowie çıkacak artık benim hatrıma, David Bryne’le söyleyecekler, Genesis-gene sis, King Crimson derken Roger Waters’a George Harrison’ın hologramı, Moğollar’a Manço ve Cem Karaca’nın kayıtlı sesleri eşlik edecek, Radiohead’le Bcörk, Bcörk’le Portishead, Portishead’le Kate Bush, Kate Bush’la Eddie Vedder, Eddie Vedder’le Queen, Queen’le George Michael söyleyecek); festival-panayır eksik olmayacak, bir semtte sokak tiyatrocuları-kuklacılar-pandomimciler, hemen yandaki semtte Rio karnavalı, biraz ileride kiraz ağaçları çiçek açacak, gökten pırıltılar yağacak, sessiz minik havai fişekler ateş böceklerine karışacak; kır sanacağın, çok geniş ve ağaçlık bir parkta flört bölgeleri olacak, bakışan kızlar oğlanlar birbiriyle tanışacak (flört dedim, evirip çevirmeyin, s e x is so overrated olacak o alanın adı), televizyonda her gün en sevdiğin dizilerin yeni çevrilmiş bölümleri oynayacak (bir gün Kavak Yelleri, bir gün Hırsız Polis, Canım Ailem, araya Uyy Başuma Gelenler, sayamayacağım ingiliz dizisi); yapabileceğin, yetişemeyeceğin, ama ucunan tadacağın birçok şey seni bekleyecek; çıkmış her edebi kitabın bulunduğu ve Tanju Okan çalan kitapçıların olduğu sokaklar olacak, yanyana bu kitapçılar önce yayın dönemine, sonra milliyete göre işbölümü yapacak, kitabı raftan alıp yanındaki koltuğa yayılıp okuyacaksınız, akşam 10’a doğru kitapçıların önündeki dar sokağa tahta masalar kurulacak, bir kitapçıdaki birbirini tanımayan kişiler içerde çalan müziğin de etkisiyle tava gelmiş şekilde çıkıp hemen o kitapçının önündeki masaya oturacak, tanışacak, kabuklu deniz ürünlü makarnalara sokağın başında söyleyen Fairground Attraction eşlik edecek. Sonra diğer sokağın başından Saint Etienne devam edecek. Gece ilerledikçe masaların yanına gelen İranlı Rana Farhan ağır Flamenko gazellerine geçişi sağlayacak. Gazeller, masanızın üstüne çıkan Seviya’nın en iyi dansçılaryla devam edecek. Onlar sizi de gaza getirecek ve siz, 2 saat önce tanımadığınız kişilerle karşılıklı flamenko parçalayacaksınız (masanın üstünde değil yalnız, yerde; düşüp son günlerinizde bir tarafınızı kırın istemeyiz). Gece içtiğiniz sangria (ve sangrinita ve sangrinata)’nın etkisiyle kafayı bulmuş şekilde evinize yürürken (tabi tanımadığınız birinin divanında uyumadıysanız) keşke bitmese diyeceksiniz. Ama bir yandan da bileceksiniz ki bitmese (daha sürse) zaten böyle olmaz.

h1

Türkiye’de insanlar ikiye ayrılır: Stüdyo FM’le büyüyenler ve Stüdyo FM’le büyümeyenler

9 Ocak, 2013

[Yazıların üzerine tıklayınca STÜDYO FM başlıyor.]Stüdyo fm yayin1982mart

Gırgır alınır, eve gelinir. Radyoda Yavuz Aydar.
Limon alınır, eve gelinir.
Leman alınır, eve gelinir.
Deli alınır, eve gelinir. Radyoda hep Yavuz Aydar.
Hey alınır, eve gelinir.
Blue Jean alınır, eve gelinir.
Çalıntı, Roll alınır, eve gelinir. Cuma 6’da Yavuz Aydar.
Hayalet Gemi alınır, eve gelinir. Yavuz Aydar.
Express alınır, eve gelinir. Yavuz Aydar.

stüdyo-fm3

İzmir’desin. Yavuz Aydar.
Git Ankara’ya. Yavuz Aydar.
İstersen Amerika. Yavuz Aydar.
Sığacık-Eskişehir-Konya.
Neredeysen orada Yavuz Aydar.

[Tribün korosu şeklinde (“Açık: ‘Yavuz. Aydar’. Açık: ‘Yavuz. Aydar’.”:]

TRT3 deyince.
Yavuz. Aydar.
34 yıldır capcanlı.
Yavuz. Aydar.
Vasatın iktidarına fazla geldi.
Yavuz. Aydar.
Sen çok yaşa.
Yavuz. Aydar.

[Tribün zıplamaya başlar, tempo artar]
La-la-la-la-la-laaaa… Yaaa-vuz Aydaaar
La-la-la-la-la-laaaa… Yaaa-vuz Aydaaar
Şebnem Savaşçı ve Yaaavuz Aydaaar
Sen çok yaşa… Yaaa-vuz Aydaaar
Toto, Spyro Gyra, Chick Corea… Yaa-vuz Aydaaar
La-la-la-la-la-laaaa… Yaaa-vuz Aydaaar

Yavuz -Spyro Gyra
[Spyro Gyra elemanı]

yavuz -ian

Yavuz Aydar - Şebnem Savaşçı
[dünyanın en güzel ikilisi değil de nedir?]

h1

Kimse uyumasın! Sen bile prenses

29 Temmuz, 2009

TV’de gördüğüm bilgi türü yarışma programları tatil yazılarına ara verme gereği uyandırdı.

Ahmet Çakar’ın sunduğu yarışma. Program boyunca çok bilgili diye anılan Bilkent Bilgisayar mezunu genç, Nessun Dorma’nın bestecisi sorulunca şöyle diyor: “Bu sorunun cevabını herhalde Nessun Dorma’nın bestecisi dışında kimse bilmiyordur”. Şıklar arasında Puccini, Verdi, Domingo, Pavarotti var. Pavarotti’yi biliyor da diğerleri için “bu şıklar bana hiç birşey ifade etmiyor” diyor. Sonra da cevap olarak Placido Domingo’yu seçiyor. Ve burada opera tarihinin en önemli aryasından bahsediliyor.

Bu bilgili olandı. İki yarışma kazanan bir diğeri Big Ben’in hangi şehirde olduğu sorulunca “Emin değilim ama bana Londra yakın geliyor” diyor.

Kanal 1’deki sinir bozucu sunuculu bilgi yarışmasında 20 yaş civarında iki kız yarışıyor. Soru “Cervantes’in yazdığı, yeldeğirmenlerine karşı savaşan İspanyol halk kahramanı”. İlk kız bilemiyor. İkincisine geçiyor hak. Sunucu “halk kahramanı” diye vurgulayınca Robin Hood diyor kız. “Robin Hood İngiliz, sorudaki İspanyol” diyor sunucu. “Doğru… O zaman Heidi. Ama o nereli bilmiyorum. Ben en iyisi cevap vermeyeyim” diyor kız. Keşke kaydetseydim, çünkü inanılır gibi değil, ama aynen böyle oluyor.

Yine Ahmet Çakar yarışması. 30’larındaki kadın hangi ayın kaç gün çektiği üzerine çok basit bir soruda parmak hesabı yapıyor, onu da yanlış yapıyor. Hangi ayın kaç gün olduğunu hesapsız bilmez mi insan? O hesap da olsa olsa ilkokul 2’ler-3’ler içindir.

[Sonradan ekliyorum: Dün otobüste kitap okumakta olan 40 civarındaki kadın eşine dönüp “Stendhal ne biliyor musun” dedi. “Burada geçiyor da”. Baktım ben de, “Stendhal çevirdim” diyordu yazar Cesare Pavese. 50’lerindeki ve minimum kelimeyle anlaşan adam baktı, bilmiyorum anlamında başını salladı. (çevirdim derken ne olabileceğini düşündüler acaba, hulahop mu?)]

Geçen yıl bir yarışma vardı, güzel ve aptal kızların yarıştığı (Güzel ve Dahi). Çok bomba vecizeler dönüyordu, akla gelmeyecek şeyleri bilmiyordu kızlar. Çoğu kişi de bunları bilmiyor olamazlar, kesin numara yapıyorlar, hepsi format gereği diyordu. Oysa işte bizim genel kültür düzeyimiz bu. Bunu böyle olduğunu bilmemek de bence genel kültürsüzlüğün bir başka yansıması.

Diğer yandan, ortalama değil ama seçilmiş kişilerin yarıştığı Kelime Oyunu var, yine Kanal 1’de. Yarışma gayet zevkli, sunucusu da çok iyi ve birçok çok iyi yarışmacı var. Para ödülünü öne çıkarmadığından ancak bulmacalara meraklı ve bunda iyi olanların başvurmuş olması olmalı nedeni.

Yazarken İngiltere’deki yetenek yarışmasında Nessun Dorma’yı süper söyleyen bir cep telefonu satıcısını hatırladım, Paul Potts (Susan Boyle’dan önce onun ismini biliyorduk). Bizde köyden bir müzikal şarkısı söyleyen bir kadın çıksın veya şehirli alt-orta kesim operacı olmak isteyen çıkmıyor gibi bir karşılaştırma değil bu. Opera bizim tarihimizde yeralmamış zaten. Ama benzetmeyi sürdüreceksek klasik sanat müziğini bilsin mesela aynı düzeyde birileri. Ve değil seçkin bir üniversite mezunu, tüm üniversite mezunları da bir zahmet Nessun Dorma’yı bilsin.

_____________________________

Bu kadar laftan sonra Nessun Dorma:

Prens Calaf:
Nessun Dorma! Nessun Dorma! – Kimse uyumasın! Kimse uyumasın!
Tu pure, o principessa,  –   Sen bile prenses
nella tua fredda stanza   –   Soğuk odanda
guardi le stelle che tremano  –  Aşk ve ümitle titreşen
d’amore e di speranza!  –  Yıldızları seyret
ma il mio mistero   – Ama benim sırrım
è chiuso in me, – Bende saklı
il nome mio nessun saprà!  – İsmimi kimse bilmiyor
no, no, sulla tua bocca lo dirò, – Hayır, hayır, ağzına fısıldayacağım
quando la luce splenderà! – Gün ışıdığında
ed il mio bacio scioglierà – Ve öpücüğüm seni benim yapan
il silenzio che ti fa mia! – Sessizliği eritecek

Koro:
il nome suo nessun saprà… – İsmini kimse bilmeyecek
e noi dovrem ahimè, morir, morir!…  – Ve biz bu yüzden ölmek zorundayız

Prens Calaf:
dilegua, o notte! tramontate, stelle! – Ey gece, dağıl, yıldızlar, inin!
tramontate, stelle! all’alba vincerò! – Yıldızlar inin! Şafakta ben kazanacağım
vincerò! vincerò! – Ben kazanacağım! Ben kazanacağım!

{Hırs dolu duruyor ifadeler ama aslı öyle değil: Prenses Turandot’la evlenmek isteyen kişi üç bilmeceyi bilmek zorundadır. Bilemeyenin kafası gider. Ona ilk görüşte aşık olan Prens Calaf (ismi bilinmeyen prens) gelir ve hepsini bilir. Ama Turandot kimseyle evlenmeyi istememektedir. Prens Calaf ona sabaha kadar adını öğrenmesini, sabah bilirse kafasını kesebileceğini, ama bilemezse de onunla evlenmesi gerektiğini teklif eder. Kabul eden soğuk prenses de prensin ismi öğrenilene dek hükümdarlığında kimsenin o gece uyumamasını, aksi halde hepsinin öldürüleceğini buyurur.}

h1

Piyano için 92 eser

17 Haziran, 2009

Dün yanlış saymadıysam 92 piyano parçası dinledim. Sabrımı da takdir ettim. Çocuk gösterilerinden oldum olası imtina ederim. O, anne-babaların çocukları diğer anne-babalara kendilerini göstersin basıncı, çocukların ileride ne türlü travmalara yolaçacak endişeli halleri, karşılaştırmalar, sürekli video-fotoğraf çekimleri, ortamın ağır havası… Bence çocuk gösterisi dediğin ancak hepsinin dansedip eğlendiği bir gösteri olmalı (sonra perde inince de arkada başbakan bir kızla öpüşürken görülmeli -yoksa bu bir filmde var mıydı?).
Ama yıllardır kaçıyordum, dün artık bahanem kalmamıştı. Beklediğim kadar korkunç değildi neyse ki. Hatta bazı çocuklar çok iyiydi.

Gösteri sırasında kendi öğrenim zamanlarıma gittim. Doğru dürüst bir yönlendirme olsa neler olabilirdim. Hadi ilkokul, ortaokulda olmadı, ama benim küçücük bir lisem vardı (kaldı ki büyük olsa ne olur, daha fazla rehberlikçi bulundur). Orada ne iş yapardı rehberlik öğretmeni hanım? Herkese tek tek bak şu dersin iyi, şu testte çok iyisin, neyle ilgileniyorsun, bir başkasına voleybolda çok iyisin, beden terbiyesi ile konuşalım, Amerika’da bir üniversitede burs ayarlamaya çalışalım, vs. demesi gerekmez mi? (hatta ideal olarak bu konuşmalar ortaokulda filan başlamalı). Ben kendisiyle bir kere konuştum. Organize bir kopya olayında müdür ve yardımcısının son kararını (the final verdict) beklerken bizi çağırmıştı, atılmanız çok olası, kendinizi hazırlayın demişti. Hatta oğlanlardan biri ağlamıştı galiba. Ben hiç inanmamıştım öyle birşey olacağına. Hatta bu hareketi hayatımda gördüğüm en densiz hareketler arasında saydım. Neyse ki hoş bir kadındı.

{Postun bu noktasında yine 40 dk. mola verdik. ve yine bol bol sallanma. bu sefer üstüme kot mont, altıma koyacak gazete, yanıma bol nevale aldığımdan daha rahat. ama belki tanıdık olmasından, belki saatin 2 saat daha erken olmasından daha az büyülü. Sonra yine karanlıkta bilinmedik sulara yelken açtık ve yine şoförü Karun Hazinelerine doğru dümen kırmaya ikna edemedim}.

Devam etmeden önce piyano için yazılmış en güzel eserlerden Chopin’in valsini (opus 69, no.2) koyalım pikaba.

92 eseri dinlerken dalıp gidecek bolca vakit vardı. Benim böyle gösterilerim olmadı dedim başta. Sonra hatırladım. İlkokulda bir yılsonunda bir şarkı söylemek için çıkmıştık sahneye. Üç kişi o zamanlar popüler olan ‘neler oluyor şu hayatta’nın sözleriyle oynayıp haylaz öğrenci şarkısı haline getirmiştik. Yalnız (bu ayrıntıyı hatırladığıma sevindim), tam çıkmak üzereyken bir oğlan çıkmak istemedi, utanıp. Biz de hemen yeni birini aradık koltuklar arasında, çünkü üç kişilik yazılmıştı şarkı. Neyse ki birini ikna ettik. Ve kazasız belasız üç kişi çıktık. Hoş olmuştu, tek bir mikrofona eğilerek. Ama tabi hiçbir kaydı yok. Zaten bugünün ruhunu taşıyan birkaç kişi dışında veli de yoktu.

Sonra sınıftaki birkaç ortaokul gösterisi de var, ama şimdi onları anlatmak hafif utandırıcı.

___________________________________

Mim adı verilen şeylerdeki sorular bana ortaokulda kızların anı defterlerindeki anketlerden daha anlamsız geliyor (bana ne mesela, birinin okuduğu kitabın 26. sayfasının 4. satırıdındaki cümleden), ama anlatacak hoş ilkokul gösterileri olanlar anlatsa hoş olabilir.

h1

Zeki Müreeeen!!

16 Mart, 2009

Yarım saat filan olmuştu başlayalı ve aralıklardan birinde “Last week we were interrogated at the Atlanta Airport. You know, to be an immigration officer, you need to have zero IQ, be very rude, and despise people… and be very big” dedi adam. Tahmin edersiniz ki ben o anda havaya girdim.

Bir mail adresime sürekli sürekli şu kanalda şu oynayacak, bu haftaki konserler bunlar, sinemada bu başladı diye mailler geliyor. Buraya ne zaman geleceğim kesinleşir kesinleşmez hemen baktım bu süre içinde neler var diye. Buradayken son bir altın vuruş yapmak niyetiyle. Ve ne şans ki o vardı. Zeki Müreeen! İstanbul konserinden beri (kaçırdığıma en üzüldüğüm konserler sıralamasında ilk 10’a girer) adamın ismini duyar duymaz böyle diyorum. Hatta yanımda bir Türk olsa bir sessizlik anında Zeki Müren diye bağırırdık diye düşünüyorum. Hele Jel olsa.

Önce 3 şarkılık bir grup. Sonra 60’ların sonlarından BBC’den çeşitli müzik klipleri. Ve o. O ana dek konser havasında olmayan, öyle içkilerle filan takılan salon o sırada birden coştu. Ben açıkçası çoğu parçasını bilmiyordum. Ama adama bir sempatim vardı. Gerçekten de çok nevi şahsına münhasır biri. Bir salon beyefendisi. Aynı zamanda serseri (e, rock’çı). Ve teatral, hafiften oynamaya hazır bir havası, bir de arada feminen pozları var. Bunlar tek bir kişide buluşuyorsa o muhtemelen İngilizdir.

img_0094

Bence biraz kısa (1.5 saate yakın) ve hoştu. Beklediğim kadar harika değildi belki ama bunu da kaçırsam üzülürdüm. Zaten tarihi ayarlarken beni gözetmiş. Böylece Washington konserleri serisini kapamış olduk.

Bunu kutlamak için de one day if you’re bored, by all means call.

[Maili gönderiyorum, anında 1 saat önce gönderilmiştir diyor. İkide bir bilgisayarın saati 1 saat geri gidiyor. Microsoft’la gugıl’ın bizim saatleri 1 hafta önce ileri aldığımızdan haberi olmayabilir mi acaba?]

h1

geç kalmış intikam bozulmuş bir yemektir

9 Ağustos, 2008

Çok yıllar önceydi. Pek bir hayranı olduğum minik kız yakınımızdaki şık şehre gelecekti. Biletlerin ne zaman çıkacağını filan takip ettim. Ama 50 bin lire verip vermemeye tam karar veremedim. Öyle çok para da değil, 25 dolar filan ediyordu. Ama o zamanlar kıçıkırık paralara yaşıyorduk zaten. Zaten kısa süre sonra da tükenmişti biletler.

Konser akşamı yine de gittim eski tiyatronun önüne, bir ümitle. Cerco un biglietto diye bir kartonla. Benim gibi 10-20 kişi vardı. Bulacağımızı düşünüyorduk. Ama konser başladı, pek satan olmadı. Ancak bir kişinin bulduğunu hatırlıyorum. Salona alırlar dedik, boş yer olur, ek sandalye koyarlar, vs., ama pek oralı olmadılar. Bari konser sonlarında kapıları açarlar dedik, soğuktu, bekledik, almadı kapıdaki izbandutlar. Sanki hafif bir yağmur da vardı, çok üşümüştüm. Ama topu topu 1 saatti konser. Yuh desem de kızın zaten 2. albümü çıkmıştı daha, herhalde şarkısı yok demiştim. Eve dönmek yerine bir tür film festivali vardı, Fransız filmleri olabilir. Sonradan neresi olduğunu çıkartamadığım bir yerde bir filme girdim geç saatte. Filmi de hatırlamıyorum. Zaten sonrasında da hasta olmuştum.

Kızcağız İstanbul’a da gelmişti sonrasında, ama gidemedim. Aradan geçen yıllarda -sinemalar dışıbnda- bir daha bulunduğum şehre gelmedi.

Yakınlarda aşık olduğum kızlar listesi yapmak vardı aklımda. En başta yine o olacaktı.

Bu gelişinde sevgili lizzle ile gidecektik. O yüzden daha bir anlamlanmıştı. Birsürü nasıl alalım konuşmasından sonra pek kolayca alındı, bastırıldı biletler. İstanbul bir türlü içimden gelmese de bu yüzden gittim. Yılların intikamı da alınacaktı böylece.

Ama bilindik hikaye tekrarlandı oldu. Kara büyü, lanet, nazar, ya da bize ne. Liz gelemedi. Herşeyin anlamı azaldı. Gitmesem mi dedim ama niye olmasın… Kuruçeşme pek de sevimli bir yer değildi bu konser için. Kızcağızın ince tınılarının büyük bir sahneye uygun olacağına, bir arenaya hitap edebileceğine pek emin değildim. Soğuk başladı. Öyle de devam etti. Sindiremeden. Zaten sahneyi görmek de kolay diildi, önüne gelen 15-20 kişinin birden sırık gibi olmama olasılığı sıfıra yakındı. Ses düzeni başarısızdı. Işıklar daha da kötüydü, şarkıcının karanlıkta kaldığını ilk defa gördüm.

1 saat oldu. Her zamanki meğsi’lerinden deyip gitti. O kadarmış. Buna bis için çağrı bile yapılmaz, insaf diye düşündüm. Döndü, Debut’tan bir şarkı hafif gönlümü alır gibi oldu. Sonra da bundan sonra eve gideceğiz diyerek başladığı, eğlenceli ve kağıtların uçuştuğu (aynı şeyi biz lise1’de yapınca sınıfçak cezalandırılmıştık) declare independence. Etti 1 saat 10 dakika. Yıllarca gelmediğin, o kadar bekleyeninin olduğu, pahalı biletler yaptığın bir yerde ayıp bence. Hatta fiasco. Kızı hala çok seviyorum ama demek konser veremiyor işte.

h1

Yeni Türkü tribüt

26 Temmuz, 2008

Büyük acılar içindeymiş gibi yaptığı çevre temalı ntv spot konuşmasına Şimdi Fethiye’deyim diye başlıyor Vildan Atasever. Herhalde ‘e, biz değiliz, nolcak şimdi’ doğal tepkisini düşünememiş olmalı. Bir arkadaşım var, yıllardır konuşmadığı arkadaşlarını şimdi viyana’dayım filan diye arıyor, onun gibi.

Gani Müjde de öyle. Ben bu adamı bir tek yılın bu döneminde yatıyla bir güzel kız ve dinlemeye değer bir adamı mavi sularda gezdirirken görüyorum. Bugünki konukları Vildan’la Murathan M.’dı. Sert bir rüzgar var denizde. Hiç fırtınada kaldın mı diyor Gani Müjde, M.M.’ye. Sonra doğal olarak konu onun sözlerini yazdığı Fırtına’ya geliyor ve Gani ile Vildan söylemeyi deniyorlar. Bu da bana hadi şu yazıyı yaz diyor. Yeni Türkü tribüt albümü fikirciği. Ege Kayacan’ın mfö albüm önerisinden aklıma gelmiş birşey. (Bu arada doğal ortamda, çalı çırpı, kum taş yolları olan bir adaya, yazın ortasında, rahat 9 sm. topuklu ayakkabı ile mi çıkılır? Tamam kısa bu Vildan kızı ama insan bundan utanmamalı).

Çember – Kıraç: Kıraç’ın söylediği tüm şarkılar tek bir şarkı gibi. O şarkı da bu şarkı. Cem Karaca türü, bastıra bastıra söylenen dizeler… Yeaağğ dışınnddassınndırr… Uzatılan sonlar ama keskin vurgular. tak tak tak.

Fırtına – Nilüfer: Şarkının barındırdığı hafiften bir coşku hali, ama dolu dolu değil, yavaştan, iyimser bir halde, tam Nilüfer’lik.

Destina – Müslüm: Albümün ağır topu. Reklamlarda, hatta ihtiyacım var şu elbiseye derken bile (brrrrr derken değil tabi) duygulandıran insan Deeeeeestinaaaaa dediğinde eririz asfalt gibi.

Cevriye – Athena: Skunk’ın aptal gibi tekrarlanan ritmleri, bas akorlara fazlaca yüklenme hali bu şarkıya uyarlansa ne eğlenceli birşey ortaya çıkar. Şarkı hiç bitmez, ritmler hızlanır, tepinir dururuz. Bir nevi tarlaya ektim soğanın üst versiyonu.

Yedikule – Levent Yüksel: Aynı külhani modda devam edelim. Albümde Müslüm’le beraber şarkısına en cuk oturanı Levent Yüksel. Oyuncu, diklenir bir havayla kendisi de inanır, bizi de inandırır. Bu şarkıya Sezen’i veya Duman’ı düşünmüştüm önceden, ama yok, Levent Yüksel müthiş olur. Ondaki yanık coşku ülkede kimsede yok.

Nakka – Kibariye&Teoman: Şarkıda patlamaya hazır olan, sanki yeterince kullanılmamış bir potansiyel var. Bu defa Nakka! diye bir de Kibariye bağrınsın bakalım. Teoman sakin, bulanık bir kafayla girsin şarkıya, sonra Kibariye coştursun. O zaman görürüz taverna türü patlamaları.

Göç Yolları/Dönmek – Yaşar: Albümün Yaşar’lı mini bölümüne başlıyoruz. Benim bu adama özel bir ilgim de yoktu halbuki bu albüm öncesinde. Ama iyi uyuyor onun sesine, bir tek Derya’ya uyar sandığımız tane tane coşkular. Bu ikisi de öyle tane tane şarkılar. İkisi de M.Mungan sözleri, beraber olsunlar da gidenler için hep bir dönme muhabbeti varolduğu bilinsin.

Günebakan – Yaşar: Kim demiş tribüt albümlerinde her şarkıcı veya grup birer şarkı söyleyecek diye. Hem bu albümün prodüktürü de tonmaysteri de benim. Tüm zamanların en naif şarkısı herhalde bu. Ardından koştuğumuz son zamandır.

Yeşilmişik – Göksel: Bir önceki şarkının saflığında devam ediyoruz. Bu şarkının çocuksuluğuna sanki doğal ama yaratıcı olmayan bir tercih oldu Göksel. Saf ama aynı zamanda biraz yaramaz. Düşmüşüz yavaşça sakin bir derenin filan… Göksel’deki bariz aşk halinin yansıması

Mamak Türküsü (Sonbahardan Çizgiler) – Sezen: Politik üçlüye giriyoruz. Bazılarının esas Yeni Türkü dediği Buğdayın Türküsü üçlüsü. Samsun Asfaltı da denebiliyor şarkıya, birçok yerde Mamak Türküsü diye geçiyor ama albümdeki adı, Kemal Burkay’ın şiirinde olduğu gibi sonbahardan çizgiler. Sezen’e politik bir duruş yakışıyor bence. Aslen bir erkek şarkısı sanki ama içli sesini de katınca bir erkektense o olsun.

Sardunya’ya Ağıt – Şevket Çoruh: Şevket Çoruh, şimdi Arka Sokaklar’da oynayan, zamanının Sultan Makamı’nın Sultanı. Racon bilir, içeri girip çıkmış bir duruşu var, şarkıdaki ironik sertliğe sahip. Özel bir şarkıcılık da gerektirmiyor şarkı, yani iyi uyar. O kabul etmezse Ali Kırca’ya teklif ederim diyorum.

Mahpusane Kapısı – Erkin Koray (& Haluk Levent): Bu şarkı, şiirin barındırdığı tam Türki hissiyat (ulan, kadını yalnız bırakmış adamı içeride, içelim!) ile hit olmazsa Haluk Levent’in suçu olur. Biraz hızlandırsın şarkıyı, rock vurguları, sert bir söyleyiş, çok da ustalık istemiyor zaten.
ekle: Haluk Levent’e söz vermiştim, tamam ama Erkin Baba’ya da yeraçmamız lazımdı. Sahneyi paylaşacaklar artık.

Rüzgar – Hayko Cepkin: Duygu salsalası bölümüne giriyoruz. Hayko hem melodiyi biraz esnetip hem de hissini zaten sonuna dek verecektir. ölüm ya da ayrılık, farkeder mi söyle, sensiz…

Yağmurun Elleri – Teoman: Birkaç yıl önce benim de çalıştığım salona gelmişti Y. Türkü. Bu şarkıdan önce şiirin yazarı da buralarda bir yerlerde, aman duymasın, telif hakkı filan vermedik tabi ki demişti Derya.
Hiçbir şarkıda bu kadar düşünmedim yahu. Neredeyse Yaşar, gelmişken bir de şunu söyleyiver diyecektim. Ama buldum sanırım. Acılı bir aşk modu Teoman’a yakışır.

Başka Türlü Birşey – K. İskender: Bu öyle bir yorum olsun ki yeni sol bir hareketin bayrağı olsun. Söyleyen de sözlere en içten sahip çıkacak K. İskender olsun. O zaten şiirlerini oynayarak okuyor, bu şarkıya da hakkını verecektir. Arkasında da vokallerde Yıldırım Türker’le solun başına geçecek (geçsin!) Ahmet İnsel olsun.

Deliler – Harun Kolçak: Ritmli bitiriyoruz.
En çok aklıma gelipduran şarkılardan (sitede ‘sayılardan sen anlarsın, konuş onlarla’ diye arayınız). O yüzden ben mi söylesem dedim uzun süre. Sonra Yıldız Tilbe gibi çeşitli deliler geldi aklıma. Sonra oturan biri de gelmedi aklıma. Ama şimdi içime sindi. Harun Kolçak’ın çok iyi bir sesi var. Keşke Aşkın Nur Yengi günlerinden sonra delirmeseydi tabi.

Maskeli Balo/Telli Turna – Moğollar (& sürpriz konuk): Bazı şarkılar var, basit veya sabit melodilerinden dolayı hayatboyu ancak belli sayıda (diyelim 100, 200 kere) dinlenebiliyor. Özellikle Telli öyle bir şarkı, artık baydı diye koymayacaktım. Ama bu iki şarkı olmadan Y.Türkü tribüt albümü mü olurmuş! Çok benzer ritmleri var, o yüzden eklenecekler birbirlerine, medley gibi. Ama biraz değişsinler. Mesela Anatolu rock. Moğollar ve albümü alanların bilmeyeceği sürpriz, ilk defa aynı sahneyi paylaşacakları efsanevi bir birliktelik: 3 Hürel.

Aşk Yeniden – Mirkelam: Son şarkı bir mesaj kaygısı da taşıyor. Sevgili Mirkelam’ın söyleyişi çağıldayan, iştahlı bir aşkın dışavurumu.

___________________________________________________

Bonus: Destina – Duman: Şimdi tüm anlaşmalar yapılmış, herşey bağlanmıştı ki Duman’ın menejerinden bir telefon geldi. Yeni çıkacak albümlerinin promosyonu için bu projede yeralmak istiyorlarmış. Destina’yı söylemek istiyorlarmış ama ‘hangi oje yakışmaz sana, kız Destina‘ şeklinde. Ben de “Duman’ı bu projede görmeyi zaten istediğimi, ama o fikrin pek yakışık almayacağını, ve zaten o şarkıyı Müslüm Baba’ya sözverdiğimi, şimdi iptal edersem ağlayacağını, Müslüm Baba’nın da ağlamasının öyle birşey olduğunu ki o ağlarsa ülkenin intihar edeceğini” söyledim. Sonunda ortak bir noktada buluştuk. Albüme bonus olarak konacak şarkıda ağlak havalarıyla aynı şarkıyı icra edecekler. Müslüm’ün acıklı söyleyişinden farklı, dumanlı kafalı bir ağlaklık. Ve rock ezgili, bittabi

.

Eksik tabi var. Olmasa Mektubun ve İstersen Hiç Başlamasın acılıları üzmesin, diğerlerinin de aklına yanlış fikirler sokmasın diye yok. Vira Vira eksik, ama benzeri birçok şarkı var. Zaten 19 şarkı oldu. Ve fakat, ülkede ne kadar az baba yorumcu var. Hep aynı isimler. Eklemek isteyeceğim Yıldız Tilbe’den başkasını hatırlamıyorum. Oysa her şarkı için birçok alternatif olmalıydı

h1

örbi enkak derken

3 Temmuz, 2008

Çok şeker bir iş arkadaşım vardı, Cristina. Konser yarım-bir saat uzakta bir kasabada olduğundan onun arkadaşlarıyla arabayla gidecektik. Niye trenle gitmeyecektik, bilmiyorum. Her yere olduğu gibi oraya da bizim minik şehrimizden tren vardır da belki böylesi daha kolaydı. İtalya’nın karayollarını da bir o gün gördüm zaten. Tavsiye etmem, dar, kalabalık, iki taraf duvar örülü (ne doğru bir şey bu), boğucu.

Herbie Hancock-Wayne Shorter konserine üçünün önlerden bileti vardı, ben almamıştım. Ben girerken ikinci kısımdan aldım, sefil yaşayan biri olarak. Ama öndeki sandalyelerin önünde çim bir alan görünce konser başladıktan sonra gidip oraya yayıldım. Bazen çok imtiyazlı hissediyorum kendimi. Mültimilyoner de olsaydım böyle sahnenin önünde çimlere yayılmak isterdim.

Seyircinin Wayne Shorter’a özel bir ilgisi vardı. Meğer birkaç ay önce karısı bir uçak kazasında ölmüş. Konser başladıktan kısa bir süre sonra durdular yalnız. Kasabanın bir tarafı deniz, diğer tarafı yeşillik ve dağlıktı. Hatta konser alanının hemen ilerisinde eğim başlıyordu. Hava kararırken sıcaklık da çok ani bir şekilde düşmüştü. Zamanını hatırlamıyorum, ama Haziran-Eylül gibi birşey olsa gerek. Piyanonun akorları yüzünden dedi birileri. Ayarlar yapıldı tekrar başlandı. Ama toplam yarım saatten fazla dayanamadılar. Sinek de vardı. Serinlemişti. Herbie beğenmedi piyanonun durumunu. Seyirciler tepki gösterdi. Benim pek umurumda değildi. Biraz bekledik. Ben seriliydim çimlere, birkaç kişiyle beraber. Sonra dönmeyecekleri belli oldu, belki geri vermişlerdir bilet paralarını, hatırlamıyorum. Tepki vermişti bizim gruptakiler ama benim keyfim kaçmamıştı.

Θ Θ Θ Θ Θ

Demin Açıkhava’da Herbie’nin provasının önünden yayın yapıyordu Yekta Kopan (kendisine işinden ötürü acaip ifrit oluyorum; biliyorum, konserleri de kaçırmıyor sonra). Yarın da Açıkhava’da en beğendiğim konserlerden birini veren Marcus Miller var. Sonrasında da gitmeyi pek istediğim 2 konser 1 nişan var aynı şehr-i harabe’de. Ama hep aralıklı aralıklı. Normal koşullarda hepsine gidemeyeceğime göre benim hem orada bir eve, hem de kolay ve hızlı bir gidip gelme yolu bulmaya ihtiyacım var. Mesela bir katamaran edinsem. Şuracıktan biner, direk Kuruçeşme’ye demirlerim. Hatta yoldan işten çıkan arkadaşlarımı ararım, ‘trafik mi tıkandı, sorma, ben de hız sınırına takılıyorum, Çanakkale’yi geçtim demin, iskelede beklerim artık seni’. O zaman kalacak yere de ihtiyacım olmaz hem. Konser bittikten 5 dakika sonra kendimi yatağa bırakabilirim. Tabi, öncesinde teknem şurada, sizi evinize bırakabilirim dediğim biri olmamışsa. Sonra ev yerine rotayı Girit’e filan da kırabiliriz. Nakit ihtiyacı olursa da konser sonraları dolmuşçuluk yaparım. İyi iş.

h1

ılıktı ve yağmur çiseliyordu (bir grup için kapanış şarkısı)

16 Mayıs, 2008

Pazar gecesi saat 1. Virginia’nın orta yerinde devasa bir park yerinde arabada oturmuş, birkaç saattir öyle bekliyoruz. Hala yağmur yağıyor. Biraz yavaşlamış mı? Çok hafif belki ama rüzgar yine yerinde. Ayakkabılarım ve çoraplarımı çeşitli su birikintilerinde yüzmüş olduklarından çoktan çıkarmışım. Neyse, üstüm kuru, ıslak kazağı ve montu yanıma sermişim. Yanımdaki çantam ve içindeki herşey su içinde. Sırılsıklam pantolonumu da arada bir ovalayıp kurutmaya çalışıyorum. Arada arabanın önünden arkasından yalınayak, seke seke birileri geçiyor, yanımızdaki ağaçlık alana ihtiyaç molası kabilinden. Sinir bozucu da olabilir durum ama bir yandan da huzur verici. Öndeki, o güne dek sadece bir kere 5 dk. görmüş olduğum çift uyumuş. Kız arabaya girer girmez uyumuştu da İngiliz oğlan biraz evvel daldı. Dışarıyı seyrediyorum. Damlalar, bekleyen diğer arabalar, çalan burada hep dinlediğim rock kanalı, araba içi sessizlik…

Ondan 3.5 saat kadar önce gişelerden geçmek için yağmurun altında sıradayken önümdeki genç çift biz de sığınabilir miyiz şemsiyene diyor. Kız pek iyi görünmüyor. Tabi, ama zaten onla da farketmiyor diyorum. Battık tamamen diye cevap veriyor.

Ondan yarım saat kadar sonra ise Thom sahnede “I know, you guys had a hard time coming here. Sorry” diyordu, sonra önlerden biri I love you demiş olmalı ki We love, you, too, diye cevap veriyordu. Bense Fuck you diye bağırıyorum. O kadar da içimden gelerek söylüyorum ki.

Sen ki sitende konser turlarının çevre etkileri için incik incik araştırmalar yayınlamışsın, harcanan enerjinin çok büyük bir bölümü seyirci ulaşımı diyorsun, sonra da washington konseri dediğin konseri yaptığın yere bak. Şehirden 70-80 km. uzakta (Çeşme’de konser yapıp İzmir’de demek gibi), üstelik anayollara tek şeritlik tek bir bağlantısı olduğu için, ve saçmasapan bir park yeri olduğu için her seferinde, yağmur filan olmasa bile trafiğin kitlendiği bir yer. 20-25 bin seyirci varsa rahat da onbin araba var demek. Onbin arabanın gidiş gelişte 5 saat dururken, veya dura kalka ilerlerken yaktığı benzin herhalde bizim küçük bir şehrimizin bir haftada yaktığından fazladır.

Bir de bu konser için tavsiyede bulunmuşsunuz, toplu taşımayı tercih edin diye. Toplum taşıma mı? Acaba vapurla mı gitsek, banliyö treniyle mi, halk otobüsü mü, sahilden bir tekneye mi atlasak, yoksa dolmuş mu daha çevreci olur? Alay eder gibi. Şehrin iyice dışında, kuş uçmaz kervan geçmez (bazılarının in the middle of nowhere dediği) yere ne taşıması? Sonra da toplu taşımayı açıklamışlar, araba paylaşımı yapın, 3 kişiyi arabasına alana poster göndereceğiz diye. Onbin arabadan kaçı böyle paylaşılmıştır? 5? 10? Amerika’dan bahsediyoruz. Burada arabalar paylaşılmıyor, olmayan gidip kiralıyor.

Hepsi niçin? Yeter ki en büyük kapasiteli yer seçilsin de sen iki saatlik şarkı söylemen karşılığında en büyük parayı al, menajerlerin, organizatörlerin, tur şirketi, alan sahipleri, biletçi şirket, bilet mafya şirketleri olabilecek en büyük parayı kazansınlar diye. Demek bu alemde Eddie Vedder dışında güvenecek adam yok. Çok yıllar önce üniversitede oda arkadaşım demişti, plak şirketlerini, büyük turları reddediyorlar diye. Dediklerinin tam karşılığı böyle anlaşılıyor işte.

Bu durumda az bile diyorum sana. Dediğim sırada da ayaklarım ve pantolonum ıslak, park yerinden hızla yürümesi bile 20 dk.yı bulduğu için. Hele kendimizi içeri attığımızda oturacağımız yere de yağmur yağdığını görmek tam trajikomik. Ben orayı bırakıp ortalara doğru süzülmenin yollarını buluyorum neyse ki.

Ama asıl bir de arabaya dönüşün nasıl olduğunu bilsem daha neler derdim sana. Hava soğuk, Mayıs filan değil, 8-10 derece, yağmur yine deli, artık aralarda göller ve nehirler oluşmuş. Battı balık yan gider diyen birileri kendilerini sulara bırakıyor, bunun görüntüsü bile bana hastane koridorlarını hatırlatıyor, bir sonraki gün ne kadar hasta olacağımı düşünüyorum. Arabaya bir türlü ulaşamıyoruz, aslına bakılırsa yerini de tam bilmiyoruz. Kaldı ki ben yağmura gelemem. Çekerim.

İşin en garip yönü de o rezillikte ve o can sıkıntısında, konserin zaten bir kısmını kaçırmışken (gerçi biz yine şanslıymışız, bizden 10 dk. sonra çevirmeye başlamışlar arabaları, park yeri dolmuş, yolları su basmış) keyif almaya çalışmak. İyi ki çantaya bir su plastiğinde bourbon atmışım. Ondan yudumlar alıp hem ısınıp hem havaya girmeye çalışıyorum. Ama ben havaya girdiğimde konser bitiyor zaten. Yani, gel de nazara inanma.

Sonuçta sitenden özür dilemen yetmiyor. Gel de benden özür dile. Gel de bak ben sana bahçede yağmurda şarkı söyletmiyor muyum? Çirkinliğinle ve kulaklarınla da alay etmezsem neyim…
(aşağıdaki yazı bu fikirden çıkmadı. bu fikir aşağıdaki yazıdan çıktı).