Archive for the ‘ti-vu’ Category

h1

Altunizade’den sonra, köprünün hemen aşağısı

22 Temmuz, 2018

Avr Yak-3

Yayınlandığında çok izlememişim. Genel olarak takip ettiğimi sanıyordum, tatillerde filan izliyordum, ama çok yetersizmiş. Yakınlarda tekrarlarını bol bol izlemiştim, ama sanırım hep belli kısımlardandı. Birkaç aydır neredeyse her gece, en başından beri izliyorum. Hep bildiğimden daha da iyiymiş.

Tabi ki ilk söylenmesi gereken, dizi tarihimizde görülmemiş bir kasting’e sahip olması. İstediklerini almışlar, hepsi de yıldız. Ata Demirer ayrılınca boşluğu kapatmak için kadroya Tolga Çevik, Hasibe Eren ve Peker Açıkalın’ı eklemişler. Sırf konuk oyuncu kadrosu bile inanılmaz: Sezen Aksu, Emel Sayın, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Erkin Koray, Cem Yılmaz, Cem Davran, Okan Yalabık, Beren Saat, Dolunay Soysert, Doğa Rutkay, Keremcem, Emre Altuğ, Deniz Seki, Suna Pekuysal, Yetkin Dikinciler, Salih Kalyon, Tamer Karadağlı…

Ama yine de dizinin asıl yıldızı (en azından Ata Demirer’le birlikte) senaryo. Durum komedisini, farklı uçuk olayların (genelde entrikaların) aynı anda çatışmasını kurgulamak hiç kolay değil. Mesela klasik vodvil tiyatrosu kurguları: içiçe geçen yanlış anlamalar, diğerlerinden saklanan küçük kaçamaklar, odadan odaya kaçırılan sevgililer… Bunun içine abartılı (ama inanılabilir) karakterleri (Burhan Altıntop, Şahika Koçarslanlı, Gaffur) de eklemiş. Tekrar yok değil tabi, ama tekrar da bir komedi yolu. Ama zaten karakter fazlalığı çeşitlilik de getirmiş.

İşin özünde de Friends-Seinfeld-How I Met-Big Bang-4 Nikah 1 Cenaze-Notting Hill formülü var: farklı karakterlerden oluşan, aralarına bazen aşk ilişkileri de giren bir grup arkadaş. En çok görmek istediğimiz şey, ofis grubunun beraber maceralara girmeleri, eğlenmeleri, küs varsa barışmaları filan.

Bir de şöyle birşey düşündüm: Eskiden beri yapılan, temel genel kültür üzerine kurulu espriler o genel kültürü kuşaktan kuşağa aktarıyor, herkese yayıyor. Artık böyle şeyler yapılmıyor, o yüzden de ortak genel kültür diye birşey yok artık. Raj Kapoor’lu bir espri yapıyor mesela Burhan Altıntop. Artık Raj Kapoor duymuş pek kimse yok. O yüzden Raj Kapoor’lu bir espri de yapılmaz şu an.

Neyse, kim ne kadar iyi diye düşünürken notlayayım dedim. Sadece en temel rollerine göre değil, girdikleri çeşitli hallerin altından kalkmalarına da göre (tek başına sahnesi ya da belli bir özelliği olmayan karakterleri eklemedim):

Gazanfer Özcan: 10 -mükemmel, daha iyisi olamaz
Hümeyra: 9 -süper, olmazsa olmaz. Sadece, bazen ona çizilenler tekrara düşünce (botoks yaptırdığında mesela), onun da tekrara düştüğü olmuş.
Ata Demirer: 10 -bir klasik. Tek başına dizinin yarısıymış.
Gülse Birsel: 7 -oyuncu olarak hiç fena idare etmiyor.
Şenay Gürler: 8 -o kadar çok bölümde oynayınca kısıtları ortaya çıkmış, biraz tek tip, ama ekran için çok sıcak bir yüz. Bir de şu ağız içindeki tık-tık sesi:)
Hale Caneroğlu: 8-8.5 -Şenay G. için söylediklerim + daha da sempatik. Grup içinde varlığı çok ayırt edilmeyen, ama olmayınca bir eksiklik yaratan karakterlerden.
Evrim Akın: 8.5 -bayağı başarılı
Bülent Polat (Şehsuvar): 7.5
Yavuz Seçkin: 8.5
Veysel Diker: 8 -Şaşıfelek’te Füsun Demirel’in kocası çok iyi bir karakterdi; O olduğunu yeni farkettim.
Levent Üzümcü: 8

-2. sezon-
Vural Çelik: 9 -önceden o kadar sevmemiştim, ama bu sefer bayıldım. Hatta en favori karakterlerimden biri (ya da 2’si) oldu. Aslında ayırabilirdim de: Kubilay 8.5, Gülenay 9.5.

-3. sezon-
Rutkay Aziz: 9 -Rutkay Aziz’i puanlamak ne haddimize (bu arada geçen yıl kızının programına çıktığında çok değişmiş duruyordu, çok kilo almış, sanki bir rahatsızlık geçirmiş, çok üzüldüm).
Suna Keskin: 8
Engin Günaydın: 8.5-9 -onu puanlamak çok zor (az mı verdim dedim, ama onun notunu diğerleriyle değil, sadece aynı kategorideki Peker Açıkalın ve Binnur Kaya’yla karşılaştırmak lazım). Çok üstün bir oyuncu bence. Ama çok abartılı rolün zorluklarını yaşamamış değil. Ama bulduğu lehçe ne süper.

-4. sezon-
Tolga Çevik: 8-8.5 -gereğini yapmış, ne eksik ne fazla.
Hasibe Eren: 9 -bu role Asuman Dabak’ı düşünmüşler. Çekimler başlamadan karakter özellikleri değiştirdi diye ayrılmış. Ne büyük isabet. Nesi varsa vermiş role.
Peker Açıkalın: 7.5 -önceden hiç sevmemiştim, ama hiç fena değilmiş
Sarp Apak: 8.5 -ekran için inanılmaz sıcak bir yüz. Kavak Yelleri’nde bu kadar değildi, burada süper.
Bihter Özdemir (Zeynep Hacer Aksoy): 7
Timur Acar (İzzet): 8

-5. sezon-
Binnur Kaya: 7-7.5 -ona bayılırım, ama bu karakter daha iyi olabilirmiş. Gerçi daha yeni dahil oldu diziye, sonra tekrar değerlendirmek lazım.
Gürgen Öz: 6 -not funny.

Avr Yak-5

Ve tabi ki dünya üzerinde aynı puanlarda anlaşacak 2 kişi bulamayız.

En hoş kısımlardan biriyle bitireyim. Bazı süper bölümler, sekanslar var. Mesela, ruh çağırma seansları, Ata Demirer’in falcı olduğu yerler ve Makbile-İzzet aşkı: Karşılaşma sahneleri Moğollar-Cahit Berkay retrospektifi olmuş.

h1

Survivor seviyorum desem?

3 Temmuz, 2015

Eurosport’ta okçuluk, golf, bisiklet, hatta bilardo izlemeyi seviyorum desem sıkıcı ama üst düzey birşey yaptığım fikri oluşur. Ama Survivor izlediğimi söylesem bir güzel aşağılanırım.

Böyle kalıplar var işte. Oysa Survivor oyunları cidden heyecanlı ve ilginç olabiliyor. Bol ve çok çeşitli engellerin olduğu, havuza atlanan, biraz yüzülen, sonra bir yere tırmanılan, koşulan, tekrar çeşitli engellerin geçildiği, sonra da topların bir yere atıldığı oyunlara bayılıyorum. Çünkü ben o oyunlarda oynamayı ne çok isterdim. Ve oynayamayağımı bildiğim için de cidden kahrolasım geliyor.

Lisede kendimize göre bir olimpiyat geliştirmiştik. O ortamda yapabileceğimiz sporlar, merdiven çıkma, kısa-uzun mesafe koşu, uzun atlama, penaltı, basket serbest atışı gibi şeylerden oluşuyordu. Sonra tamamlanmadı, yarıda bıraktık. Ama böyle hazır bir oyun parkuru olsa biterdik (i.e., bayılırdık).

İş tamamen o parkuru tasarlayan ve inşa eden Arjantinli ekipte tabi. Bazen ince planlanmış numaralar oluyor. Üzerinde yürüyeceğin plaformu yerden bir ipi çekerek yerine oturtuyorsun, veya atacağın topları teleferik düzeneğiyle almak için bir değirmeni döndürüyorsun.

Ben çocukken TeleMatch vardı. Ne kadar eski, emin değilim, ama sanki çok çok eskilerden değil. Pazar sabah-öğlen-erken öğleden sonra civarlarında. O saat kuşağından bildiğimiz, western ve klasik müzik konseri; o yüzden saatine emin değilim, sanırım onlardan önce başlardı. Farklı renklere sahip 4 takım havuzda ikili ikili oyunlar oynardı. Topları bir kovaya doldurmak gibi eğlenceli şeyler. Evde herkes bir rengi tutardı filan.

Daha da hatırlayan kimseyi görmedim. Hatırlatılmamasıyla ilgili olmalı. Bazı şeyler sık sık gündeme geliyor (değiş Tonton gibi), TeleMatch hiç gelmedi. Survivor oyunları onun daha hırslı versiyonu.

Birkaç yıl önce “bu, bir tatil formatına dönüşse” diye düşündüm. Müthiş kumsalı olan küçük bir adada tanımadığın kişilerle bir grup olup karşı takıma karşı yarışsan? Kazanınca ödüller, kaybedince açlık. Tümden bir mahrumiyet. Ödüller deyince de adadaki vahşi şelale, süper oteller, nba finali, Brezilya milli takımı maçı, New York-Miami gezileri, hatta Havana filan. Yani programdaki herşey olacak, eksi kameralar. Böyle birşeye hem katılmak çok isterdim hem düzenlemek. Ama tabi, çok zengin heyecan meraklısı tatilci-yarışmacılar da bulsan, tv reklam paralarının yanına yaklaşamaz, muhtemelen o masrafı çıkarmaz (yoksa çıkarır mı:)

Denize her anlamda sıfır yaşama fikri de süper cazip geliyor bana. Yıllardır pek az denize giriyorken orada: uyan, deniz, öğlen deniz, yemek yaparken elin mi yağlandı, deniz, sıcakladın mı deniz, güneş batarken deniz, bir de belki gece deniz. Deniz de olabilecek en güzel deniz, en güzel kumsal. Hem sürekli D vitamini, bol O2, ayrıca, deniz kıyısında ve ormanlık alanda negatif iyon olurmuş, hepsi var. Tamamen sağlık gibi geliyor bana orada olmak. Tatili süper zenginlere zayıflama programı olarak mı pazarlamalı ki?

Burada da ucundan bahsettiğim, Fethiye’de gittiğim bir kamp tatili bunu andırıyordu. 20 kadar kişi kampta bir miktar askerlik gibiydi. Sabah kalk kalk sesleriyle kalkıp sonra belli bir programı uyguluyorduk. Hergün uzun bir trekking de içeriyordu. Ama fiziksel tarafından daha çok senin seçmediğin kişilerle tüm gününü geçirme tarafı benziyordu. Değişik çekici bir tarafı var, normalde biraraya gelmeyeceğin insanlarla iyi vakit geçirmenin, kabul görmenin. Rengarenk minibüste hızla giderken ayakta dansetmenin takdir edilmesinin.

Yani tabi ki programın itici taraflarının fazlasıyla farkındayım. Kameralar işin içine girince başlayan taraflar, bbg evi muhabbeti, bir türlü düzgün-sakin-anlayışlı olamayan ilişkiler, fesat arayışı. Korkunç fesat bir milletiz. Ama ondan sakınmaya çalışıyorum. Çok uzun sürüyor zaten. Acun da reytinglerin patladığını görünce sömürebildiği kadar sömürüyor (3 günden teker teker artırıp 7 güne dek çıktı). Ben de o kısımları seyretmiyorum, olabildiğince, ya da oyunla ilgili olmadıkça. Ama tabi çok yapamıyorum, ayırmak zor oluyor.

Bir de arada seçim filan (seçim gecesi de yayınlanır mı, artık bu terbiyesizlik), çok kaçırdığım için geriden geliyorum, herşeyi seyrederken yaptığım gibi. Anladığım kadarıyla, takımlar dağılmış. O zaman da o oyunların zevki kalmamıştır. Özellikle Manço’nun emaneti Doğu ve arkadaşları elenince seyredecek birşey kalmamış olmalı.

Ama şimdilik şöyle süper yarışlar izliyorum (siz de 2 dk izleseniz gerçekten neyden bahsettiğimi anlayacaksınız). Ki bu oyunun ödülü San Francisco gezisi ve orada NBA finaliydi. Birgün ben de böyle yarışlarda yer alsam, sonra kazandığımız hediyede New York’ta gideceğimiz müzikalde güzel birşeyler giymek için Acun’un verdiği parayı harcamak üzere Polo’ya gidip canım ne isterse alsam… 2-3 yıl önce yaşanmıştı bu sahne ve beni gerçekten can evimden vurmuştu.

h1

Şifon

12 Aralık, 2014

[Aslında bu yazıya Eurythmics’ten there must be angel, playing my heart yakışırdı ama ben en sevdiğim Eurythmics şarkısını çaliim: Would I lie to you. Hem çalıp hem okumanız maksadıylan.]

Telefonda konuşuyorduk, arkadaşım alışverişe gittiğini söyledi. Neler aldın dedim. Alışveriş sohbetini pek seviyorum. Erkekler alışveriş sevmez savını tek başıma çürütebilirim. Şifon bir gömlek dedi, der demez içimden yeşil dedim. Düşünmedim, düşünsem siyah derdim, sonra da beyaz. Ama düşünmedim ve aklımda çok net yeşil kelimesi belirdi. Ben birşey demeden arkadaşım yeşil dedi. (Bu arada, yeşil şifon gömlek de almak için garip bir tercih değil mi? [Gerçi şifon artık her yerde. 2 yıl önce 2 günlüğüne Milano’ya gitmiştim, moda devlerinin vitrinleri şifon doluydu. Bugün ülkede, hangi gelir düzeyinde olursa olsun, şifonsuz bir düğüne rastlayacağınızı sanmıyorum.])

Bu tür minik minik şeyler bazı dönemler çok başıma geliyor. Burada da birkaç kere bahsetmiştim bu fantastik ‘karşılaşmalardan’ (veya ‘aydınlanmalardan’/’zihin açıklıklarından’/’gaipten haber almalardan’:))

Bu aralar daha çok tv’yle ilgili oluyor:
Spooks diye çok iyi bir BBC dizisi var, İngiliz gizli servisi MI-5’ın bir birimiyle ilgili. Homeland’in daha kurgusal ve tempolu bir versiyonu. Çok da acımasız, karakterlere bağlanmaya gelmiyor, sık sık sevilen bir ajanı öldürüveriyorlar. Geçenlerde bir bölümde yine kahramanlardan birini öldürdü teröristler. Gazeteciyken çok şey bildiği için zorla ajanlığa geçirdikleri çok sempatik bir adamdı. Cidden üzüldüm, adam başka yerde oynuyor mudur ki, oynasa da ben görmem dedim. Ve sonraki gün alakasız bir dizide rastladım.

Benzeri birşey, bir arkadaşıma Amerika’da da dizilerin patladığını anlatıyordum. Tim Roth bile dizide oynuyor dedim. “Dönemin belki de en iyi aktörü, o ve şey, şey, neydi adı”. Bir türlü gelmedi aklıma. “Hani Prestige’de oynuyordu.” Sonraki gün bir gençlik dönemi filmi oynuyordu tv’de, All The Little Animals -Christian Bale. John Hurt’le iyi bir ikili olmuşlardı, sevimli, basit bir film.

Bir İtalyan kanalında Zodiac’a rastladım. Hani şu, gerçek ve çözülememiş seri katil hikayesi. Herhalde seri katil hikayelerinin en ünlüsü, hatta belki temayı meşhur eden hikaye. Ama hem filmin ortasındaydı hem de anlayacak kadar, hele de o filmi anlayacak kadar İtalyancam yok. Keşke bizim kanallarda oynasa dedim. Hop, sonraki hafta cnbc-e’de. İzledim.

Bir de hisler var. Onlara genel olarak inandığımı söyleyemem. Ama geçen Cuma akşam az uyuyup uyanmıştım dışarı çıkmadan. Onun etkisiyle çok garip hissediyordum. Sanki ciddi birşey olacak ve normal gidişat bozulacak gibi. Tam doğal bir felaket olacak gibi birşey. Sonra o gece iki kere ciddi sallandık, 5.2 ve 5 şiddetinde. Pek korkmam öyle şeylerden, ama ikisinde de bayağı sallandık. Hatta bir süre oturduğum yerde sallanmaya devam ettim, artık sallanmadığımıza emin olamadım.
Bu arada, bizim minik şehrimizde olunca ülkede kimsenin haberi olmadı. İst’da olsa bugüne dek tek gündem o olmuştu, “büyük İst depremi mi geliyor” sorusunu duymaktan bıkmıştık.

Yalnız, nazara inanmaktan kaçamıyorum. Geçen gün mesela, otoparkta bir komşuya rastladım. İlginç bir adam, biraz aksi sanırım, pek sevilmiyor, ama benim aram iyi. 2-3 yıl önce de bir felç geçirmişti ama şimdi iyi. Neyse, tam arabamın önünde rastlaştık ve hep ondan bahsettik. Adam övüp durdu arabamı, hep iyi taraflarından bahsettik. Oysa eski bir külüstür. Çıkardığı sorunlardan, mesela ilk aldığımda çok yağmur yağan bir gün su geçirdiğini filan hiç konuşmadık mesela. Sevmem böyle şeyleri. Adam gidince bir kaza filan yapmasam bari dedim. Ve o günün akşamında aşağıdaki kazayı atlattım işte.

Would I lie to you, sevgili okur?

h1

Olimpiyat izleyemezken anladım: Gitmeliydim, dalgalar kanatlarımdı

14 Şubat, 2014

Hiç abartısız aylardır Olimpiyatları bekliyorum. Yaz Oyunlarında heyecan, çeşitlilik ve doyumsuzluk oluyor; Kış Oyunlarında ise sersemletici (‘mesmerizing’ demeyi çok seviyorum), hatta hipnotize edici bir sakinlik. Hatta, aslında baştan hiç kafana takmaman gereken birşeye dalmış boş boş ekrana bakıyor olacaksın. Slalomcular hiç bitmeyecekmiş gibi kayarken yavaş yavaş kafandaki takıntılar küçülürken spikeri duymaya başlar, sporcunun kim olduğuna ve derecesine dikkat eder olursunuz.

Peki, başlayalı neredeyse bir hafta olacak. Ne anladım? Artık bu ülkede durulmayacağını.

Yayınlar anlatılamaz derecede rezalet. Birincisi yok. Yaz Olimpiyatlarına bir kanal ayırdılar diye sinirleniyordum (pek çok da haklıydım, yüzlerce yarışmaya 3-4 kanal bile yetmezdi), şimdi o da yok. Günde en fazla 3-4 yarışma veriyor Trt kafasına göre, hepsi o. Onlar da saat farkından ve oyunları normalden de erken yapmalarının etkisi akşam 7-8 arası bitiyor. Sonra da tekrar vereceklerine saatler süren süper lig/ptt 1. lig yorum programları başlıyor. Gündüz deseniz meclis tv karmaşası giriyor. Meclis yayını varken trt3 ikiye ayrılıyor. O kadar rezillik ki anlatasım bile yok. Kısacası, iki ayrı trt3 var ve biri meclis yayınına geçiyor, diğeri spora. Onun dışında aynı yayını yaptıklarından bunu da kimse bilmiyor. Kabloda olmayan, uyduda özel eklemek gereken (ve herhalde kimse bunu bilmediğinden yapmadığı) trt spor’un birçok evde olmadığına eminim. Trt3’ü açan da akşam 7’ye dek meclisi buluyor. Kısacası, normal çalışan bir insan, istese bile haftaiçi neredeyse hiçbir Olimpiyat yayınına denk gelmiyor.

Hangi yarışmaları yayınlayacakları herhalde zarla belirleniyor, eğer kadın sporcuların kıyafetleri karışmıyor diye varsayarsak. Artistik patinaj çiftler yarışmalarını vermediler örneğin. Normalde sırf bu yüzden insanların büyük tepki göstermeleri gerekirdi. Bu, dünya kupasında önemli bir maçı vermemekle aynı şey çünkü. Ama tabi ki ancak çok küçük bir kitlenin haberi oldu. Perşembe erkekler kısa programı verdiklerinde “veriyorlar işte” diyen çoktu. Birçok önemli final kaçıyor, kimse farkında olmuyor.

Spikerler nasıl biliyorsanız 5-10 kat daha kötü. Bunu anlamak için Eurosport’tan izlemiş olmanız gerek. Eurosport normalde de kış sporlarını yayınladığı için karşınızda çok bilgili anlatıcılar oluyor. Trt’ciler bu sporları 4 yılda bir görüyor ve siz ne kadar soğuksanız onlar da öyle. Bazen çok daha fena. Mesela Spikerler bildiginiz gibi, ya da daha berbat. Zamana karşı sporlarda altta +/- ile, yarışanın lidere göre farkı belirtilir ya, Cüneyt Kıran’dı galiba, -‘nin liderden daha iyi demek olduğunu bilmiyormuş. En, ennn temel şeylerden birinden bahsediyorum. Hiç bilmesen ilk izleyişte anlarsın. O ise, 1 gün ve 2 farklı spor boyunca öyle anlattı. Üstelik karışmasın diye -‘leri yeşil veriyorlar, üstelik – bitiren kişi 1. sıra diye gözüküyor. O durumda da nasıl algılayacağını bilemiyor, eski liderle yeni liderin isimleri, ülkeleri birbirine giriyordu, anlatilabilir gibi değildi.

Ama bu sırada ülkede bunu farkedip çileden çıkan insan sayısı bir avuç parmak olduğuna göre istediğini yapardı. Bu ülkede daha iyi, yani doğru dürüst yayın isteyen kaç kişi var ki… O zaman istedikleri yayını yapar, istedikleri gibi yapmazlar. Kadın sporcu kıyafeti konusu duyulduğunda infial kopar, trt geri adım atar; ama kadınlar buz pateni yerine Orduspor-Maraş maçını verseler kimsenin ruhu bile duymaz. Niye yayınlamadıklarını bile bilmezsin, bilsen ne farkeder, izleyememiş olursun. Kadın sporcu kıyafetinde ses çıkaranlar, diğer nedenlerde ortada yoktur çünkü.

Olimpiyat izlemek önemli [çünkü o dünya ülkeleri halkları olarak en önemli buluşmamız], ama en az onun kadar önemlisi, bu bir gösterge. Bu kadar ciddiyeti ve seviyesi düşük ülkede başına herşey gelir.

h1

Fahrenheit 102 and rising

31 Ocak, 2014

Bloğa bir hastalık bahsiyle dönmek haksızlık değil herhalde. Burada, olması gerekenden fazla hastalık konusu oldu ama sonuçta bu blog benim dostum, dert dökme yerim. Tabi bir de okuyanlar var, ama onlar daha çok geçerken buna şahit olmuş oluyor, arada o dostluğu blok yerine o anlık üstlenen oluyor filan. Neyse.

Birkaç gece önce yatmaya yakın birden bir bitkinlik çöktü. Midemde de bir hazımsızlık hissettim. Kesin labneden diye düşündüm. 2 gün önce de annemin midesi bozulmuştu ve birkaç saat önce yediğim labnenin tadı normalden biraz farklıydı. Bozuk gibi değil ama biraz daha tereyağımsı. Belki formülü değişmiştir veya Karfur saklamayı beceremiyordur. Yazık çünkü dolu dolu yemeyi sevdiğim birşey o. Ama sonra başka birşey yaşamadım besin zehirlenmesi sonucunu verecek.

Sonraki gün yine bitkin geçti. Geceyarısı civarı vücudumdaki her kemik, hatta her doku ağrıyordu. Bu şey bu, ateş! Evet, 100.4 F: 38 C. Amerika’da ateşten bahsetmek için 100’ün üstünde olmasını istiyorlar, bizde de 38. Ama demek ki besin zehirlenmesi değil, mikrop kapmışım. İyi de nerden? Bir süredir kasiyerlerden bile uzak duruyorum. Hatta yardımcı olma bahanesiyle torba açarken elime dokunmaya çalıştıklarında ondan bile kaçınıyorum (Halet Rezaki pozları). Bir tek bir gün önce avm’ye gitmiştim, o da yarım saat. 5 dk D&R (çocuklar mikrop yuvası), 20 dk Mudo (denediğim kaşkolleri benden önce takmış hasta birisi? bu da içimdeki Sherlock). Yalnız kaşkoller çok ucuz ve bir o kadar sıkıcıydı.

Yalnız, yüksek ateşten kötü birşey var: yükselmeye devam etmesi. Ne zaman baksam, 0.1-0.2 yükselmiş oluyordu. O saatte yatsam alışkın olmayan vücut 2-3 saat sonra uyanacağından biraz oyalanayım dedim.

Nat.Geog.’de yankesici programı vardı. Gençten İngiliz bir adam (bana da benziyor hafiften), dünyanın dolandırıcıları ile ünlü olan şehirlerine gider, en belalı tiplerin nasıl çalıştığına bakar, underground bahis-kumar olaylarını gözlemler (Scam City). New Orleans’taydı karnaval sırasında. Rio karnavalı nasıl egzotikse Mardi Gras da o kadar soysuz. O günlerde kentin en büyük caddesinde birkaç kişi silahla öldürülmüş mesela. Bir adam gençliğinden bu yana sürekli silah taşıdığını anlatıyordu. Silahsız çıktığında nasıl hissettiğini sordu sunucu. Silahsız hiç çıkmadım ki dedi. Geçen yıl kendisini soymaya çalışan silahlı 16 yaşında bir genci vurmuş. İnsan hastalık filan düşünmüyor bunu izlerken. 101.2, ilaç şart oldu.

Sokaktaki, bazıları gayet isabetli tarot falcıları, falcıları işleten adamın onu kovması, sonra o adamın tavsiye ettiği falcı kadınının sunucudan 250 dolar alması, o falcının da falcı işletmecisinin karısı çıkması, sokak illüzyonisti ve barda ona şehrin en ünlü partisine bilet satan adam. Bu sonuncusu en bariziydi. Barda şişman bir adam yanına gelir. Buluşacağım kadın gelmedi der. Aslında bu cümle ben dolandırıcıyım diye bağırıyor. Birkaç cümle sonra, sunucu bilmem ne partisine gitmek istediklerini söyler, şehrin en gözde ve zor girilen partisi. Adam bende bilet var, satabilirim der. Ne kadar? 150. 2 kişilik. Yani bir kişiyi de yanında götürebiliyorsun. Verdiği zarf mühürlü. New Orleans’ta böyleymiş. Yabancıların anlamadığı özelliklerden biriymiş bu. Ah, inanmak için nasıl zorluyoruz kendimizi. Parti girişinde bakarlar, apayrı bir yerin davetiyesi çıkar zarftan.
102. Evde majezik, aspirin ve vermidon (parasetamol) var. Sonuncuda kafein olduğundan elendi. İbuprofen türevi majezik mi, aspirin mi, bakayım.

Programın başından beri bingo cajun ve razzle dazzle denen yasaklı bir kağıt oyununu oynatan birilerini arıyordu sunucu şehirde. Kime sorsa kaçıyordu. Sonra vücudu gümüşe boyalı, üst süz bir sokak göstericisi kadından öğrenebileceğini öğrenir. Kadın “paran yetmez, öyle birşey yok” der. İki cümle birbirini dışladığı için ısrar eder adam. Sonunda kadın 300’e onu götürmeyi kabul eder. Gittikleri binada bodruma indirilir. Karanlıkta cüppeli bir adam gelir. “Bu oyunla çok kişiyi azar azar dolandırıldık, ama sonra yakayı ele verdik. Şimdi az sayıda, macera arayan zenginle oynuyoruz. Hep ya da hiç diyoruz, der ve masanın üstüne bir tabanca ve bir mermi koyar. En iyisi sen uza” der sunucuya, o da uzar. Dışarıda, korkmuş halde “Rus ruleti, vay anasını” der.

Ben de vay anasını derim, ama sonra hepsinin uydurma olması çok olası geldi. Tüm program (karşısına çıkıveren dolandırıcı, falcıları yöneten adam ve falcı karısı, gümüşe bulanmış üst süz kadın) çok kurgulanmış gibi ama özellikle de o cüppeli adam ve rus ruleti, gerçekten çok senaryo koktu. Safız, bunu değiştirmek için bu kadar uğraşmayın. Bu arada, ibuprufen it is. Farklı şekillerde çok benzer iş yapıyorlarmış aspirinle. Aspirin biraz daha mide rahatsızlığı veriyor, kanı da daha fazla sulandırıyormuş. Baştan ibuprofen alacaktım zaten ama prospektüste ateş bahsi geçmiyordu nedense. Çok garip bu eczacılar.

5 saat sonra titreyerek uyandım. Ama ne titreme, donuyorum. Ki ben evde pek üşüyen biri değilim. Son derece ince şeyler giyiyorum, hele yazı hiç sormayın. Pek örtünmem, kaloriferim kapalı olur. Üstüme birer kat daha giydim, fayda etmedi. Korkarak ince yorganın altından çıktım. Titreme acısı diye birşey varmış resmen. Kalorifere yaslanmak bile yetmedi. Bir iki saat sonra bir ilaç daha alınca ateş düştü, titreme anca geçti.

O akşam tekrar aynı seviyelere çıkmadı ateş. Sonra da geldiği gibi nedensiz gitti. Ve zonk zonk bir başağrısı geldi onun yerine. Adım attıkça zonkluyor. O kadar ateş oynamasından sonra normal belki de. Günlük dolar-borsa değişimine döndü vücut ısım, %6-7 değişip durdu. Yalnız, vücudumda bilmediğim şeylerin olması beni çok rahatsız ediyor. Artık “vücuda mikrop girdi, bakteri/virüs”, “acil suya ihtiyacın var”, “şurada ödem var” diyen sinyalleri bulmuş olmamız gerek.

h1

Ama bu por nografi sayılır, öyle değil mi?

23 Kasım, 2013

Kötü korku filmlerinde sıkça olur ya, filmin başları, daha canavar/kötü ruh/Jason ortaya çıkmamışken kahramanımız bir dolap kapısını açar ve böö! Sinemada efektler de patlar ve yerinizde bir sıçrarsınız. Bu tip etkilerle insanın bilinçsiz veya kontrol edemeyeceği şekilde temel tepkiler vermesine por nografik diyorum ben. Issız Adam’ın sonunda ağır bir travma etkisiyle hissettiğiniz ağlama dürtüsü sizin seçiminiz değil mesela. Hiç de zarif bir şekilde veya aklı kullanarak yavaş gelişerek olmaz bu etki. Dan diye vurur.

İşte bu kız da aynen öyle bir etki uyandırıyor bende.

Dr Who XI 3 Ep1

Bazıları tam tipindir. Onlardan etkilenmemek elinde olmaz. Bu yeni Dr Who kızında (Bond kızı der gibi oldu ama aslında Dr Who kızları Bondcular gibi güzellik yarışında değildir; o normlara uymazlar, bazıları kısa, bazıları topludur, daha önemlisi işin içine zeka-bağımsızlık-cesaret gibi… tamam vazgeçtim, güzel işte) görünce vuran birşey var.

Eşek gözleriyle aslında tipi bakan kızı dizi oyuncumuza (gugıl image search: bakan kızı karadayı) benziyor, ama izlerken Helena Bonham-Carter’la karşılaşıyorsunuz. Aynı başına buyrukluk-zeka-çapkınlık. Bonham-Carter daha bohem ve daha ulaşılmazdır. O yüzden de çok güzel olmasa da kendisine hayran bırakır. Bu kızcağız oralarda değil tabi ki.

Aslında Doktor’un eski bölümlerini izlemiş olsaydık -ki o kadar Amerikan ve İngiliz dizisi izleyerek büyüdük, ama Doktor’u ıskalamışız, herşeye yeten tek kanalımız ona yetememiş- tam olarak aşık büyüyeceğim eşlikçileri varmış Doktor’un.

Mesela, ilk eşlikçi Susan Foreman. Dr’un torunu ve anlaşılan Tardis’in isimanası. Güzel olduğu iddia edilemez, ama çocuksu müthiş bir sevimlilik.

susan-foreman

tardis and susan foreman

Fakat asıl Zoe Heriot’ı izleyerek büyüseydim, bir daha hiçbir kızın yüzüne bakmazdım. Son eşlikçi için sözlerimi de geri alıyorum. Ondaki, iradeye yer bırakmayan zoraki cazibeyken Zoe Heriot’taki gönüllü hayranlık. Bir daha bana senin tipin nasıl dediklerinde bu kızın resmini göstereceğim. 

zoe heriot6

Üstelik, Zoe Heriot, Doktor’la fikri bazda yarışabilen tek eşlikçiymiş, ‘saf matematik’ okumuş, hafızası ve matematik yeteneği hayranlık vericiymiş. Bence daha fazla özelliğe gerek yoktu zaten.

Wendy Padbury -dr who companion zoe heriot-6

zoe heriot -the wheel in space

Belli ki bu iki eşlikçi ve diğer karakterler bir Ayşecik gibi ikonlaşmış, onlarla büyümüş İngilizler:

susan_foreman by kuri_osity
2nd-Doctor -Zoe Heriot and a  Quark
dr who companions-2

Doktor’un 50. yaşı (tv yaşı 50, yoksa 900 kusur yaşında, ne de olsa ekranların tek uzaylı kahramanı) bölümü Cumartesi -bugün 21:50’de. Tüm dünya aynı anda olduğuna göre keşke içki olsa da bizimkiler sansürleyemese.

doktor & donna

h1

Network olmasa The Newsroom olmazdı

20 Eylül, 2013

Ülkenin iki kutbu arasında dönen laf atışmaları arasında en yabancılaştığım konu, iki tarafın birbirini daha fazla emperyalizmle, abd-israil yanlısı olmakla suçlamaları. Gittiğim forumlarda, yerel meclislerde, ya da internetteki biraraya gelelim oluşumlarında hep anti-emperyalizm geçiyor. Konu emperyalizm değil arkadaşım, hala anlamadın mı? Emperyalizm derken İspanya’yı da kapsıyorlar mı acaba? Çünkü Haziran sonu, Temmuz başında Mango ve Zara indirime girdiğinde azalan eylemci sayısını da hesaba katmak gerek. İşte tam o an:

taksim -23 haz -Fellini'ye sevgilerle
Moda blokçularının direnişe katkısı yadsınamaz. Yine de ‘bizi bırakıp nasıl gidersin’ diye bakıyor vefası eylemciler. 

En basit ve salak örnek, The Newsroom gibi bir diziyi izleyen kolay kolay Amerika’ya laf edemez. Çünkü sadece ‘iyi iş’ten değil, kötünün ve art niyetlerin en kolay hakim olduğu mecrada, yani ‘haberlerde’ nasıl iyiden ve doğrudan yana olunabilineceğini gösteriyor.

Hatta eleştiriyi de oradan almış. Ama dizi saf bir iyilik barındırıyor, eleştirenler değil. Bazen biraz fazla holivut filmine dönmüyor mu? Kesinlikle. Bunun, anlatılanı bastırdığı da oluyor bazen. Ama popüler bir diziden daha fazlasını beklemek haksızlık. Birçok zaman diyaloglar öyle bir zeka barındırıyor ki afallayarak izliyorsun. Üstüne, karakterleri benimsiyorsun, son yılların tarihi olaylarına içeriden bir yerden bakıyorsun, habercilerin üzerinde baskı kuran erk sahiplerine karşı heyecanla taraf tutuyorsun ve üst düzeyden politik tartışmalara şahit oluyorsun. Tam bir seyir zevki.

Bizim habercilerimizle olan farkları, sadece güçlüye karşı dik durmaları değil, haber yapmayı bilmeleri ve habercilik ilkelerine olan bağlılıkları. Bunlarını öğrenmek de bazen o zevkin parçası. En basiti: bir haberi iki farklı güvenilir kaynaktan doğrulatmadan verme.

the newroom-1-2

Dizideki özellikle iki fikir beni damardan yakalıyor: hala iyi işler yaparak hayatı iyileştirme fikri, ve ülkece aynı şeyi izleyip aynı şeyden etkilenme ortaklığı fikri. İkisi de artık hızlıca nostaljiye kayan fikirler.

Bana batan tek tarafsa karakterlerin basitliği. Koskoca yapımcılar filan ama iş ilişkilere gelince hepsi fazlasıyla şapşallaşıyor. Onları bize benimsetmenin yolu herhalde bu. Ekon doktoralı güzel kız, karşı cinsle ilgili tek şey bilmiyor. Veya iki yakışıklı ve usta (kirlenmiş bir kelime) yapımcı olmayacak bir kızı seviyor.

Böylece, izlemeye başlamanız için gereken şeylerin çoğunu da söylemiş oldum. Çarş. ve Cmt. 22, Pz. 19’da.

the-newsroom

Bu hafta Newsroom bittiğinde Network filminin tanıtımı girdi. Network, tv haberleri ile ilgili yapılmış açık ara en iyi film. Newsroom’la organik bağları da var. Haber stüdyosunda çalışanların dağılımı ve sunucunun idealizmi mesela. Veya Newsroom’daki Jane Fonda’nın pelikül kardeşi Faye Dunaway’in varlığı. Ama asıl benzerlik filmin mirasında olmalı. İzleyenler her bölümde anacaktır filmi. Zaten bir yorum, Newsroom için Blackberry’si olan Network demiş.

Network Cuma (20 eyl) 22’de.

network2

network -howardbeale1976

Bu arada, tv haberleri ve anchor demişken bizim özel televizyonlarla doğan 20 filan yıllık anchor’lık tarihimizde 4 önemli anchor çıkardık: Uğur Dündar, Ali Kırca, Birand, Can Dündar. Hani diyorum, hayattaki 3’ünü yakınlarda gören haber versin de yaşadıklarından endişe etmeyelim.

h1

Taksim bize neler öğretti:

3 Haziran, 2013

– Tayyyyip’in inadı kırılmaz, ama yanıp dönmesini iyi bilir:
Belediye başkanı olduğunda cami yapmak için Gezi Parkı’na göz dikmişti Tayyyyip. Şimdi de kışlaya taktı. Ama 2-3 hafta önce gözümüzün içine baka baka “kışla avm ve rezisans olacak” dememiş miydi? Şimdi oradan dönüverdi.

“Aşırıya kaçan polisler” derken Cmt günü korktuğunu gösterdi. Ve her sorumsuz yönetici gibi emir kulu polisleri önümüze attı. O korku geçince bir gün sonra o lafı da bırakıverdi.

– AKP’den türlü türlü sesler çıktı. Çok ses çıktı, çoğu birbirine benzemedi.

– K.Topbaş, bu sadece yol genişletme çabası, daha kışlaya bile kesin karar verilmedi, sivil toplumla karar verilir derken: a) yalan mı söylüyor, b) geçici bir itidal çağrısı mı yapıyor, c) yoksa kimseyi inandıramadan sahibini kızdırmakla mı kalıyor?

– Artık ülkede herkes olan biteni görüyordur sanıyorsun ama hala “polis haketmeyene gaz sıkmaz” diyen çok geniş bir kitle var. Sokağa çıkmayı terör yaratmak sanarak büyüdü ’80 sonrası nesil.

– Taksim’de ulusalcılarla ve faşistlerle yanyana durmadık diyen BDP’liler yine saçmaladı bence. Barış için akp’yle yanyana gelmene de laf ederler o zaman.

– Güvenecek bir haber kanalımız kalmamış. Korktuklarını biliyorduk, ama artık ayan beyan ilan ettiler:
Tayyyip’i, Topbaş’ı uzun uzun görüp dinledik de eylemcilerden konuşturulan, görüşü alınan tek bir kişiyi gördünüz mü bir Türk televizyonunda? Türk televizyonunda diyorum, çünkü yabancı kanalların her haberinde gördüm. Dahası, yaralıların durumunu bildirme, onlarla konuşma gereği duydular mı? Bu rezaletin tanımıdır. Güvenilir bir haber kanalı olmadan hiçbir şey olmaz.

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın6

taksim -31 mayıs -başka kırmızılı kadın by Sinem Babul

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın7

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın8

– Biz polis panzerinin karşısında durma cesareti olan bir kız nesline alışkın büyümedik. Böyle şeyleri anca erkekler yapardı, o da belki.

– Tokyo ve Madrid olimpiyat komiteleri pek sevinmiş olmalı. O kadar yaralı varken, onbinlerce insan terör yaşamışken böyle bir şeye sevinilmez ama bu da bir sonucu.

– Hayatı boyunca idareye en ufak karşı çıkmamış şov dünyası çocuklarının, direniş moda diye gaz yiyen kırmızılı kız tişörtü giydiği bir zamanda devrim diye birşeyin olabileceğine inanamam.

– Halkına böyle bir terörü reva gören insanın, bir pazarlık yapmadan barış için uğraşmasını mantıklı bulabiliyor muyuz? Hadi, daha direğini söyleyelim, sigara ve içkiye savaş açmış kişinin halkına biber gazı solutmasına ne diyeceğiz?

– Ülkede birikmiş bir gerilim olduğunu düşünüyordum birkaç aydır. Şüphesiz eylemlere katılanlar arasında barış görüşmelerine tepki duyanlar da vardı, 1 mayıs’ta taksim kapatılınca gerilimini boşaltamayanlar da. Yalnız, bu tepki öyle kolay kolay bitmez. Bu aralar hükümet bir hata yapsın, yine patlar.

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın2

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın3

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın4

taksim -31 may -başka kırmızılı kadın5

h1

NTV götümü ye: En korkağımız medyamızmış

1 Haziran, 2013

BBC world news’ü izliyorum. Telefonla bağlandıkları, İst.’da yaşayan sanırım İngiliz bir kadın “ben de bugün tazyikli su sıkıldım, 4 kere gaza maruz kaldım, Cihangir’deki evim de gaz altında. Tüm dünya bu görüntüleri verirken Türk medyası Miss World’ü veriyor” diyordu. Güzellik yarışmasını karıştırmasak diye düşündüm ben (sonunu izledim, kazanan dişleri çarpık olanların da güzel olabileceğini gösteren bir kızdı, zaten güzellik mükemmel olmayınca güzel) (bu ciddi bir ifade değildi, kimse yamultmasın). Zaten yarışmanın sunucularının verdiği tepkiyi haber kanallarının sunucuları yapmıyordu.

Ana kanallar, star, şov, a, d, çok büyük bir felaket bile olsa yayınlarını değiştirmeye imtina ederler. Konu onlar değil, haber kanalları. NTV haberdeyse şunlar yaşanıyordu: “Muhabirimiz Mehmet Taksim’de, evet, Mehmet seni dinliyoruz.” “Polisle göstericiler arasındaki çatışma günboyu sürdü. 12 yaralı olduğu söyleniyor, milletvekilleri de yaralandı. Şu anda arkamda gördüğünüz polis panzerine su yüklemesi yapılıyor. Evet, sendeyiz Sinem.” Sonra da bel.bşk.ıyla valinin açıklamalarına geçildi. Anacım, göstermeniz gereken o suyun yüklenmesi değil, halkın üzerine sıkılması. Ama siz sanki bunu bilmiyorsunuz.

Taksim 31-5-13 -Erdal Beşikçioğlu pics

Habercilik anlayışımız zaten diplerde. Keşke CNN’in Ohlahoma’daki hortumu nasıl işlediğini görebilseydiniz. Uzun uzun, ölümlerin olduğu ilkokulda çocukları kurtaran öğretmeni işliyorlardı. Hatta bir aile için çok değerli olan (çünkü ölen kardeşlerinden kalmış) köpeğin mucizevi şekilde hayatta kalışını gösteriyorlar. Tüm haberler kişisel, hatta bazen fazlasıyla kişisel. Bizdeyse tüm bu eylemlerde yukarıdan bakılıyor, aşağıya inilip katılan değil birçok kişiye, tek bir kişiye bile mikrofon uzatılmıyor. Kimbilir nasıl kişisel hikayeler yaşanıyor, haberimiz bile olmuyor. Mesela, bakın BBC’nin Taksim haberine.

İşin diğer tarafı, o medyaların artık ölümlerini ilan etmeleri. Kurulalı beri, NTV gibi popüler ve ciddi bir haber kanalının bizim için çok önemli olduğunu, birçok ülkede benzerinin olmadığını söylerim. Ama şu an Galataport ihalesini 700 milyona alan (hem de birkaç sene önce 3.5 milyar verilen ihaleyi 700 milyona alan) Doğuş’tan artık birşey bekleyebilir miyiz? Şu an olup bitenleri güvenerek izleyeceğimiz bir kanalımız kalmadıysa durumumuz iç açıcı değil.

Bugün de neler olduğunu sokak hizasından değil, panoramik olarak onlarca metre yukarıdan gösteriyorlar, o da olaylar durulduğunda. Ne meydandan birileriyle söyleşi var, ne yerinden anlatım, ne de katılan sanatçıları göstermek. Sanki kendi ülkemizi değil, gugıl earth’ten, kanalların muhabir göndermeye parasının yetmediği yabancı bir ülkeyi izliyoruz.

Taksim -31-5-13 -Norveç

Ama bu korkaklığın geldiğini bilmiyor muyduk sanki biz? Yıllar önce başlayan, dizilerde içki içilmemesinin istenmesi, içki şişelerinin ve kadehlerin 2 yıl önce Ramazan’da buzlanmaya başlaması, en son da bira kelimesinin bile biplenmesi, beer’ın içecek diye çevrilmesi bu korkaklığı anlatmıyor muydu? Hatta Milor’un programında restoran ismi söylenmiyor dediğimde çoğu kişinin bunu kaale alınmayacak kadar önemsiz bulduğuna eminim. Oysa, restoran ismi söylemeye korkan, bu eylemleri mi ekrana getirecek?

Taksim -1-6-13

Tayyyyip’se kendi ayıbını kendisi vurguluyor. ‘Yabancı ülkeler kendilerine baksınlar’mış. Bu, bizim yaptığımız ayıp, ama onlar daha büyük ayıplar yapıyorlar demek değil mi? Zaten, Taksim’de olanların gösterilmesi niye istenmiyor? Demek bir ayıp işliyorsun ki onun ekrana gelmesinden çekiniyorsun. Ben hem o ayıbı işlerim hem de onu kimse göstermesin demek, bu ülkede polisin mantığıdır.

h1

Rakı da bir, ayran da, içmesini bilene. Güzel de bir, çirkin de, sevdim diyene.

24 Mayıs, 2013

Al işte sana televizyonu savunmak için bir gerekçe daha. Bizi birbirimize bağlayan şeylerden en etkili şeylerden biri, ortak kayıplarımız. Adı geçtikçe içimizi acı bir şekilde gülümseten isimler. Şimdi aklıma geldiği kadarıyla mesela Adile Naşit, Kemal Sunal ve Barış Manço. Hep televizyon isimleri. Ama Barış’ın yeri ayrı, di mi? Onu hatırlamak üzüyor insanı. Çok erken bir kayıp olduğundan belki. Ve türlü türlü yerlerden çok hayatımızda olduğundan.

image28

Türki olmanın (TC’li mi demeliyim? bu kelime takıntıları beni sinir ediyor, gerçekten önemli olan şeyler yerine soyut kelimelerle uğraşıyoruz, hem illa siyasi doğrucu olacaksa Türkiye Cumh. de demeyelim, Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Çerkes,… halklarının birarada yaşadığı toprak bütünü diyelim; bunlar pratik kısayollardır ve nasıl kullandığına bağlıdır bence), neyse, Türki olmanın temel bilgileri varsa Barış Manço’nun Doğukan ve Batıkan diye iki oğlu olduğunu bilmek de öyle bence. İşte o Doğukan survivor’da bu yıl. Sık sık o garip hüzünle izliyorum. Bu oğullar  adamın mirası gibi bize, emaneti gibi. Birçok kişinin de aynı kelimeleri kullandığına eminim onu gördükçe. Sık sık o duygusallığa geliyor program. Hele geçenlerde 2 ay sonra babasının fotoğrafını gördüğü bir sahne vardı, o, oradakiler, ekran karşısındakiler hep beraber ağladık. O zamanlarda annesi üzülmesin diye ağlamamış çünkü. 

Öncesinde bir programda anlatmış Doğukan. Manço’nun ortağı olduğu bir şirket batınca ölümünden sonra herşeylerine el konmuş, ne var ne yoksa gitmiş. Anneleri de onları uzak kalsınlar diye okumaya Amerika’ya göndermiş. Yaklaşık aynı zamanlarda oradaymışız, hatta bir yıl aynı şehirde.

İlginç bir oğlan, Serdar Kılıç gibi birşeyler yaratma becerisine sahip. Babasının zekasını aldığını söyleyebiliriz sanırım. Barış 200’den fazla şarkı yazmış ki herhalde çoğunu ortaklaşa ezbere biliyoruzdur. Mesela, İngilizce şarkılar söylediğini biliyordum da (başta he’s very old man, Nick the chopper, he’s very old man, Nick the chopper, baba bana para ver, binlik olsun, anne bana çay yap, demli olsun: bir göbek arası verdim, çocukluktan beri bayılırım bu şarkıya, bu kadar akılda kalıcıyken nasıl çok daha popüler olmadığına da hep şaşırırım) ama diğer dillerde şarkı yazdığını bilmiyordum. Fransızca da söylemiş. Hatta karısına İtalyanca şarkı bile yapmış, la casa della mamma tulipano diye – lale annenin evi -ki çocuklar olduktan sonra o da Lale anne dermiş karısına (sözler Maria Rita Epik’in: o da ismi kendisinden ünlü birisi).  Ne kadar da ona göre birşey.

Bu kadar kolay şarkı yazma becerisi en baba şarkı yazarlarında bile çok zor bulunan birşey, nicelik ve nitelik olarak bir Lennon-Mc Cartney ya da Bob Dylan düzeyi. Hiç zorlanmadan şöyle sözler yazabiliyor mesela: ‘Taş üstüne taş koya koya yarattığın dünyanın çöktüğünü görmek bir yana, bir de altında kalmak var ya’. Özellikle kariyerinin 2. yarısında daha basit ve çocuksu melodilere, sözlere yönelmiş olabilir, ama adamın yapabilirliği çok daha ileride. İlk albümünden Baykoca Destanı’nı dinleyin mesela. Ben bilmiyordum bu şarkıyı, daha doğrusu 5 mini parçalık destanı. Ekşi sözlükte birisi “bu şarkı Barış’ın sınırlarını zorladığının değil, sınırları olmadığının göstergesi” demiş. Dağlar Dağlar’ı da andırıyor zaman zaman.

Baykoca Destanı: Gülme ha Gülme, Gelinlik Kızların Dansı, Kara Haber (Turnanın Ölümü), Vur ha Vur, Durma ha Durma. (alttaki yorumcuların neredeyse hepsi farklı milletten)

[ben politikacı olsaydım, Barış’ın başlıktaki şarkı sözüyle cevap verirdim Tayyyyip’e. Ama nerde bizde o muhalefet.]

h1

Sen kana gidemiyorsan kan sana gelsin

21 Mayıs, 2013

– Cannes’da milyona yakın değeri olan mücevher çalınmış. Tam da festival sırasında. Hemen telefonlar gelmeye başladı. Kuzenler yine mi Simon, ailemizin ismi, bari soyadını sakla, gel seni yaylada saklayalım, bizi hiç düşünmedin mi, bari bunu kızlara yedirme, konuşturmadılar bile. Uzun zamandır konuşmadığım arkadaşlarım, eski sevgili derken artık açmamaya başladım. Annem bile aradı, hani gitmeyecektin festivale dedi. Anne, ben içeride odadayım dedim.

Aslında şu divanda yatma sitelerine bile bakmıştım. İnsanlığın böyle karşılıksız ve paylaşımcı bir ruhla yaşaması bana çok inandırıcı gelemiyordu zaten. Netekim, normalde divanlarını açanlar bile festival sırasında abartılı paralarla kiralıyorlar evlerini. Bazıları da zaten o günlerde kendi evlerini kullanamıyorlarmış, o günlerde boşaltma şartıyla kontrat yapıyormuş açgözlü ev sahipleri. Neyse, sağlıksal sorunlardan dolayı çok zordu zaten.

– İnsana hep varmış gibi gelen Milör programında garip birşey var. Adam restoranlara gidiyor, yiyorlar, yemeklerden konuşuyorlar ama restoranın adı geçmiyor. Bu hafta söyledi de bunu, gittiği yerin sahibi Didem Şenol’un diğer restoranından konuşurken “adını söyleyemiyoruz ama” dedi. Yani, yemek eleştiri programında restoranın ismi söylenemiyor. Gazete, dergilerde yapılabiliyor, ama tv’de yapılamıyor. Bu kadarı benim algımı aşıyor.

Bunun nedeni, kimsenin dürüstlüğüne inanmamak olmalı. BBC’nin araba programı Top Gear 7-8 yıldır sürüyor olmalı. Her marka arabayı eleştiriyorlar, ve müthişten berbata kadar her türlü sözü söyleyebiliyorlar (ki araba dediğin şeyin iyi satıp satmaması ülke ekonomisini bile etkiliyor). Bizde bir araba programında bir arabaya en ufak laf edildiğini düşünebiliyor musunuz? Direk yayıncı holdingle arabanın distribütörü holding birbirine girerdi. NTV’de yapılıyor (gibi) mesela bir araba programı, ama hep müthiş sözler söyleniyor ve tabiy ki daha çok Doğuş’un sattığı arabalar inceleniyor.

– Restoran yazdıkça tövbe tövbe diyorum. Biriyle tanıştığınızda nasıl biri olduğunu anlamak için ona restoran dedirtmek iyi bir fikir olabilir. Artık restorandan çok restorant deniyorsa bu toplumdan birşey beklememeli. Daha dilindeki kelimeyi bilmeyip İngilizcesini öğrenen birileri onu kullanıyor, millet de peşinden gidiyor. Akıl alır gibi değil.

Son kelimeden ok: Al sana ikinci turnusol kağıdı: DEĞİL değil, diil. Türkçe yazıldığı gibi okunur diye bir saçmalık çıkmıştı zamanında (hiçbir dil yazıldığı gibi okunmaz, fonetik diye birşey vardır). Yanılmıyorsam o zamanlar başlamıştı bu DEĞİL tonlaması. Ama ilginçtir, o zamanlar yayılmadı, daha birkaç yıl önce yayıldı. Ama oradan (yazıldığı gibi okuma saçmalığından) beslendiği kesin. Herhalde insanlar duydukça bunun doğrusu olduğunu düşünüyor, ben de doğru konuşmalıyım diyor. Ve virüs gibi yayılıyor, kulaklar ona alışıyor. Bazıları da o kadar abartıyor ki. Geçen yıl birisiyle görüşmedeydim, oğlan deağil gibi birşey diyordu, düzeltmemek, hatta laf etmemek için kendimi zor tuttum. Bazen Kenan Işık’ta bile duyuyorum. Bazen, çünkü o da, DEĞİL diyen birçok kişi de özellikle dikkat etmediklerinde, hızlı konuştuklarında filan gayet doğal diil diyor. Dikkat edin, Bayülgen hiç yapmaz böyle şeyler. (Sevmediğim tarafları bir yana şimdi) Onun kadar iyi konuşan çok göremiyorum artık.

h1

– Master? – Yes? – I have something to tell you – I know *

22 Nisan, 2013

Türk seyircisinin bilgi yarışmalarına ilgi gösterdiği fikri nereden çıkma, bilmiyorum. Sonuçta program formatları belli: kurgusal anlatılar (diziler, filmler), gerçek anlatılar (haberler, belgeseller), eğlenceler (müzik programları, talk-showlar, yarışmalar, gezi programları, spor), reality zımbırtıları. Belki bir de bilgilendirici programlar ayrılabilir (bazı belgeseller, bilgi yarışmaları, yine gezi: yani bildiğimden değil, şimdi düşünüyorum).

Bir dönem bunlardan birisi fazla yeralırsa mutlaka bir yerden patlar. Şimdi olan da o. Zamanında 32.Gün’ü izlerdik milletçek, tartışma programlarına aboneydik. Başka zamanlar müzik programı diye birşey vardı. Birara paparazzi’ler. Sonra reality’ler kapladı ekranı. Şimdi de dizilerin yerini yavaş yavaş reality-yarışmalar almaya başladı. Çiftler arası yarışmalar filan, rezil şeyler. Yoksa, ülkede bilmeye-öğrenmeye karşı bir merak görmüyorum ben, ve bunu her farkedişimde tekrar tekrar şaşırıyorum (öğrenmeye meraksız bir insan nasıl olur diye).

±

Birkaç yıldır kim bilgi yarışması dese Mastermind diyorum. BBC’de rastlamıştım bir keresinde, sorulara ve pat pat bilenlere bön bön bakmıştım. Hele bir adam gerçekten inanılmazdı. Ve ilginçtir, BBC’de iki kere daha rastladım yarışmaya, ikisi de aynı bölümdü. Başka bölümü vermemişler uluslararası kanallarına.

Aynı yarışmanın NTV’de başlaması çok garip geldi bana. Bir defa, çok soğuk bir format bu. Kişisel sohbete fırsat yok, kişileri doğru dürüst tanımak yok, herkes çok ciddi. Bize göre değil. Ve soruların orijinaliyle ilgisi yok:
– İngiltere’yle Fransa arasındaki kanalın adı?
– Mona Lisa’nın bulunduğu müze?
– Portekiz’in komşu olduğu okyanus?
– Merih’in diğer adı?

Bunlar genel kültür soruları. Bir de uzmanlık soruları var. Normalde sizin de uzmanlık alanınız değilse o kısımlardan tek bir soru bilememeniz gerekir, ama orada da “dokunduğunu altına çevirdiğine inanılan kral?” gibi sorular oluyor. Yani, okullar arası bir ortaokul bilgi yarışması yapılsa ki Hababam’da olduğu gibi yapılırmış eskiden, tam ortaokul düzeyinde sorular. Bunu yapımcılara sorsam diyecekler ki daha zor sorsak: 1.cevaplayacak yarışmacı bulamayız, 2.izleyecek adam bulamayız. Ben de eklerim: 3.soruyu yazacak kişi bulamazsınız.

Söylemeye gerek yok, hangi yarışmayı ne zaman açsanız aynı şey, yarışmacılar felaket ötesi. Bir defa, bir yarışmaya katılma kararını vermek için ne gerekir? Medeni cesaret, evet, ama birşey daha: Haddini bilmek. Bu katılanları herhalde ‘senin ne eksiğin var ki’ diye dolduruyor yakınları. Oysa, denmesi gereken, ‘senin ne fazlan var ki’ olmalı.

Dün Mastermind’da hiç beklemediğim, ama zaten hep hiç beklemediğim yerlerden çıkan biri vardı: Bilkent’teki tiyatro yönetmenimiz. Tanıdığım en ilginç kişilerden biridir. Fiziksel olarak da öyleydi o zaman. Leylek gibi uzun bacaklar, kollar, burun. Alın geniş-açık, arkaya doğru sarı uzun saçlar. Ben hazırlıktaydım, o benden 3 yaş büyüktü sadece ama çok bilgili adamdı gerçekten. Çok şey öğrenmişimdir.

Tiyatro oyunları yazardı. Sonra, Şaşıfelek Çıkmazı’nda çıktı. Evin bahçesindeki depoda yaşamaya başlayan sihirbazdı son bölümlerde. Zaten sihirbazlık yaptı birkaç yıl. Atv’de de bir sihirbazlık programı yaptı birkaç bölüm, sahnede konuklar ağırladığı. Sonra kendisine benzeyen Lale Mansur’la bir oyun oynadılar. Bilgi’de işletme master’ında ders verdiğini görmüştüm üniversite ile ilgili alakasız birşeye bakarken. En son da Bir Zamanlar Anadolu’nun sonundaki morg görevlisiydi ve bence filmin tek gereksiz sahnesinde bir sihir numarası yapıyordu.

Neyse, dün birinci oldu tabi. Genel kültürde 25’de 22 ile şimdilik rekor puanla (‘Fethiye’ye en yakın havaalanı’, ‘2001 krizi sonrası ekonomi bakanı’ & ‘birkaç sayının toplamının adedine bölünmesi ile bulunan sayı’yı bilemese de). Programın formatına uygun fazlasıyla ciddiydi, zaten tiyatrocuların meslek hastalığı bu, sürekli oynamak. Bilip cevaplayamadığı sorulara çok üzüldüğünü söylerken de çok hırslı geldi bana. Bir yarışmaya katılmak için gerekli 3. özelliğin de o olduğunu gösterdi: Bildiğini herkeslere gösterme hırsı.

* Başlık, Gülün Adı’nda Christian Slater’la Sir Sean Connery’nin diyaloğu.