Archive for the ‘rüa’ Category

h1

Kırık bir bardaktan geldiğim yere bak

6 Nisan, 2013

Faşinkton’daki evde sirkülasyon çok olduğundan evde sahibi olmayan, yani zamanında bırakılmış çanak bardak çoktu. Bazılarını çok severek kullanırdım. Eşyalarla duygusal bir ilişki kuran biri olarak ayrılamadığım birkaçını da sarmalayıp getirdim. O zamandan beri bir bavulda duruyordu. O bavulda çıkmayan garip bir depo kokusu vardı, içine ne konsa bulaştırıyormuş gibi geliyordu bana. O yüzden yeni ve güzel bir mavi renkli olsa da atmaya karar verip içindekileri çıkardım bugün. İçlerindeki tek bardak, daha doğrusu tek su bardağı (diğerleri kupa -bu ne berbat bir kelimedir-, bira bardağı filan) kırık çıktı ne yazık ki.

IMG_4710

Bardağı görünce benim de kalbim kırıldı. Sen yaşama yaşama, sonunda ne oluyor? Böyle kırılıp kalıyorsun. Sen narin bir şekilde kendine bir köşe ayırmaya çalışırken üstüne ağır bir ev telefonu düşüyor, alarmlı saat düşüyor, tabak düşüyor, iki bira bardağı arasında kalıyorsun, kupalar seni aralarında oynatıyor. Dolapta, bavulda çanak, bardak, pantolon, kravat, tenis topu, kalın kazak değil, hayatın bekliyor.

Anglonlar “go wrong/gone wrong” derler ya, “a party gone wrong”, “a joke gone wrong” gibi (yoldan çıkan, yamulan?), benim hayatım gone wrong. Ne yapabilirim, yanlış yaratılmışım. Deseler ki fazla beklemeyecen, bitiyor, bi rahatlıycam. Ama yarın değil, ya da gümbürtüsüz değil; mesela önce 100 gün kutlama-parti-festival-karnaval, sonra the end olacak. 100 gün boyunca en iyi maçlar (3-4 günde bir Barcelona-Bayern-Real-Man United oynayacak); en iyi filmler (100 gün süren bir festival, ama yeni denemelere gerek yok, sinema tarihinin en cicileri, en kadri bilinmemiş sevimlileri oynayacak); en göremediğin oyunlar (Londra’dan National Theatre, New York’tan La Mama etc. ile buluşacak); konserler (66’sında olsa da David Bowie çıkacak artık benim hatrıma, David Bryne’le söyleyecekler, Genesis-gene sis, King Crimson derken Roger Waters’a George Harrison’ın hologramı, Moğollar’a Manço ve Cem Karaca’nın kayıtlı sesleri eşlik edecek, Radiohead’le Bcörk, Bcörk’le Portishead, Portishead’le Kate Bush, Kate Bush’la Eddie Vedder, Eddie Vedder’le Queen, Queen’le George Michael söyleyecek); festival-panayır eksik olmayacak, bir semtte sokak tiyatrocuları-kuklacılar-pandomimciler, hemen yandaki semtte Rio karnavalı, biraz ileride kiraz ağaçları çiçek açacak, gökten pırıltılar yağacak, sessiz minik havai fişekler ateş böceklerine karışacak; kır sanacağın, çok geniş ve ağaçlık bir parkta flört bölgeleri olacak, bakışan kızlar oğlanlar birbiriyle tanışacak (flört dedim, evirip çevirmeyin, s e x is so overrated olacak o alanın adı), televizyonda her gün en sevdiğin dizilerin yeni çevrilmiş bölümleri oynayacak (bir gün Kavak Yelleri, bir gün Hırsız Polis, Canım Ailem, araya Uyy Başuma Gelenler, sayamayacağım ingiliz dizisi); yapabileceğin, yetişemeyeceğin, ama ucunan tadacağın birçok şey seni bekleyecek; çıkmış her edebi kitabın bulunduğu ve Tanju Okan çalan kitapçıların olduğu sokaklar olacak, yanyana bu kitapçılar önce yayın dönemine, sonra milliyete göre işbölümü yapacak, kitabı raftan alıp yanındaki koltuğa yayılıp okuyacaksınız, akşam 10’a doğru kitapçıların önündeki dar sokağa tahta masalar kurulacak, bir kitapçıdaki birbirini tanımayan kişiler içerde çalan müziğin de etkisiyle tava gelmiş şekilde çıkıp hemen o kitapçının önündeki masaya oturacak, tanışacak, kabuklu deniz ürünlü makarnalara sokağın başında söyleyen Fairground Attraction eşlik edecek. Sonra diğer sokağın başından Saint Etienne devam edecek. Gece ilerledikçe masaların yanına gelen İranlı Rana Farhan ağır Flamenko gazellerine geçişi sağlayacak. Gazeller, masanızın üstüne çıkan Seviya’nın en iyi dansçılaryla devam edecek. Onlar sizi de gaza getirecek ve siz, 2 saat önce tanımadığınız kişilerle karşılıklı flamenko parçalayacaksınız (masanın üstünde değil yalnız, yerde; düşüp son günlerinizde bir tarafınızı kırın istemeyiz). Gece içtiğiniz sangria (ve sangrinita ve sangrinata)’nın etkisiyle kafayı bulmuş şekilde evinize yürürken (tabi tanımadığınız birinin divanında uyumadıysanız) keşke bitmese diyeceksiniz. Ama bir yandan da bileceksiniz ki bitmese (daha sürse) zaten böyle olmaz.

h1

Sayın Obama, ben bir scotch alayım

13 Şubat, 2013

Film tarzında rüyalara bayılıyorum.

Şimdi biz Obama’yla beraberiz. Yani ben onun sefil bir yardımcısıyım. Bir mekanda ayaktayız. Bir de genç bir kadın var. Hoşça, yabancı tipli, muhtemelen Latin bir kadın. Kadın diyor ki vatandaşlık-oturma izni filan gibi bir meseleden ötürü evlenmesi gerekiyormuş. Eyvah, tam bir centilmen tuzağı bu! Çok fenadır bu tuzaklar, kişiliğinize karşı gelemez, mutlaka düşersiniz. Obama da bizim milletten, doğal olarak düşüyor. Tamam, ben evlenirim sizinle diyor. Eyvah ki ne eyvah!

Sonraki sahnede bir restorandayız. Ya da zaten oradaydık, emin değilim, o ikisi ve ben varız. Masa hazır olunca garson çağıracak. Ama garson bu kadını nasıl çağıracak? Obama kabul ettiği anda resmen evli sayıldılar. Yani bu kadına şimdi, söylemeye bile dilim varmıyor, first lady mi diyecek? Ya, esas first lady ne duruma girer bu olursa? Felaketin felaketi olmaz mı? Adam biter alimallah. Obama’ya da söylüyorum, garson nasıl çağıracak bakalım diye. Vurguluyorum da tekrar -ki anlasın nasıl bir halt ettiğini. Garson geliyor ve … Bayan Hampton, masanız hazır diyor. Obama’nın soyadı. Nasıl da yırttı adam, çok akıllıca.

Sonraki sahne, Obama’nın yardımcısı, her işini çekip çeviren bir kadın var, o bu duruma el koyuyor. Onun yardımcısı genç bir adam, bir başka adam daha, belki biri daha olabilir, ekip halinde girişiyorlar, ya da ben de dahil girişiyoruz. Bir yere yürüyoruz, Obama ile beraber. O sinmiş durumda, herşeyi kadına bırakmış durumda. Kadın bir halta karışmışsın, ben hallederim havasında. Bir restorana gidip oturuyoruz. Yemek yiyeceğiz. Hem de Latin kadının gelmesini bekliyoruz, oraya çağırmışlar, ikna edecek onu yardımcı kadın.

Masada oturuyor çoğunluk, bakıyorum biri birşey içiyor. Scotch mu o? Daha birkaç gün önce William H. Macy, hani Fargo’da oynayan adam, bir söyleşide “insanoğlunun yaptığı en iyi içki” diyordu malt scotch için. Görünce nasıl canım istiyor. Demek yemek öncesi söyleyebiliyoruz. Ben de oturup söyleyeceğim. Oturuyorum masaya, garsona seslenmeye çalışıyorum. Bana sıra gelmiyor bir türlü. Bu sırada kadın hadi, kalkıyoruz diyor. Latin kadın geç kaldı, gelmeyecek herhalde diyor. Yemek iptal oldu, kalkıyoruz, bekleseydik keşke biraz daha. Hem anlaşma yattı hem benim içki.

Daha biraz yürümüşken geldi diyor birisi. Dönüyoruz hemen. Sonrasını görmekten daha çok kuruyorum: Yardımcı kadın, Latin kadını boşanma fikrine ikna ediyor. Zaten “tamam, ayrıldık” dedikleri anda iş bitiyor, gayet pratik. Hem belgelere de geçmemişti, o yüzden tamamen kapanacak iş, basının haberi de olmayacak. Onu ikna etmek için de sen zorda kalmazsın, seni başkasıyla evlendiririz diyor. Bakıyor masadakilere, geçiyor birisini, sonra bir başkasına bakıyor, bana bakma diyor adam, ben evliyim. O sırada ben masaya yaklaşıyorum, bana dönüyor kadın. Manalı bir bakışa maruz kalıp masaya oturuyorum. Ne düşündüklerini anlıyorum. Ona içecek birşey getirin diyor kadın, bir bardak soğuk su. Yok diyorum ben, ben bir scotch alayım.

h1

Rüyaların makinisti

25 Kasım, 2012

Her rüyanın değil belki, ama tekrar eden rüyaların insana birşeyler anlattığını, içeriden bilgiler verdiğini düşünüyorum. Ben her türlü rüya görüyorum, ya da herhangi bir insanın gördüğünden katlarca fazlasının farkında oluyorum. Onları da bir türlü bırakamıyorum. Wenders’in müthiş bir filmi vardı, Until the end of the World. Pek sevgili William Hurt ve anne-babası, sevgilisi, kendi rüyalarını izlemenin esiri oluyorlardı. Aynen öyleyim.

Tam aynen tekrar eden değil belki ama kavram olarak en çok tekrarlayan rüyalarımdan birisi, yurttan ayrılmakla ilgili. Okul-okullar bitmiş birkaç gün önce, kaldığım yurt odasından ayrılmış gibiyim, ama eşyalarım orada. Gidip kısıtlı vakitte toplanmalıyım, birşey bırakmadan herşeyi alabilmeliyim, bu da anlatması zor bir şekilde endişe verici.

Bundan belki birşey çıkmaz ama diğer bir tanesinden çıkar. Yine okul, sanırım sonları, yani son dönem gibi birşey. Birkaç ders alıyorum, genelde iyi gidiyorlar, ama biri veya ikisi ile hiçbir ilgim yok. Tarih, Türkçe gibi gereksiz bir ders. Dönemin ortaları gelmiş, ben daha hiç derse girmemişim, neler olup bittiğiyle ilgili en ufak ilgim yok. Gidip hocasını göreyim, hocam, gelemedim, ama açığı kapatacağım diyeyim diye geçiriyorum içimden ama sürekli ihmal ediyorum. Derslerle ilgili herşeyi bilen, tüm notları tam kızlar vardır ya, öyle bir kız var, gidip ona sorayım diyorum, ama o da sevimli davranmayacak, bir türlü kalkışmıyorum. Girişsem toparlayacağım durumu, ama belki de geç kaldım, geri döndüremeyeceğim sınavlar, ödevler-projeler kaçırdım. Gözümü kapattıkça iyi gidiyor durum ama bir yerde patlayacak elimde, sonra mezun olamayacağım filan. Öyle bir boşvermişlikle soğuk soğuk terler arası bir durum. Yaşayıp giderken yüzeyde değil, kafanın arkalarında bir endişe.

Bazen bir rüyayı hatırlayınca, a, demek rüyaymış, Necla’yla kavga etmemişiz filan dersin ya, ben bunu onar kere diyorum. O ders gibi bir sorunum yok, di mi, üniversiteler geride kaldı, di mi, diyorum, ama kaç kere evet, yok, öyle bir dert desem de bir türlü tam rahatlayamıyorum.


Dün Simpson’larda rüyalar, rüyalar içinde rüyalarla ilgili bir bölüm izledim (bir Inception bölümü yapmasalar olmaz), kapanış jeneriğindeki şarkıyı söyleyen ses tanıdık geldi. Bu kimdi, kimdi derken biterken tanıdım. Pek sevdiğim, saydığım, hatta bayıldığım, 3 yıl önce de elini sıktığım David Bryne. Meğer ’86’da True Stories diye bir film yazmış, yönetmiş, oynamış Bryne. Onda da Dream Operator diye bir şarkısı varmış. Her zamanki gibi pek leziz, pek nefis, ala, ala. (Bu paragrafın üzerinde).

[birkaç alttaki işler güçler yazısındaki yutüp videosu silinmişti, ben yüklerim demiştim, bugüne kaldı, söz verdiğim kişiye afla: buyrunuz].

h1

BALBAY

7 Temmuz, 2008

2 yıl önce bir gece rüyamda Balbay’ı görmüştüm. Wash.’da bir meydanda yerde oturmuş genç sevgilisiyle öpüşüyorlardı. O sıralar benzer şeyler konuştuğumuz Bn. Ç.’ye anlatmıştım. Meğer, gerçekten çok genç bir eşi varmış.

Ortalık yine feci bulanmış, haberler tam (tek kişilik) bir tenis maçına dönmüş olabilir. Ama Balbay, sevin sevmeyin, veya dediklerine katılın katılmayın, bir kere bile dinleseniz içtenliğini belli eden biri. Suçlandığı gibi ‘halkı silahlı isyana teşvik’ ettiğine inanmak için apayrı bir mantık lazım.

Ortada kasıtlı veya değil, oluşmuş bir çamur at, izi kalsın’ durumu var. Bir gazeteci için en önemli değerlerden biri prestij. Balbay bu olaydan sonra ‘darbeden tutuklanmıştı bu adam’ diye hatırlanacak halk arasında.

“İçeride 400 sayfa kitap okudum” sözü de çok empatik. Ben olsam diyor insan. Veya o 9 saatlik sorguyu kuruyor. 9 saat, benim tanıdığım tüm kızları anlatmam için bile bayağı uzun.

h1

biz bir gün skör’le

15 Nisan, 2008

Bir arkadaşıma yazdım: “Geçti ama hala iyi hissetmiyorum. Çok uykusuzum belki ondan, çok yalnız hissediyorum, belki ondan, hala buradayım ve yapacak çok işim var, belki ondan, hala buradayım ve ev arkadaşlarının salak seslerini çekiyorum, belki ondan, gelecek için vaat eden birşey yok, belki ondan.”

Budur ruhhali. Ama arada o kadar güzel şeyler seyrediyorum ki. Mesela geçen gece skör’le istanbul’da buluşmuştuk. O istanbul’lu -orada yaşıyor-, ben değilim, gezmeye gelmişim. Bir yerden dolmuşa binmemiz gerek. Ama binmek için gelen trafiğin birkaç şeritini geçip ortada bir yerde binmemiz gerek. Çünkü en sağdaki şerit başka yöne doğru ayrılıyor filan. Bu kadar yaya düşmanı bir trafik ancak bu şehirde olur diyorum filan. Sonra biniyoruz dolmuşa, öndeki 3’lüye oturuyoruz. Az sonra boğazın yanından geçiyoruz. Küçük bir koy, hemen ilerimizde, ve deniz o kadar güzel parlıyor ki. Masmavi ve Gözkamaştıracak kadar muhteşem. Bu da ancak burada diyorum.

Sonra ilerlediğimiz yerde hemen dibimiz deniz. Yüzenler var. Hava sıcak sayılır, ve şoförün de canı var, öyle değil mi? O da boş olan sağındaki koltuğun yanındaki kapıyı açıyor ve kendini sulara bırakıyor. Dolmuş yavaş da olsa giderken. Yerine de bir arkadaşını ayarlamış. Yüzmekte olan bir şoför birazcık koşup dolmuşa yetişiyor ve aynı kapıdan atlıyor içeri. Hemen koltuğa kurulup kontrolü alıyor. Ya yetişemeseydi filan diye düşünüyorum.

Kontrolü alıyor ama hemen karşımızda yüzmekte olan bir grup var. Direksiyonu kıvıracak alan yok gibi. Gerisi daha çok düşünerek, canlandırarak. Sağa kesiyor hemen ama yetmiyor, katliam olmuyor ama iki kişi arabanın pervanelerinden yaralanıyor. Peki, biz birşey yapabilir miydik, mesela, adama hemen motoru kapat diye bağırsaydık? Motoru kapasa pervane de birden durmazdı ama yavaşlardı en azından. Biraz farkedebilirdi.

Her neyse, deniz güzeldi. Şurada olduğu gibi.

h1

Haftanın en güzel Arabistanı

14 Nisan, 2007

Haftanın haberi. Ülke yönetiminin görevi nedir acaba? Halkı zehirlemek mi? Kimyasal terörden çekiniyoruz bir de. Kimyasal devletten korkmamız lazım asıl.

Haftanın bravo makalesi. Kültür Sanat sayfası üzerinden İstanbul’un geleceği. Kongre ve Turizm Bakanlığı, Türkiye Otelciler Birliği’ne, adından ibaret Çevre Bakanlığı da Sanayi Bk.lığına bağlansın. En azından daha samimi ve içten olur.

Haftanın güzel kızı. Bizim maçı seyretmeye gelen bir Arap kız. Ama o yok, o yüzden size 3 hafta öncesinin güzel kızını verelim.

Haftanın kası. Vücudumdakilerin hepsinin yarısı. Ve onların da hepsi nerede, tek tek biliyorum şu an.

Haftanın rüyası. Hangi biri? Hepsi masalsı. Rüyalarım İstanbul’un orta yerinde sinema. Festival oynuyor her seansında.

Haftanın blogh yazısı: zizu Arjantin’den gelecek de, sotiz kış uykusundan uyanacak da, ooo-o. zaten ligeia uzun süredir yok, bayan ç. de yazmıyor artık..

Haftanın film eleştirisi. Fatih Özgüven yine yapacağını yapmış, Pan ile şu diğer filmin ne kadar birbirine benzediğini görmüş. Ben farketmemiştim, oysa ki iki filmdeki küçük kıza da hayatımda gördüğüm en güzel şey demiştim.

Haftanın golü. Biri Manchester’ın tek pas futbolundan gelen golü, biri de Kanoute’nin ‘çift’ vuruşu.

Haftanın ‘futbol’ beyanatı: Sarkozy’ye en iyi tepkiyi kim verebilirdi? Tabi ki adamım Thuram.

Haftanın tepkisi: Herşeyin belli bir yeri ve zamanı, saati olması, ama birçok zaman hayatın o belli yer ve zaman’da olmaya izin vermemememesi.

h1

Gerçek Celatin’i Takdimimdir

3 Nisan, 2007

Yarın bu sütunlarda Celatin’in gerçek kimliği ifşa edilecektir. Şimdi uykum geldi de.
O zamana dek size Azize‘yi çalayım ben. Kimin söylediğini dinlerken anlarsınız.

(biri bana kolonya gönderse ne güzel olur. bitmek üzere ‘olonyam ve hiç de türkish lokum sitelerinden alışveriş edesim yok.)

₪₪₪₪ ₪₪₪₪ ₪₪₪₪ ₪₪₪₪

Bu blog eleştirisine bir süre önce gördüğüm bir rüyayı anlatarak başlamam gerek. Ve şart!

Rüyada etrafta gugıl adamlar dolaşıyor ve onlardan kaçınmak gerekiyor. Gugıl’ın kutu reklamları beyaz ve boştur, bulundukları sitede ‘sakil’ dururlar ya. Sayfanın arka plan rengiyle uyumsuzdurlar, veya arka plan beyaz bile olsa geç yüklenmeleri, yüklenirken gidip gelmeleri dikkat çeker. O sayfaya ait değil gibidirler. Bu kutu sayfanın bir parçası mı diye bakarsınız, hayır değildir.

Tam o günlerde seyrettiğim, II. dünya savaşı sırasında geçen bir Dr. Who bölümünde ağzında gaz maskesi olan ve “mommy, are you my mommy?” diyerek yaklaşan çok tehlikeli çocuklar vardı, yakalayınca kendilerine çeviriyorlardı. Ve bu korkunç birşey çünkü onlar insan değil, başka birşey. Onun gibi, üstleri gugıl’ın içi boş kutularından oluşan ve gidip gelen şeyler yazan insanlardan kaçmak gerekiyor, yoksa kendilerine çevirecekler.

Gugıl’ın o reklamları ile olan hislerimi en iyi bu rüya açıklayabilir. Aynı şey, popup reklamlar için de geçerli.

Şimdi gerçek Celatin’e geçebilirim. İfşa ediyorum:

Blogda güzel resimleri olan Bilkentli kız bir tapon,
Asıl sayfayı yapan gerçek ismi Seiko olan bu Japon:

gelatine.jpg
İnanmayan su siteye bakabilir. Ne diyor resim altinda: “Seiko – the amazing force behind Gelatine”.

Hatta bir şarkısını da dinleyebilirsiniz gerçek gelatine’in (ama çok da tavsiye etmem).

__________________

Celatin’e “eskisi kadar güzel yazamıyorsun” demiştim bir süre (o yüzden açıldı başıma zaten bu eleştiri işi). Bilmiyorum, bunun bir süre okuyunca yazarı çözümlemekle (numaralarını öğrenmekle) veya beklentini ilk zamankine göre yükseltmekle ilgisi var mı.. Bu kaçınılmaz olarak böyledir. İlk filminde herhangi biri olarak değerlendirilip çok beğenilen bir yönetmen bir süre sonra o filmlerin yönetmeni olarak değerlendirilir, çıta yükselmiştir.

Olabilir, ama sanırım objektif bir tarafı da vardı bunun. İnsan güzel şeyler yazınca bir süre sonra ne yazsa kendine has dokunuşuyla minik güzel bir inci yaratacağını sanıyor ama her zaman öyle olmuyor. Veya çok sık yazmak vasata doğru götürüyor yazarı (P. Mağden’in önceki bırakışının nedeni, sık yazmaktan geçici olarak tükenmek). Sonuçta şu yazıda olduğu gibi inciler çıkmıyor.

Çok da ince eleyip sıkı döküyor Jel. Okuduğunuz her kelime bir sonraki bakışınızda değişebilir, gördüğünüz fotoğraf kaybolabilir. Bazen de bu yüzden çok şey dolmuş oluyor bir posta. Ama o öyle biri. Mükemmeliyetçi.

Ben olsam şu an onu Harp er’s’a veya Marie Cla ire’e yardımcı editör yapardım. Birkaç yıl içinde de editörlüğe atlardı. Çok iyi yapar bence. Ve bir bloğu, yazanı eleştirmeden eleştirmek ne kadar zor. Hele hele bu, en son bir yorumuma cevap yazdığında listelerde Yeliz’in şarkılarının olduğu Celatin olunca.

[yanlış birşey dediysek sürç-i lisan kabilinden.]

h1

bu yazı nereye gidecek bilmiyorum

7 Mart, 2007

Son aylarda çok uykusuz yattığım geceler, sanki ateşliymişim de öyle uyumuşum gibi oluyor, sürekli rüyalar, bi’ heycan bi’ heycan, ikide bir uyanma,… uyanınca hatırlıyorum da çoğunu. Uzun da uyusam öyle olunca uykumu aldım mı hiç bilmiyorum.

Dün gece mesela, Serpil Çakmaklı ile röportaj yapmak için bir gazetedenim diye uydurdum bir arkadaşım sayesinde, ama anlaşılınca yapamadım, başkası yaptı, sonra gerçeği söyleyip bir sonra yayınlanan röportajı ancak 2 yıl sonra olur diye 2 yıl sonrasına sözleşmeye çalıştım…; ileride sarılan 2 adamdan birini Brezilya milli takımının 94 ve 98’deki bence efsanevi kaptanı ve şimdiki hocası Dunga’ya benzettim, öyle dedim arkadaşıma, sonra diğeri çıktı Dunga, ben de gidip büyük hayranınızım diyeyim diye düşündüm…; bir kızla beraber birkaç maceradan paçayı sıyırıp sonra yakındaki ve dev örümceklerle dolu bir adadaki büyük bir altın parçasını ele geçirmeye gittik, oysa bir önceki adada bir pırlanta parçasını önemsemeyip bırakmıştım…; yan komşumuz kadına evin önünde rastlayınca çitimiz yapıldı mı diye sordum (gerçekte yapmam gereken birşey)… Bir de otomatik silahlarla birilerini öldürmeye çalışan birileri ile ilgili karışık birşey vardı, ama o derinlerde kalmış, unuttum.

Kalkınca mailler, okunacak ödevler, az sonra da perdeleri yani onların yerine asılı şu zımbırtıları çekelim. Çünkü maç başlıyor. Liverpool-Barcelona. Gerilim üst düzey. Barcelona’nın gollü veya 2 farklı kazanması gerek elemek için. Ama Barcelona’nın teknik adamlarına 1 m² alan bile bırakmıyor Liv.lular, disiplinleri üst düzey. 2. yarı, biraz düşüyor Liv.’un defans bloku (10 kişilik bir blok bu), arada boşluklar buluyor Barçalılar. Gol geliyor. Ama fazla pozisyon bulamıyor Barça ve bu 2 maçın iyi olanı tur atlıyor. O anda tribünler, ama istisnasız herkes şu şarkıyı söylemeye başlıyor (şu şarkı deyince üstüne basmanızı bekliyorum).. Atmosfer inanılmaz. Çoğunda kırmızı-beyaz kaşkoller var, başlarının üzerinde tuttukları.

ocak2-2072.jpgocak2-2096.jpg

Bir süre sonra İspanya’dan gelen Barcelonalılar da etkilenip alkışlıyor. Kaybedeceksen Anfield Road’da kaybet diyorum. Rakibine saygı duyulacak yer. (bu aşk şarkısını söyleyen o aşık insanların yüzlerini görmek için şunu da seyretmeniz gerekiyor -hele hele klibin başlarında solda görülen beyaz ceketli gözlüklü tombul adamı, ve ortalarda birbirine sarılarak bir kaşkolü paylaşan iki arkadaşı-. bu da sözleri.)

ocak2-2127.jpgocak2-2158.jpg

Günün kremi erkenden yenince olmuyor. Akşam Dr. Z.’nin dersini nedense ben anlatıyorum. Nedense, çünkü o da orada. Uzun zamandır yapmak istediğim espriyi yapıyorum. Adamın derslerde yapmayı en sevdiği şeylerden biri “If you need help, we have Simon here, raise your hand” demek. Ben de “If you need help, we have Dr. Z. here” diyorum. Bence komik ama öküz ülkenin öküz öğrencileri pek gülmüyor (bir iki kişi, bir de Dr. Z. gülüyor). Zaten çok alaycı onun öğrencileri. En sevmediğim öğrenci tipi. Binadan çıkarken ilk sınıfımdan bir oğlana rastlıyorum. Gülerek nasılsın diyor. Benim öğrencilerim işte hiç onunkiler gibi olmuyor, genelde çok daha efendiler nedense. Üstelik aynı programda derslerimiz, hatta bu dönem aynı ders. (Ya ters tipler yabancı soyadını görünce o dersi almıyor, ya da bir şekilde ben içlerindeki iyiyi ortaya çıkarıyorum:).

Dönerken metroda bir meczup birşey istiyor, duyamıyorum tam, ortada yürüyerek ‘anyone’ diyor herkese. Bilet parası olmalı metrodan çıkmak için. Kimse ilgilenmiyor. Bir genç kadın rahatsız olup diğer tarafa gidiyor. Ben de vermiyorum birşey. Oysa diğerlerinden, özellikle de şu kadındansa ona daha yakın hissediyorum. Metro çıkışında 3 kişi uyuyor battaniyeler içinde, her zamanki noktada. Televizyonda eski bir Mayk Hammer filmi başlıyor.

Jean Baudrillard’a saygılarımla

h1

kendi huzurunu kendin yaratırsın

2 Şubat, 2007

Pan’ın Labirenti. Yakında hepiniz bu ismi birden çok kere kullanacaksınız. Bazı filmler akıl sır ermeyen şekilde gelmiyor TR’ye, ama bu onlardan biri değil. Gelecek ve çok konuşulacak. Birçok insanın en gözde filmleri arasına girecek, bazıları tekrar tekrar seyredecek.

pan1-4.jpg

Bu kurak ve hep kopya filmler diyarında, oldum bittim sinemanın sürükleyici olmuş ülkede yıllardır doğru dürüst birşey üretilmemişken, fantastik filmler bile plastik bir tat veriyorken, Scorsese’nin bir Hong Kong filmini uyarladığı, sayısız mantık hatasıyla dolu Depar ted ve Doğu Avrupa filmlerinin mizahını ve yakın dönem İngiliz toplumsal komedilerinin etkileyici sonlarını başarısızca taklit eden Little Miss Sun shine yılın filmleri olarak görülüyorken, ben böyle bir filme çok açtım.

pans-54240_bd.jpg

Bir masal Pan’ın Labirenti. Öyle ise öncelikle ona inanmanız ve içine girip yeralmanız lazım. (Hem gelirseniz size “I’ve decided to give you a second chance” derim.) Ben inandım.

Sonra da geceyarısını geçe son metroyla eve dönerken yanımdaki koltuğa doğru uzandım. İneceğim istasyona geldiğimizde vagonun bizim yarısında benimle 12 yalnız adam gördüm. Hepsi ya dalıp gitmişti bir yerlere ya da sakince birşeyler okuyordu. Hepsi huzurluydu. Bu huzurun benden geçtiğine emindim.

panslabyrinth2.png

Geldiği zaman bir sevdiğinizi alıp gidin Labirent’e. Gerilimin dayanılmaz olduğu yerlerde elini sıkın. Ben yapamadım, siz benim için yapın isterim. Derken de kağıda bir -ama sadece bir- damla yaş dökerim. Bu arada evet,  kağıda yazarım ben. Sonra o doğru iksirin uygulandığı kağıdı tutup elimi hafif kaldırıp başparmağımla hafifçe ileriyi gösterince ekrana yazdırırım. Diğer parmaklarımla da gerektiğinde sayfa düzenini ve fontları ayarlarım.

pans-51272_b056b.jpg
Sağ köşedeki çarpıya tıkladığı anda okurun yanağına belli belirsiz bir öpücük konmuş.

h1

vie.. vie.. peut-etre

16 Ocak, 2007

Şu anda.. evet, tam şu anda

– Bir film ekibinde çalışıyor olabilirdim. Hirokazu Kore-Eda’nın asistanlığını yapan niye ben olmayayım?

– Bir film festivali programlıyor olabilirdim.

– Yanımdakine ‘a bak, bunu almayı düşünüyorum ben’ dediğimde o ‘ben de sana almayı düşünüyordum. beraber alalım mı aşkım’ diyor olabilirdi (kitapçıdan bir diyalog). Gerçi aşkım demese daha iyi olur. Gerçi dese de olur.

– Onla, ikimiz de daha baştan pişman bir şekilde sokak ortasında tartışıyor olabilirdik.

– Sonra ben özür dilemek için olmadık bir saatte evine giderdim. Tam şu anda ‘biz de genç olduk’ derdi çevreden birileri.

– Bir çatı katında fantastik bir dünya yaratmak için kitaplar arasına gömülmüş çalışıyor olabilirdim.

– Mardin’de halk eğitim programları koordinatörlüğü yapıyor olabilirdim.

– Tercümanlığını yaptığım Zico ile Antalya Kaleiçi’nde bir barda ona tanıtmak için rakı içip eski futbol anılarından bahsediyor olabilirdik.

– Tercümanlığını yaptığım Mourinho ile Chelsea’de bir barda ona tanıtmak için Guinness içip yeni futbol anlayışından bahsediyor olabilirdik.

– Küçük ve karanlık bir barda David Sanborn’u dinliyor olabilirdim.

– La Scala’da bir Puccini dinliyor olabilirdim.

– National Theatre’da bir Shakespeare, Off-Broadway’de avant-garde bir oyun, Odin Tiyatro’sundan herhangi birşey seyrediyor olabilirdim.

– Kyoto’da bir geyşanın çay seromonisini izliyor olabilirdim.

– Saat farkından yararlanıp bir safaride olabilirdim. Hayır, olamazdım, çünkü Afrika ile o kadar saat farkımız yok. Ama safari arası bir gece jungle yakınındaki bir ahşap evde yatıp ormandan gelen sesler arasında uyumaya çalışıyor olabilirdim.

– Namibya’da yerlilerle bir kulübede uyuyor olabilirdim.

– Atina’da bir tavernada herkesle beraber kafaları bulmuş masaların üstünde oynuyor olabilirdim.

– Sevilla’da bir barda semtin kızları ile oğlanlarının dansını seyrederken bir kız beni dansa kaldırıyor olabilirdi.

– Versailles sarayında verilen bir davette, Windsor Katedralinde bir kraliyet düğününde olabilirdim.

– Kore’de bir vadinin ortasındaki bir gölün üzerindeki büyük bir salda yaşayan bir rahiple, veya Tibet’te Dalai Lama ile konuşmadan aynı odada farklı şeylerle uğraşıyor olabilirdik.

– Birinin çizmesini çıkarıyor olabilirdim (sadece çizmeleri sevmediğim için).

– Ağlayan bir yüz omzuma yaslanabilirdi.

– Depardieu’nun bağlarının ortasındaki bir masada Isabelle Huppert ve Fanny Ardant’la dördümüz içip sohbet ediyor olabilirdik.

____________

ama artık geçti.

h1

Bayan Jane Lead’in 1694’de Londra’da Öğrendiklerine, Gördüklerine ve Karşılaştıklarına Dair Deneysel Bir Anlatı

27 Aralık, 2006

Dün gecenin bir yarısı, alışık olmadığım şekilde gözlerim kapanıyordu. Bir parmağım kitabın arasındaydı, üstümde battaniye, dalıp açılıyordum ikide bir ve parmağın olduğu sayfaya dönüyordum. 237. sayfaya gelmiştim ve belli ki yaprağın arkası sondu, oysa nedense 242’de bitecek diye sanıyordum. Şöyle diyordu o sayfa:

“… Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hala çözebilmiş değilim. Rendekar düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım, ama kimim? (1698’de) Galata’da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi İzmir’de oturan mahzun ve şaşkın adam mı (yoksa o gece Thames nehri kıyısındaki kimbilir hangi evden çıkan İngiliz beyefendi mi)? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek? Düşünüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisini düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Çünkü o, benim düşüm. Varolduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünüyorum. Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.”

Sonra Uzun İhsan Efendi oğluna veda ediyordu mektubunda. Bünyamin gülümsüyor, bekçiyi uyandırıyordu. Bekçi, ezelden beri uyuduğu uykusundan uyanıyor, kitap sona eriyordu. Altında
“26 Aralık 2006,
Karşıyaka”

diyordu. Bu satılardan sonra gözlerim kapanırken tüm dünya da karanlığa bürünüyordu.

27 Aralık 2006,
Karşıyaka

h1

uzun ihsan efendi

24 Aralık, 2006

– “Sizler, hepiniz, içinde yaşadığınız dünya, Konstantiniye, her şey, sadece ve sadece benim düşüncemde varsınız” dedi, “Rendekar yanılıyor: Düşünüyorum, ama sadece ben var değilim. Düşündüğüm için asıl sizler varsınız; sizler ve içinde yaşadığınız dünya”.

Hüngür hüngür ağlayan delikanlı, koluna girdiği babasıyla birlikte Galata’ya doğru ilerlerken Uzun İhsan Efendi hala,

– “Her şey ben ve benim düşüncelerimden ibaret olsa da bu dünyada yaşamak zevkli bir şey” diyordu, “Sen! Oğlum! Sen benim zihnimde bir düş, bir düşüncesin. Bana şu anda dokunuyorsun. Ama ben sana dokunamıyorum. Çünkü düşlere dokunmak mümkün olabilir mi?”