Archive for the ‘çeşit’ Category

h1

Kurşun adres sormaz ki. Yaktın beni en derinden.

10 Ocak, 2022

Öyle bir dönemden geçiyorum ki hiç inanmayan bir arkadaşım bile ciddi ciddi kurşun döktür diyor. Kurşun döktürmek yeter mi bilmiyorum. Ben Hindistan’dan Tibet’e, oradan Afrika’ya, oradan da Haiti’ye şaman büyücülerinin peşinde gezeyim istiyorum. Bu böyle biraz kurşunun çıkarabileceği bir büyü değil. Üzerimde özel uğraşılması gerek. Birisi ağzıma canlı minik balık atıp zorla yuttursun, birisi hediye ettiğim viskiyi içip üzerime püskürsün, birisi de içtiği saykodelik otların etkisiyle başka bir aleme geçsin. Ve bir etki eden de o olsun.

Bana nazar değmemiş, bana gönderilebilecek tüm lanetler gönderilmiş. Tanrılarla bağı olan birileri şikayette bulunmuş. O bu benim departmanım değil diye şeytana ve onun taşeronlarına göndermiş. Onlar kendi taşeronlarına postalamış. Sonuçta kirli dişli bir cadının iğrenç kokulu tenceresini resmeden bir çocuğun okul ödevi olarak yaptığı gezegen simülasyonunda payıma bunlar düşmüş. Kaza üstüne kaza üstüne kaza. Sarma kaza.

“Aman sana birşey olmamış.” O zaman okey yani? Bana niye birşey oluyor durduk yerde? O kadar da değil bunların güçleri. Anca birkaç elektron ya da atom altı parçacığı etkileyebiliyorlar. No big deal.

Ama devran döner. Hem de nasıl döner. Dönmek çözüm değil. Bizi yatak paklar. Ya da o tip saçmalıklar.

Ya da alternatif bir fikre göre bunların hepsinin sorumlusu benim. Sadece benim başıma gelmiyor çünkü. Birgün bizimkilerin de başına gelir mi, aman gelmesin diyorum. Ve ertesi gün kaza. Üstüne kaza. Belki yönetebileceğimden ya da yönlendirebileceğimden büyük güçlere sahibim de farkında değilim. Kendime en ufak yararım dokunmuyor. Ama başka şehirdeki araçları touch screen gibi yönlendirebiliyorum. Yani ben Carrie’yim. Hayır, ben Carrie’yim. Ama bu gücü kendime yöneltmemeyi beceremiyorum. Dokunduğunu altına çeviren Midas laneti bu.

İşte bu. Sonuçta, kendi yaptıklarından sorumlu olmadığını bilmek çok rahatlatıcı bir fikir. Sizde doğru olmayabilir. Ama bende doğru. Kesin. Test edildi ve onaylandı. Bir kere de değil.

Bir kere olsa inanır mıydım sanıyorsunuz? Bu birisinin karşınıza çıkıp gelecekten geliyorum demesine ve sizin kanıtla dediğinde kanıtlamasına benziyor. Maç sonucu soruyorsunuz. Bilmiyor. Çünkü futbolla ilgili değilmiş. Ama onun dışında herşeyi biliyor.

h1

Goodnight Kemal

17 Eylül, 2020

Ben medyanın siyaseti ve halkın siyasete bakışını şekillendirmekteki gücünün bu ülkede hala yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum. İleride akp’nin tarihi, ele geçirdiği medya grupları üzerinden yazılacak.

Ama tek iktidar yanlıları değil, medyanın şekillendirdikleri. Muhalif kesimin de belirleyicileri var. Mesela son bir yılda en etkili gördüğüm yayın, Halk tv’deki Şimdiki Zaman tartışma programı. Gürkan Hacır, İsmail Saymaz, Barış Yarkadaş, Elfin Tataroğlu. Bu sezon sanırım Sözcü’den bir köşe yazarı daha var (dört ulusalcı yetmemiş gibi. Ben bu kesimin muhalefet tarzını iki uçlu bıçak olarak görüyorum. Bir taraftan felaket çünkü çok kolay yönlendirilebiliyorlar. Bugün hala akp iktidardaysa ve hala o bloğun oyu +45 üzerindeyse biraz da bu yüzden.

Ama başarılı oldukları alanlar da var. İki uçlu bir bıçak. Örnek, bu hafta tarikat şeyhinin istismar ettiği çocuğun babasını bir saate yakın konuşturdular telefondan. Öyle pislikler çıktı ki tüm ülke o yayını izlese (ki diğer kanalların haberlerinde o yayını vermemeleri başlı başına bir ihanet) bir gecede ateist vb sayısı iki katına çıkar.

Sonra geceyarısı açtım tekrar. Yarkadaş çok önemli bir konuda konuşacak gibi sözü aldı. Ben bıraktığımda 5 dakika boyunca Kaftancıoğlu chp’nin tüzüğüne, parti programına karşıysa kendi partisini kursun diyordu. Sonra 12:40’ta açtım tekrar. Bu sefer Elfin Tataroğlu aynı şeyleri söylüyordu. Buna artık diyecek birşey bulamıyorum. Bu insanlar kanaat önderi diye geçiyor ve konuştukları konuya bak.

Kaftancıoğlu bu partinin son yıllarda en başarılı olmuş il başkanı. Bir de kadın olunca tüm iktidarın hedefinde. Bir defa sırf bu yüzden sahip çıkılması gereken bir isim. Sonra, Kaftancıoğlu’nun Atatürk karşıtı olduğunu mu sanıyorlar? Konu, Uluç Gürkan’ın son gerece işgüzar “niye Atatürk demiyorsunuz” sorusuna, “böyle saçma şeyler sormayın lütfen” cevabını vermemesinden ibaret.

Biraz aşağıda, yakın dönem için çok ümitli olmamak gerek derken bunu kastediyordum. Tüm dış konularda milliyetçi söyleme yenik düşen, Ayasofya için ağzını açamayan, Corona konusunda bile en fazla 1-2 ay öncesine dek sağlık bakanına başarılı diyen ve o yüzden konuyla ilgilenmekten kaçınan, hala doktor vekil ve pm üyeleri önceliğinde bir komite kurup her şehirden bilgi toplayıp en fazla iki günde bir kamuoyuna düzenli açıklama yapmayan (herşeyden önce bunu hala akıl edemeyen) ve böyle absürt konularla içiyle uğraşan bir muhalefetle ümitli olmak çok zor.

Ki daha önümüzde uğraşılması gereken dev sorunlar var, ekonomiden silahlanmaya, tarikatlardan partileşmiş devlet kurumlarına, medya holdinglerinden kafası yıkanmış toplum kesimlerine, üzerine gidilmesi gereken yolsuzluklardan resmi ihalelere, vergi reformunda eğitim devrimine, çömez yargıçlardan baştan düzenlenmesi gereken hukuk sistemine. Dev sorunlar dev beyinler gerektiriyor. Kaşıkçı kavgalarıyla uğraşırken mümkün değil.

Unutuyordum: Birkaç yıl önce Noble Dame diye çok lirik bir şarkıya rastladım, ya radyoda ya da yutüp linklerinde. Onu arayınca bulunduğu albümde Kemal diye bir şarkı çıktı. Hacıdakis yazmış tüm albümü, önce 1970’de sürgünde yaşadığı ABD’de The New York Rock&Roll Ensemble diye bir grupla albümleştirmiş. Sonra 1993’te Nikos Gatsos’un sözleri ve yeni bir yorumla ülkesinde yayınlanmış. Yunan olunca Mustafa Kemal’e yazıldığını düşünmüştüm (onlar Kemal dediği için). Onun yaşadığı dramı anlamaya çalışan bir duygusallık algılamıştım. Ama sözler binbir gece masallarında tadında. Yine de çıkış kaynağının M. Kemal olması çok mümkün. Dinleyiniz piliz: Kemal – Hadjidakis.

h1

No, it won’t

19 Ağustos, 2020

3 yıl önce doktora gittim. Stresli misiniz dedi. Şimdi düşünüyorum da bu çok kötü bir soru. Mesela, birkaç ay önce aynı doktor aynı soruyu sorduğunda benim normalim sanırım biraz stresli dedim. O da sorunumun bu olduğuna karar verdi. Oysa çok da stresli değilim bir süredir. Hastanın algısına bırakılmamalı bu teşhisler. Neyse, 3 yıl önce “referanduma dek bayağı stresliydim, ondan sonra geçti” gibi birşey dedim. O doktorla ondan bir süre önce de konuşmuştuk. O da abd’den gelmişti, ülkenin halinden yakınmıştık, o yüzden beni yanlış anlamayacağını düşünmüştüm. Ama adam o konuşmayı nasıl hatırlasın. Muhtemeldir ki referandum sonucuna sevindiğimi düşünmüştür.

Oysa, demek istediğim şey, referanduma dek ülkenin geleceği ile ilgili çok endişeli olduğum, referandum sonrasıysa amaan, ne olacaksa olsun moduna girdiğimdi. Bu kadar bariz bir kararı bile veremeyen bir toplum başına geleni haketmiştir zaten. Tabi bu çok kaba bir genelleme. Ona gelmeden, tabi ki o oylamada önemli usulsüzlükler döndü. Onlar olmasa kesin hayır çıkardı diyemiyorum. Benim tahminim başabaş, belki kılpayı evet. Ama %50.01’le kazanılması ile 49.99 ile kaybedilmesi arasında toplumun neyi hakettiği açısından bir fark yok. En az %70’le reddedilmesi gerekirdi. Kalanlar da “halifemiz çok yaşa”cılar, düşünmeyi reddedenler, alternatif evrenlerde yaşayanlar, her durumda saçmalayanlar, vs.

Ama bu haketme meselesinin nasıl bir genelleme olduğunu bazı insanlarla tanışınca, ya da uzaktan gözlemlediğimde görüyordu. Pırıl pırıl birçok kesimi var bu ülkenin bunları zerre haketmeyen.

Bugünlerde de böyle hissetmeye başladım. Ama önce şu: Ülkecek artık sabredecek halimiz kalmadı. Birkaç yıl önce bu kadar “akp bu seçimde kesin gitmeli” hissiyatı yoktu. Zaten ülkenin de birkaç yılı kaldıracak hali kalmadı. Ne ekonomik ne insan hakları ne bizzat hayat müdahaleleri bakımından. Ve sadece iktidarın değişmesini değil, tabi ki hesap vermelerini de istiyoruz. Biriken suçun haddi hesabı yok. Hem toplumun ders alması, aynısının ileride tekrarlanmaması için, hem yeni ve ilerideki yöneticilerin ders alması için, ama hepsinden çok, adalet hissimizin tatmin olması için. Çünkü daha önce de açıklamaya çalıştığım gibi, adalet bir histir.

Ülkenin gidişatı ileriye doğru olacak. Biz daha iletişim devrinin yansımalarını görmedik. Bugün bu devirde büyüyen gençler ve çocuklar kendiliğinden farklı yaklaşacaklar bugünki rezalete.

Ama bunlar bugünden yarına olmayacak. Birkaç yıla, hatta onyıla da olmayacak. Tabi, o sırada, erişmek istediğimiz ülkeler başka bir seviyeye geçmiş olacak. O yüzden, o seviye de yetersiz olacak. Ama bu başka bir nokta.

Ama o zaman da bütün bu suçlar çok eskide kalacak. Hatta belki de normalleşme, barışma dönemini baltayalan bir çaba olarak görülecek adalet arayışı. Geçen gün birisi, İspanyolların Franco rejimiyle hiç hesaplaşmadığını anlatıyordu. O tip bir geçiş çok mümkün. Bu da bizim gibi insanları bayağı mutsuz edecek.

Özellikle, chp’nin “aman dokunmayalım, kendi başların yıkılıyorlar” anlayışı da ümitleri azaltıyor. Ayasofya, kendi başına o kadar büyük bir hamle olmasa da insanların çok sahipsiz, yalnız hissetmesine neden oldu. İnsan içine çıkamayacak durumda olması gerekenler hergün çıkıp gülerek konuşabiliyor. Hatta bugün iki gün sonrası için müjdeden bahsedebiliyor. Bu durumda, bir sonraki seçim kesin bizim olacak, herşey iyiye gidecek ve adalet yerini bulacak beklentisini evin girişindeki saksının altına koymak lazım.

“Ülkede hiçbir şeyin hiçbir zaman istediğim gibi olmayacağını biliyorum”u kabul etmek lazım. Ama daha önemlisi adalet hissimizin kolay kolay tatmin olmayacağını bilmeliyiz. Ve bunla da yaşayabilmeliyiz. Bu dünya adaletli bir dünya değil. Arada minik parlak ışıklar tersini düşündürse de.

h1

Is this the real life, is this just fantasy?

4 Mayıs, 2020

Simülasyonda mı yaşadığımız konusunu ilk Simpsons’ta görmüştüm. Zaten aşırı fantastik bölüm biter, kamera uzaklaşır, uzaklaşır, dünya, evren, bir çocuk bunlarla oynuyordur.

Zaten şöyle birşey var:
Simpsons and Allah

Yalnız, ben simülasyonda yaşadığımızı düşünmüyorum. Tüm bu yaşadıklarımız o olasılık güçlendirmekten çok zayıflatıyor. Simülasyon, gerçeğin, ona benzetilen bir model üzerinden canlandırılması. Bizim böyle bir dersimiz var bölümde. Modeli random değişkenlerle çok, diyelim 10 bin kere çalıştırıp o değişkenler hakkında fikir sahibi olmaya çalışıyorsun. Müşteri talebi, ona göre stok durumu, filan, atıyorum. O 10 bin deneme de tamamen rastgele. Para veya zar atışından bağımsız. Ama çok denemeyle ortalamaların yakalanacağı ve her türlü uç durumun (o durumlardaki sorunların) gözlemlenebileceği varsayılıyor.

Ama bizim yaşadıklarımız hiç de rastgele değil bence. Bizim yaşadıklarımız daha çok … sıkı durun … bir senaryo gibi (dağ fare doğurdu).

Bu fikri ilk geçen yıl yetiştirdim. Sanırım Ajax’ın çok etkisi oldu. Zaten Ajax’ın tüm hayatımda etkisi çok. Geçen sezondaki (2018-19) Ajax uzun zamandır gördüğüm en iyi ve en güzel takımdı. Bu kısmı ayrı bir post yapmak üzere hızlıca geçeyim. Şampiyonlar Liginde -ki söylemeye gerek var mı bilmiyorum, bu lig bir elitler ligidir, birkaç İngiliz, 3 İspanyol, 1-2 Alman ve 1-2 İtalyan aralarında oynarlar, diğerlerinden sadece 2 kere final oynayan çıktı 27 yıllık tarihinde-, evet Şampiyonlar Liginde önce Real’i, sonra Juventus’u deplasmanda yenip yarı finale çıktı. Bu sırada kaptanı 19 yaşında, yıldızı 21 yaşında. Takımın önemli kısmı da kendi akademilerinden yetişme.

Yarı finalde ilk maçta Tottenham’ı deplasmanda 1-0 yendiler. 2. maç ilk yarı 2-0 öndeler. Yani bir devrede 3 gol yemeleri gerekiyordu. Bir gün önce de olmaz denilen şey olmuştu. Liverpool, Barcelona’yı 3-0’ın rövanşında 4-0’la elemişti. Tottenham da deplasmanda bir devrede 3 gol attı. 3.sü 96. dakikada. Bunda hiç random birşey yoktu. Tamamen önceden yazılmış bir senaryo gibiydi. Çok becerili, kendisinden beklenenden çok çok fazlasını yapmış genç bir takım, tecrübesizliğinin kurbanı olur. Çok görülmüştür benzerleri.

Sonra ikinci olay ABD-İran arasında yılbaşı civarında yaşandı. Süleymani’nin öldürülmesi sonrası tüm dünya İran’ın vereceği cevabı bekledik. Oradan bir 3. dünya savaşı çıkar mıydı (bu cümlede ‘bir’ konabilir mi? olabilir bence). Sonra ABD onlara cevap verecekti. Tüm bu gerilim artışını ne engelleyebilirdi? İran’ın alakasız bir yolcu uçağını vurup mahcup olması. Bunun olasılığı nedir? Yine hiç random değil. Resmen dünyayı koruyan birileri tarafından yazılmış bir senaryo.

Üçüncüsü artık malum. Karbon salınımlarıyla dünyayı mahvederken hop bir virüs tüm üretimi durdurur. İnsanlar sonsuz bir tüketim şımarıklığı içindeyken artık evlerinden çıkamaz olurlar. Dünyayı korumak için hamle yapan uzaylılar (Dr Who?) gibi durmuyor mu? Göklerden gelen bir yazı var demeyeceğim. Ama sanki bir senaryoyu oynuyormuşuz gibi geliyor bana artık.

Sonucu belirsiz olayların sonucunu beklerken, maç da olabilir, seçim de, en ilginç, en maceralı olanın olmasını istiyorum. Hatta öyle tahmin ediyorum. İnanmayacaksınız, ama İstanbul seçimi için “ya tekrar sayım olacak ya da seçim tekrarlanacak” demiştim.

Birçok zaman da benim beklediğimden çok daha heyecanlı oluyor. Geçen Wimbledon finali mesela. Onu da Ajax gibi bu düşünceyi etkileyen ve hayal kırıklığı yaratan olaylarda saymalıydım. Tarihin gördüğü en büyük usta, tarihin muhtemelen en dinamik ve yine muhtemelen en moral üstünlüğüne sahip tenisçisiyle oynuyor. Hayranlığımızı kazanan usta 38 yaşında. Artık oynayabileceği çok fazla grand slam, özellikle Wimbledon yok. Maçı, iki tie-break hariç, hatasız oynuyor. Setler 2-2, 5. set uzadıkça uzuyor. Sonra Federer servis kırıyor. 8-7’de 40-15 öne de geçiyor. Ama o ilk servis banttan dönüyor. Banttan karşı sahaya düşse tekrarlanacak ve yine hızlı servis atabilecek. Ama yavaş servis, vs. Zaten geçmiş yıllardan gelme bir baskı var üzerinde ona karşı. Sonra servisini kırdırıyor. Wimbledon’da ilk defa uygulanan 5. set tie-break’i ve kaybediyor.

Herşey önceden belli mi acaba diyorum. Yok, bu kadercilikten farklı birşey. Biz bir tiyatro oyunu mu sahneye koyuyoruz diyorum. Bizimle eğlenen manyak bir güç mü var?

God is an

h1

Seyir Defteri, 26. Gün

7 Nisan, 2020

Evet, tahmin edildiği gibi uçakta hastalığı kapmamışım. Ben de o eksikliği Migros’a giderek kapatmaya çalıştım. Aynen şöyle oldu:

24 Mart’ta alışverişe gittim. Bunu der demez Sanal Market diyenler oluyor. Bunu iki nedenden hiç düşünmemiştim. Hem kendi alışverişimi yapmayı seviyorum. Eve gelmesini tembellikle özdeşleştiriyorum -hiç vakti olmayanlar hariç-. Kendin alınca rahat rahat en yeni tarihli olanı seçersin. Ayrıca, kargo elemanları çok yoğun, onlara iş çıkarmamamız gerektiğine inanıyorum. Market servisleri de benzer. Zaten kapıda muhatap olunacak, getirilen paketleri yakın zamanda birisi ellemiş olacak filan. Onun yerine gider, kısa zamanda çıkar, self-servis kasadan geçip kasiyere de yakın durmamış olurum diye düşünüyordum.

24’ünde alacaklarımı aldım. Self-servis bölüme geldim ve şok. O bölüme bakan çalışanları düzenli öksürüyordu. Hatta bunu oraya gelmeden duydum. Başka kasaya mı gitsem dedim. Ama ona uzak bir self-servis kasadan hızlıca yapmak daha kolay geldi. Pat-pat aldım, çıktım. Ama sinir oldum. Gelir gelmez twitter’dan Migros’a yazdım, birden çok yolla. Hiçbir cevap çıkmadı. Bir de üstelik, maskesi de yoktu. Çalışanların bir kısmının vardı, bir kısmının yoktu.

Aradan 10 gün kadar geçti. Hatta ondan önce, -başka evde kalan- annem birşeyler istedi, o kadını hatırlayıp Carrefour’a gittim. Ama 10 gün sonra, 3 Nisan’da unutmuştum. Annem eve dönmüştü, bir liste yaptı. Yine Migros’a gittim. Bir de orası büyük mağaza, yüksek tavan, hava akımı daha çok olur diye. Küçük marketlerde dipdibe oluyorsunuz insanlarla. Kalabalık da hiç azalmıyor. Gündüz gidiyorum, ama normal zamandan daha fazla insan oluyor. Genel olarak dışarıdaki insan sayısı da mesela Temmuz, Ağustos’ta haftaiçi gündüz dışarıda olanlardan fazla. Neyse, alacaklarımı aldım, self-servis kasa. Ve yine aynı kadın aynı yerde. Şef gibi birşey. Ve hala öksürüyor, ama daha az. Maske yine yok. Yine hızlıca işimi yaptım. Ama bu sefer bir aksilik çıktı, onunla değil de bir başkasıyla muhatap oldum bir süre. Yine sinir olup gelip yine yazdım Migros’a, yine cevap yok.

Birgün sonrası o yazdıklarıma cevaplar gelmeye başladı tanımadığım kişilerden. O mağaza karantinaya alınmış. 2 çalışanlarında çıkmış. Birisi, et reyonundaki biri. Diğerini bilmiyorum, o kadın mı. Ama değilse o kadının bulaştırdığı birisi de olabilir. Tabi ki, onun da corona olup olmadığını bilmiyorum, ama bu yaygınlıkla şüphelenmek için fazlasıyla gerekçe var. Zaten çok kötü hastalanmayan kim gidip test yaptırıyor ki? Bana en garip gelen, onun, çevresinin, iş arkadaşlarının, müdürünün, ve binlerce müşterinin bu yüzden onu uyarmaması. Cehaletin yaygın hali.Migros Park Mavişehir mağazası -4-4-20

Şimdi tekrar sayıyorum 3 Nisan’dan beri. Neredeyse üç haftadır anlamsız anlamsız burnum akmaya devam ediyor. Alerjim de yoktu, bilmiyorum, yeni geliştirmiş olabilir miyim. Ya da psikolojik kendimizi hasta mı hissediyoruz, veya bu kadar içiçe oldukça ona hazırlanıyoruz. Nocebo deniyormuş buna, placebonun tersi. Saçmasapan şeyler. Özellikle bu 4. gün, hafif hastamsı hissediyorum. Neyse, bekleyeceğiz bakalım. 8-9 günde belli olmuş olur (14 gün tedbir amaçlı, kuluçka süresinin ortalaması 5-6 gün, 11-12 günden fazlası pek görünmüyor).

Pek ölüm korkum yok. Yani tabi ki var, herkeste vardır, ama başkalarından az olmalı. Ama hem anneme bulaştırmaktan korkarım hem de çok kötü bir hastalık geçirmekten. Geçen yıl bir grip geçirdim. Üç gün boyunca 39.5-40 derece. Bazen o kadar korkunçtu ki sürekli titriyorum, yerimden kalkıp birşey giyeceğim, kesinlikle yapamıyorum. Beynim kalkma emrini reddediyor, çünkü titremekten korkmuş oluyor. Kabus gibi birşeydi. Geçirenlerin birçoğu yaşadığım en kötü gripten beterdi diyor. Çok büyük kısmımız geçirmeden bir aşının yetişmesi çok zor görünüyor. O yüzden, aldığımız virüs miktarına bağlı olarak şanslı veya şanssız grupta olacağız. Neden bazılarının çok hafif, bazılarının çok ağır geçirdiği konusunda çok faktör var gibi görünüyor, ama sanırım en önemlisi alınan virüs miktarı.

h1

Seyir Defteri, 17. Gün

30 Mart, 2020

Geçen hafta iki uçak yolculuğu yaptım.

Bu giriş biraz, klasik kara filmlerden D.O.A.’in (Dead on Arrival) girişine benzedi. Bir adam polis karakoluna gider ve bir cinayeti bildirmek istiyorum der. Ölen kim der polis. Ben der adam. Sonra flashback. Bu da hem tarz hem içerik (bu şartlarda bu bir parça intihar-cinayet benzeri bir eylem) olarak ona benzedi. Ama önce bir dinleyin. Bu ara, ben bitirip siz okuyana dek geçen hafta değil, evvelsi hafta olacak: 17-19 Mart.

Şubat başıydı sanırım. Bizimkiler (abimler olur) aradı. Böyle böyle bir projemiz var, sana ihtiyacımız var. Daha önceden de bahsi geçmişti bunun, benle ne alakası var demiştim. Bu sefer detaylı anlattılar, bir de ihtiyacımız var dediler. İyi dedim, yaparım. Sağlıkla ilgili bir iş, ilk olarak İstanbul’da bir toplantı olacaktı, bütün gün. Ama söyledikleri gün doğumgünüm. Yok dedim, mümkün değil. İyi, o şart değil dediler. Sonra Ankara’daki toplantıya kesin gel. Gittim Şubat sonu. O sırada gündem Rusya’yla savaşa girip girmeyeceğimizdi. Hatta akşam toplantı sonrası gittiğimiz restoran Rus büyükelçiliği ile aynı caddedeydi. Tüm caddeyi kapamışlardı, polis barikatının yanından insanları inceleyerek geçiriyorlardı. Ki o sırada Çin ve İran yıkılıyordu, bizde de olmaması mümkün değildi. Ama kimsenin zerre umrunda değildi.

Döndüm. 18-19’unda yine buluşulacaktı. 11’inde ilk vaka çıktı (söylendi). Aynı gün tüm İtalya karantinaya alındı. WHO’nun pandemi ilanı da aynı günlerdeydi. Ve o güne dek uyuyan ülke birden ama gerçekten birden uyandı konuya. Bende de stres başladı. Henüz hiçbir yer kapanmamıştı ama evde kal uyarıları başlamıştı, İtalya’dan filan duyup. Abime bir hafta önceden söyledim. Kaptım diyelim, döneceğim, annem çok riskli. İstanbul’dan da bir doktor gelecekti. Önceki toplantıyı da beraber yapmıştık. Ona söyle, internetten yapalım dedim. Sorarım dedi. Günler geçti, birşey yok. Bu sırada onların akılları kızlarının okulundaydı. Toplantı konusu kaynadı. Abime yazdım iki kere, gelecek doktorun bilet bilgilerini gönderdi. Öyle olunca sormamış bile.

Yolculuk günü yaklaştı. Stresim artıyor, uykularım kaçıyor filan. Ne yapabilirim diye düşünüyorum. Bir öncekinde izban’la gitmiştim havaalanına. Ama o da çok kalabalık, yani uçak kadar tehlikeli. Onun yerine, arabayla gideyim dedim havaalanına. Orada park ederim. Riskleri mümkün olduğunca azaltmayı planlıyorum. Arabayla mı gitsem dedim. Ama 7.5 saat. Anormal yorucu oluyor. Bir de sarsılıyorum ben. Dengem bozuluyor sanki, normalleşmem 2-3 gün alıyor. Bir gün sonra toplantı berbat olur. Niye böyle şeyler düşünmek zorunda kalıyorum diye de sinirleniyorum. Çünkü artık bunun çok yanlış bir hareket olduğunun artık herkes farkında. Kendi işim olsa kesin gitmem, ama bu durumda yakınını zorda bırakmama bağıyla bağlanmış hissediyorum.

Neyse, yolculuk sabahı. Çıkmama 1 saat filan var. Abim arıyor. Doktorun beraber geleceği yardımcısı korkmuş, o yüzden arabayla geleceklermiş. Sen de arabayla gelsene diyor bana. Sağol, benim hiç aklıma gelmemişti. Böyle durularda sinirim artıyor tabi. Çünkü işin ciddiyetinin nihayet anlaşılacağını, insanların farklı bir moda gireceğini, normal normal toplantı yapılamayacağını günler öncesinden görüyorum. Ama bunu görmek benim hiç işime yaramadığı gibi, o günler geldiğinde bir de ben zorda kalıyorum.

Arabayı bıraktım. Havaalanında bankoya yaklaşmadan check-in yaptım. Eldivenlerimi giydim, berberden aldığım (birkaç gün önce bir de berbere gittim, bir kutu maskesi vardı, al demişti) maskeyi taktım. Gözlerimi kapayıp bitmesini bekledim. Uçak da ağzına dek doluydu. Teknik lise öğrencileri vardı sanırım.

İndim. Doğru dürüst kızamadım bile abime. Üstelik, doktorun yardımcısı otelde kalmaya da korkmuş, 2 günlük toplantı 1 güne inmiş. Biliyorum yani bunları.

Doktorun yardımcısı (tam yardımcısı değil de bu projede görevli birisi) tüm gün maskeyle oturdu. Projede çalışacak genç bir kadın daha vardı, gelmedi. Üstelik, o Ankara’da ve yakın oturuyor. Arabası da var. Ama korkmuş. Sonra da istifa etmiş zaten.

Doktor dediğim kişi pek normal birisi değil. İşkolik. Bazen 7’de gidermiş işe. Akşam 11’de çıkarmış. Genç sayılır. Birkaç yıl sonra görür o. Zaten İstanbul’dan Ankara’ya gelmeleri 9. Sabah.

O fazla buluyordu dünyadaki paniği. Ama sonra kendi hastanelerinde çalışan birisi öldü. Bazı doktorlar, çalışma alanlarına göre fazla acımasız geliyor bana. İnsan hayatının kararlarına bağlı olmasının getirdiği bir mesleki deformasyon.

Toplantı sık corona bahsileriyle geçti. Zaten bir gün. Başka hiçbir şey yapmadık. Gözcüye gitmem gerekiyordu uzun bir süredir. İptal ettim tabi. Dönüşümü iki kere öne aldım. Sonraki gün bu sefer boşça bir uçakla döndüm. Yine eldivenler, maske. İki yanımda kalkışta Allah-u ekber deyip duran, telefonundan dua okuyan yaşlıca bir adam vardı. Hatta kalkışta da okuyordu. Kalkışta kullanmayın diyorlar dedim ben. Uçak modunda dedi bana. Özür diledim. Ve umreden dönmüş olmamasını diledim.

İnişte koşar gibi arabaya gittim. Islak mendiller, su filan bırakmıştım arabada. Orada sterilize olmam 20 dk kadar sürdü. Otoparkta, arabanın yanında yüzüme su çarparken geçen Rus tipli iki genç adam garip garip bakıyordu. Üzerimdekilerle arabaya oturmayayım diye kazağımı çıkardım, başka birşey giyim. Bir tek pantolonumu değiştirmedim, altıma bir örtü serdim. Ama keşke değiştirseymişim. Yolda gelirken boş bulunup bacağıma koyuyorum bir elimi. Hop, hemen ıslak mendile uzanıyorum. O elimi temizlemeye çalışıyorum. Arada o elle direksiyona değmişsem tekrar direksiyonu siliyorum -bir yandan yolda giderken. 6-7 kere oldu bu.

Eve geldim. Acil lazım birkaç şeyi alıp gerisini aynen arabada bıraktım. 4-5 gün sonra, varsa da virüsler yüz kere bozulduktan sonra aldım. Geleli 10 gün oldu şu an. Daha annemle doğru dürüst görüşmedik. Teyzemde kalıyor (teyzem 2 ay önce kalçasını kırdı, o yüzden zaten kalacaktı, ama bu kadar uzun değil). Kapıda uzakta el salladık. Ben kapıları kapalıyken birşeyler bırakıyorum, alacaksam kapalıyken alıyorum. Çünkü karşılıklı konuşmanın en tehlikeli şeylerden birisi olduğunu düşünüyorum. 2 metre bile yeterli mi, emin değilim. (WHO virüsün havada kalmadığını (airborne olmadığını) söylüyor, ama bu kadar bulaşıcı bir virüste en çok dikkat etmemiz gereken şeylerden birisi bu olmalı bence.)

Bir yandan böyle dikkat ederken, ya da dikkat etmek zorunda kalırken böyle bir risk almak zorunda kalmayı hala kabullenemiyorum. Ki şu an sadece kişisel değil, toplumsal bir sorumluluk şu an dikkat etmek. (tüm krizin tek tük olumlu sonuçlarından birisi bu). O yüzden insanlara söylemeye bile çekiniyorum. Birisi söylese kızarım açıkçası ben. Ama hey, açıklaması var.

Flashback bitti. Umarım ölmem (filmdeki gibi). Gerçi burnum akıyor arada bir anlamsız anlamsız.

D.O.A. -1949

h1

Sackler Gallery or Sackler Family?

30 Aralık, 2019

Hayır, bu yazı fake or fortune üzerine değil. Gerçi, o günler de gelecek.

Washington’a ilk gittiğimde şehirle ilgili bildiğim bir numaralı şey Smithsonian müzeleriydi. Hatta bir broşürde şöyle bir ifade vardı: “Mall başka her yerde AVM anlamına gelir. Washington’daysa kongre ile Washington Monument arasındaki Smithsonian müzelerinin sıralandığı alan için kullanılır.”

Müze binaları iki taraflı sıralanırken, yok, en iyisi wiki’de bulduğum şu uydu görüntüsünü koyayım buraya:

National_mall_(east)

1 Washington Monument diye geçen dikilitaş (made in Egypt değil, feyk), 7 kongre binası Capitol, diğerleri de National Gallery of Art ve botanik bahçesi hariç, Smithsonian müzeleri.

Özellikle iç turizmin gözdesi bu müzeler. En çok da, dinozor maketinden dolayı Coğrafya Müzesi ve Space Shuttle’dan dolayı Havacılık Müzesi. Ama benim esas ilgimi çeken onlar olmadı. 

Sol alttaki 15 numara Freer Gallery of Art. Onun içinden 16 numaralı Sackler Gallery’ye geçilir. İkisi de Asya sanatları üzerine. Sackler Gallery hepsi içinde, hatta tüm Washington’da en sevdiğim yerdi. Diğerler içinde bayağı geç keşfettiklerim oldu. Ama bu ikisine oralara ilk gittiğim günden beri gittim. Nasıl biliyordum diye düşündüm. Aklıma tek gelen, metro çıkışına yakın olması:) 15 yazan yerin hemen sol üstünde kalıyor metronun çıkışı.

Freer o kadar değil, ama bir koridor ve merdiven sonrası Sackler’a geçince ayrı bir dünyaya girmiş gibi olursunuz. Öncelikle, oraya pek kimse gitmediğinden kendinize bir müze yaptırmış gibi olursunuz. Sonra, ışıklandırma ve seçilen eserler, yerleştirme. Böyle huzurlu bir yer görmedim. Yerin altında olmasının da etkisi var herhalde.

Çektiğim eski resimleri bulamadım. Bunlar google’dan. Ama zaten beklentileri bu kadar artırdıktan sonra hiçbir resim yetmeyecek.

Sackler -Symbolic CitiesSackler -Xu Ming -Monkeys Grasp for The Moon

Sackler Gallery hakkında daha önce, şu sake akşamı dışında hiç yazmamış olmam ayıp. Onun girişi ile karşısındaki, bina olarak ikizi African Art binası arasında (ki ikisinin arasında bodrumdan bir geçiş de var) küçük ve çok hoş bir bahçe var. Oradaki bankları da çok severdim. İçeride kaldığından pek kimse de olmaz.

Pekiy, şimdi nereden çıktı bu? Buradan çıktı:

Sackler Pharma -Purdue Pharma

Onlar mıymış dedim, öyleymiş. ABD’de her yıl on binin üzerinde insanı öldüren, ağrı kesici adı altındaki uyuşturucu ilaçların en önemlilerinden OxyContin’in (oxycodone) üreticisiymiş bu aile. Mahkemede kaybetmekten korkup şirketten $10 milyar çekmişler.

Metropolitan Museum’a, Guggenheim’a, Smithsonian’a, Louvre’a, Tate Modern’e ve İngiltere’deki National Gallery’ye yüksek miktarlarda bağışlar yapmışlar. Guggenheim’ın eğitim merkezinin, Met’in antik Roma tapınağını bulunduran kanadının adı Sackler’mış. Son yıllarda ilacın neden olduğu ölümler artınca davalar ve tepkiler de artmış. Örneğin, Tufts University, bir eğitim merkezindeki Sackler adını kaldırmış. Birçok müze artık aileden bağış kabul etmeyeceklerini açıklamış. Ama iade eden yok.

Tufts removing Sackler name

Oregon senatörü Jef Meckley, Smithsonian’a mektup yazıp müzenin ismini değiştirmeleri gerektiğini söylemiş. Smithsonian’ın yeni müdürü, bunun yapılan anlaşma gereği mümkün olmadığı cevabını vermiş. Zamanında müze için $50 milyon civarında sanat eseri ve bina için de $4 milyon almışlar aileden.

Bunlar hep son haftalarda olan haberler. En son da geçen hafta, Smithsonian, Freer ve Sackler isimlerini kaldırmadan National Museum of Asian Art markası altında toplamaya karar vermiş.

Şubat’ta, Guggenheim’da düzenlenen bir protestoda onlarca kişi Sackler ailesini ve sahibi olduğu Purdue Pharma’yı protesto etmiş. Yukarı katlardan atılan kağıtlarda “Oxycontin kontrol edilmezse kötü kullanılması çok mümkün. Bu satışlarımızı nasıl etkiler” yazıyormuş. Alıntı 2007’de şirket aleyhine açılan bir davada ortaya çıkan, şirket yöneticisi ile ilacı geliştiren kişi arasındaki yazışmadan. Protestoya liderlik eden kişi de (Guggenheim’da da eserleri olan) Amerikalı fotoğraf sanatçısı ve Oxycontin bağımlılığından zorla kurtulan Nan Goldin.

Guggenheim -Nan Goldin protesting Sackler family who owns Purdue Pharma

Olay bu. Yukarıdaki, Sackler alesi hakkındaki ny times haberini (Zarrab habercisi) dear Klasfeld’in hesabında görmüştüm. Görünce de cevap olarak “a, bu benim Wash’da en sevdiğim müze, isminin oradan gelmesine üzüldüm” yazdım. Biri de “kendilerine prestij kazandırmak ve parak aklamak için sanatı ve yardım kuruluşlarını kullanan suçlu zenginlere kanacak kadar saf olmayın” gibi birşey yazmış. Ne alakası var ki? Benim o müzede sevdiğim şey, önündeki bahçeyi tasarlayan kişi, ona bakan bahçevanlar, en üst kattan alt kata dek sarkan ‘Ay’a Uzanan Maymunlar’ı yapan Xu Bing, onu kalıcı eser olmasına karar veren müze yöneticileri, binalar arası geçişleri tasarlayan mimarlar, iç tasarımını yapanlar, hepsinden önce, girişte duran ve salonları dolaşan şişman siyah, kadın-erkek görevliler.

h1

Daniela Carrasco

25 Kasım, 2019

Tüm sokak tiyatrocularına zaafım var. Kullanmadığım face hesabımdaki ‘arkadaşların’ önemli bir bölümü İtalyan tiyatrocular. Tüm Avrupa’da öyledir herhalde ama İtalya’da özellikle ne kadar önemli olduğunu gördüm. Bir sokak eğlencesi değil, başlı başına tiyatronun önemli bir dalı, belki de hası.

O yüzden, birkaç gün önce twitter’da takip ettiğim bir İtalyan’ın hesabında Daniele Carrasco’nun pandomim makyajlı yüzünü görünce dikkat ettim. Şili ve cinayet kelimelerini anlayabildim. Sonra konuyu öğrenmeden unuttum. Ama muğlak bir belirsizlik kaldı.

Yine o yüzden, dün (24 Kasım olurdur) birkaç çok takipçili hesapta “gözaltına alınıp tecav** ve işken** görüp öldürülmüş bulunan aktivist pandomimci” haberini görünce ben öyle olmadığını biliyormuşum gibi geldi. Ve araştırmaya başladım. Hoş, öyle olmasa da artık kendi haberini araştırmadan doğrusunu öğrenemiyorsun. Basının, önemli ölçüde sol da dahil, bittiğini düşünüyorum.

İngilizce hiçbir haber çıkmadı. Bir tane bile. İtalyanca birkaç haber çıktı (özellikle aramadım, ilk sf.da face hesapları ve İtalyanca birkaç haber çıktı -artık Türkçe haberler çıkıyor). İyi anlamadığımdan İngilizce çevirisini açtım. Türkçe’ye göre hem cümle yapısından hem verilen önemden dolayı çok daha güvenilir oluyor, Latin diller ve İngilizce arası otomatik çeviriler. Open online diye bir internet haber sitesi fact checking başlığıyla verdiği haber. Özetle, yazan kişi, ailenin avukatına ulaşmış. Avukat, kendi el yazısıyla yazılmış bir intihar notu olduğunu, gözaltına alınmadığını, otopside de bir şiddet buluntusu olmadığını anlatmış. Ailesi de yüksek olasılıkla intihar olduğunu düşünüyormuş. Ama “bu yöndeki haberler” sorusuna da “anlayın işte, yalan haberin nasıl yayıldığını” demiş. Hatta aileye devletten para aldığı suçlamaları gelmiş.

Sadece o sitede değil, Rai’nin websitesindeki bir makale de aynısını yazıyordu. Sonradan bulduğum birkaç makale daha. Hepsinin merak ettiği, bu haberin Avrupa’ya nasıl bir ay geç ve dönüştürülerek geldiğiydi.

Ben de ne yaptım? Her belasını arayan insan gibi, haberi gördüğüm üç hesaba da bunu linkiyle beraber (İngilizce açıp anlayabilecekleri bilgisiyle beraber) yazdım. Sendika62, kadın meclisleri ve kadın savunması hesapları. Üç hesaba gelen fav sayısı binin üzerindeydi o sırada. Benim yazdıklarıma gelen fav da 2 idi. Ki genelde öyle olur. Aynı durumu birkaç kez daha yaşamıştım. Görülmemeye alışkınım, hatta görüldüğümde şaşırıyorum.

Sonra Ümit Kıvanç görmüş. Konuyu pek değiştirmek istemiyorum, ama ben erken gençlik dönemimden beri severim kendisini. YAE’cilikten dolayı tepki gösterenler oluyor kendisine. Ben acaba birçok kişiyi aynı sepete atıp hata mı yapıyoruz diyorum. Ya da o dönemi yakından takip etmediğim için bilemiyorum. Neyse, o rt’leyince biraz yayılmış.

Ama her yayılma ile ıyy etkisi de geliyor. Ya da allah kahretmesin bu ülkeyi etkisi.

Birisi “gözaltına alınmış, tecav** ve işken** gördüğü ortaya çıkmış” yazdı. (Varsa eski okurlar bilir, bu kelimeler, o kelimeleri barındıran çeşitli kombinasyonlarla arama yapanlar gelmesin diye sansürlü). Ben de yine okuduklarımı açıkladım. Şili haberlerini düzenli takip ettiğini yazan birisiymiş. Bu haberin güvenilir hiçbir haber ajansında veya gazetede, sitede olmadığını yazdım. Aldığım cevaplar “şilili bir milliyetçi falan mısınız siz”, “şili polisine bağlılığınız çok etkileyici”, “ama tamam haklısın sen şilili kardeşim.. ülkenin polislerine iftira attık biz”. Gördüğüm dört kaynağı da yazdım, iki kere. Farketmedi. Hani kaynağın, kaynağını göremedim deyip blokladı.

Herhangi birinin saçmalamaları üzerinde durmam (gerçi dururum da neyse) sonradan gördüm, bu şahıs Cumhuriyet yazarıymış, Mustafa Kemal Erdemol. Bu basın için ölür müsün, öldürür müsün?

Birkaç yıldır sürekli söylediğim şey: bizde tek sorun, haysiyetsiz yandaş basın değil. Habercilik denen şey can çekişiyor. Sol da bundan pek de muaf değil. Bu konuda, bu araştırmaları yaptığım sırada tek gördüğüm haber sendika.org’un sitesindeydi. Tek kaynak da bir tweet. Daha sonra Evrensel’in haberini gördüm. Bir gün sonra, bugün de Birgün haberleştirdi. Hepsi aynı ifadeleri tekrarlayarak. Yine bugün sendika.org’un haberi Şili’li Feminist Avukatlar hesabının yazdıklarına da yer vermiş:

Screen Shot 2019-11-25 at 21.45.46

Bu ifadeler şu tivit zincirinden. Özet, soruşturmanın sürdüğü, olayda bir başka kişinin dahlinin görünmediği, intiharın ağırlık kazandığı, şiddet unsurlarına rastlanmadığı. Bu ifadelerin varlığına rağmen, en azından bunları da yazmadan haber yapmak nedir? Niye sendika’nın yazdığını diğerleri yazamıyor? Gerçekten kaçarak iyi bir sonuca ulaşılır mı?

Soruların cevapları fake news’ün nasıl yayıldığının da cevapları. 1. araştırmayıcılık, 2. haber seçme, 3. geri dönmeme. Bunlardan 2 bana önemli geliyor. Herhangi bir haberde mağduriyet arıyor tüm taraflar. Hatta içten içe kötü birşeylerin olmasını istiyor ki buradan argüman üretsin, karşı tarafa kızsın ve kendi haklılığı perçinlensin. Herşey bu, kendi kendinle çelişmekten korkmakta gizli.

___________

Bir de işin benim için daha önemli bir tarafı var. Daha 1-2 gün önce düşünmüştüm. Kalmak mı, gitmek mi tartışmasının gözden kaçırdığı birşey var. “Gider miyim, bu ülke benim, kuvva-i milliyeciler gitmiş mi”ciler onu kaçırıyor. Bu tarafın, üzerinde birleşilmiş ve çözüme odaklı bir yapısı yok. Chp başkanlık dedikodularında da gördük işte. Biz çözümü, ileriye dönük düşünmeyi, plan yapıp sonuç almayı değil, birbirimizle uğraşmayı seviyoruz (yoksa, zaten bu halde olmazdık). Bu durumda, denklem kalıp da kendini bitirmek mi, gidip hayatını yaşamaya-kurmaya çalışmak mı oluyor.

h1

Halloween ihmale gelmez

31 Ekim, 2019

Herşeyi unuturum, doğumgünlerini, sevgiliyle beraber ilk yapılan şeylerin yıldönümlerini, beraber son yapılan şeylerin yıldönümlerini, milli, dini, tinsel ve tensel bayramları. Ama neyi unutmam: the Halloween’i. Daha hiçbir Halloween’de yazmadığım olmamıştır. İnanmıyorsanız tamamen rastgele iki tanesini seçiyorum: Hallow 1 ve Hallow 2.

Malum, seçenekler iki: ya sizi hediyeye boğacağım ya da yüreğinizi yerinden oynatacağım. Uzaktan ilki ikincisinden daha zor. So, trick’i seçiyorum.

Günün trick’i Grady Hendrix‘ten geliyor. İsteyen orijinalini okusun, diğer isteyenler için çeviriyorum:

Herkes Halloween için korku hikayeleri anlatıyor. Ben de çocukken başımdan geçen bir hikayeyi yazacağım. Çünkü travmalar hiç eskimez.

9 yaşıma geldiğimde herkes uyuduktan sonra aşağı kata yiyip buzdolabından istediğimi yiyebileceğimi farkettim. Kimse farketmiyordu. Fıstık ezmesi, Cheez Whiz ve mayonezli sandviç yapabiliyor, kalan pizzayı yiyebiliyor ve doğumgünü pastalarının kremasını sıyırabiliyordum. Dikkatli olduğumm sürece herşeyi yapabiliyordum!

Kimseye farkettirmeden aşağı inmek en zor tarafıydı. Tamamen karanlıkta küçük bir ninja gibi aşağı kata süzülmek için zifiri karanlık evde yönümü bulabilmeliydim.

Mayıs 1981’de bir akşam Fish&Shrimp House’tan sipariş vermiştik. Herkes yatana dek bekledim ve kalan tatlı ve ekşi soslu domuz etini yemek için aşağı süzüldüm (balık ve karides evi’nden domuz mu söylemişler?). Hiç bitmeyecek gibiydi. Sonunda tamamen karanlık inime geldim ve kalkanları indirdim. Birden mutfak tezgahına çarpan bir çatal sesi duydum. Mikrodalganın saatinin ışığı mutfak tezgahımızda oturan bir adamın siluetini gösteriyordu.

O beni göremiyordu ama ben onu görüyordum. İnce bir adam kalan yemeklerimizi ve kartonundan sütümüzü içiyordu. Birisinin evimizde olası ne kadar korkunç birşeydi, anlatamam. Çoooook yavaşça dönüp yukarı süzüldüm ve annemle babamı uyandırdım.

Annemle babam çok fazla ses yaptı ve çok yavaş davrandı ve onlar aşağı indiğinde mutfak boştu. Herkes çok fazla korku çizgi romanı okuduğumu söyledi. Bu anlattıklarımı çürütmeye yetti. Ama kimse bana mısır gevreğime o sütü döktüremezdi.

Ondan sonra mutfaktaki herşeyin pozisyonunu takip etmeye başladım. Birgün mendil tutucu tezgahın yanlış tarafındaydı. Başka birgün, akşam orada olmayan bir kupa lavabodaydı.

Oda kapım kilitlenmiyordu. O yüzden yastığımın altında bir biftek bıçağı bulunduruyordum. Orada olup olmadığını kontrol ederken elime bin kere batırmış olmalıyım.

Sonra Ağustos ayında birgün odamda kitap okuyordum. Başımı kaldırdım. Yatağımın üzerinde havalandırma için bir havalandırma boşluğu vardı. Boşluğun arkasından bana bakan bir çift göz vardı.

Korkuyla fırladım ve bağırarak herkesi sıçrattım. Annemle babam tavan arasını ve evin zemininin altındaki boş bölmeyi aramadan da bırakmadım. Ama hiç. Birkaç hafta pek popüler değildim.

Ağustos’un son haftası ev kokmaya başladı. Bir gece, havalandırma boşluğundan yatağıma pirinç taneleri gibi şeyler düştü. Kurt. Havalandırmaya bakmaya gelen kişiler muhtemelen havalandırma boşluğuna birşeyin girip öldüğünü söyledi.

Havalandırma boşluğuna girip ölen şey o adam çıktı. Duvarlarla geniş havalandırma kanalları arasında büyük boşlukların olduğu eski bir evde yaşıyorduk. O da belli ki Mayıs’tan beri orada yaşıyordu. Yani, en azından Mayıs’tan beri.

Yatak odamın havalandırma boşluğunun yanına sünger bir yatak yerleştirmiş ki beni izlerken rahat etsin. Polis benim birçok ‘çizim’ yaptığını söyledi. Ama sorduğumda birşey dememiş gibi davrandılar.

Kimliğini kimse teşhis edemedi. Kimliği belirsiz (John Doe) olarak gömüldü. Hala evlerin havalandırma boşluklarına bakamam. Ama birinin evindeyken havalandırmadan kötü bir koku geldiğinde o kanallarda kimin yaşadığını merak ederim. Kimdir o karanlıkta yaşayan?

h1

Frankly Dear, I Don’t Give a Damn

16 Mayıs, 2018

Telefonum çoğunlukla kapalı duruyor. Böyle bayağı huzurlu. Saçmasapan saatlerde bu kim ki, açsam mı (gereksiz ve kapatamadığım bir tele pazarlamacı), açmasam mı (şimdi aklıma gelmeyen eski bir arkadaş) ikileminde kalmıyorsun. Neyse, markette anneme bir deterjan sormam gerekti. Telefonu açtım ve daha ben numarayı çeviremeden anında çaldı. 004421 diye başlıyor. Bir yerden tanıdık geliyor ama nereden? Yurtdışı kontür dolandırıcılarından olmasın, ama tanıdık, açtım:

– Yes?
– Mr Templar?
– I prefer Dr, Sir or Earl, but anyway. Yes?
– Hanımefendi dünden beri sizle görüşmek istiyor. Ulaşamayınca sürekli ara moduna aldık. Müsaitseniz bağlıyorum.

Kim olduğunu sesi duyduğum an anladım zaten. Arayan deja-vüü.

2-3 dk filan geçti. Sessizlik, kapatsam mı, sıkıldım, anneme deterjan sormaktan da vazgeçtim, sıraya girdim. Telefondan sesler gelmeye başladı. Who again dedi kadın sesi. Adam da fısıldayarak ismimi söyledi. Sıra da bana gelmişti, ama o anda ikisini beraber yapamazdım. Arkada bekleyen kadına telefon deyip ürünleri sepete geri atıp çıktım. Kim olduğunu söylesem ne saçma olurdu diye düşündüm. Hani böyle durumlarda tam en olmayacak kişi anlamında uydurulan kişi, ama aynı zamanda da o.

– Oo Simon!
– Liiz!
– Kaç yıl oldu, inan çok özledik. Philip de sık sık senden bahsediyor.
– Ben de özledim Liz, ben de.

Yanımdan geçen çalışan garip garip bakıyordu. Of kadınlar türü bir göz yuvarlaması yapıp devam ettim.

– Simon, biliyorsun bu Cumartesi benim küçük evleniyor.
– Bilmez miyim Liz? Tebrik ederim. Gelin harika birine benziyor. Yalnız biraz, nasıl diyeyim, alışılmadık galiba? (bu fırsatı hayatta kaçıramazdım)
– Ah, bunu en iyi sen anlarsın Simon. Biliyorsun, biz sadece bir aile değiliz. Yüzlerce yıllık geleneklerimiz var. Bunları birden yok saymak çok zor. Ama Harry de benim gözbebeğim. Zaten çok çekti biliyorsun. Onu üzemezdim. Hem zamana ayak uydurmak gerekiyor.
– hıhı hıhı.
– Neyse, dear Simon. Bizi bilirsin. Geç kalabiliyoruz, aksaklıklar olabiliyor, ama sensiz olmaz. William neyse de bu çocukta senin emeğin çok.
– Sağol Liz, bilmez miyim. Ama bu sefer olmaz.
– Ooh! Ama biliyorsun, Paul orada olacak, Ringo, Clapton, sonra senin şu davulcu, neydi adı?
– Phil
– Yes, Phil. Sırtı kötüymüş ama yine de gelecek. Onları görmek istersin sen.
– İsterdim. Bu sefer Bowie olamayacak maalesef.
– Niye gelemiyor muymuş? (yine anlamadı kimden bahsettiğimi) Bak, George yazıp verdi, Robert Plant, Brian May, Paul Weller, kim bunlar bilmiyorum, ama sen severmişsin.
– Çok isterdim Liz. Ama bu sefer mümkün değil.
– Oo! İstersen uçağımı göndereyim. Rahat olur.

Bu sefer vizenin yetişmeyeceğinden, hatta alamama riskinden filan bahsetmeye hiç gerek görmedim. Ne anlayabilir, ne de zamanı. Ben birşey demeden devam etti:

– Hem biliyorsun, sizinkini de çağırmadım. Dün geldi buraya. Sürekli ağzıma baktı, konuyu açıp durdu, onları da çağırayım diye. Sonra da bozulup gitti.

Kozunu sona saklıyormuş. Zaten Liz böyledir. Tam tartışmayı kazandığını düşünürken hançeri saklar. Ama bu sefer kararlıydım. Geçen yaz alamadığım vizeyi unutmayacaktım. Bu bir kendime saygı meselesi. Zaten çocuk kandırdığını sanıyor. Devlet başkanlarını davet etmediklerini bilmeyeceğim sanki. Yok, bu sefer olmaz. O yollardan çok geçtim ben. Hem günlerden olmuş Çarşamba. Kendimle bu şipşak toplantıyı sonlandırdım.

– Liz, çok çok teşekkür ederim. Çocukları benim için tekrar tekrar öp. Geline de sahip çık. Babasıyla ilgili bir mesele varmış galiba.
– Burada olsan sen teselli ederdin Simon. Hem belki kilisede koluna girip getiren sen olurdun.

Yalana bak. Seni gidi Liz. Tanımaz mıyım ben seni. Yılaan.

– Dinle Liz, kapatmam gerek. Çok geç kaldım. (Bu sırada karşıdaki şaşkınlığı çok net hissediyordum. Kadına bu sözler hayatında ilk defa söylenmiş olabilir. En azından tahttayken) Konuşuruz yine. Baaay.
Karşıdan 1-2 ah-oh geldi ama ben kendi kendime elimi sallayıp kapattım.

Sırada kasiyer kız “konuşmanızı yaptınız mı” dedi. Çok gidiyorum oraya, biliyor beni. Hıhım dedim.

Akşama kurye davetiyeyi getirdi. Hızlandı tabi bu işler.

Harry-Meghan invitation-2-iv-2-ii

h1

Kuralları belirli, eğlenceli ve onbinlerce kişinin yaptığı bir aktiviteyi dünyada en iyi yapan olmak

22 Şubat, 2018

Flying Tomato / Havuç Kafa:

2006’nın abd’de en çok konuşulan 2-3 isminden biri havuç kafa Shaun White’tı. Snowboard’un da böyle çılgın, cool bir imajı var ya, hatta o zamanlar altlarına bol kotlar filan giyiyorlardı, tüm medya öyle gösteriyordu Shaun White’ı. Ben de öyle fazla şişirilmeye gelemem, pek ilgilenmemiştim. Zorlansa da altını almıştı White.

2010’da bu sefer iddialı ve medyatik 2 isim vardı: White ve iPod: İsviçreli Iouri Podladtchikov. Ama o Olimp.’ta S.White tam coşmuştu. Yarışmada 3 atlayış yapıyorsun, en iyi 2 derecen sayılıyor. En iyi atlayış da, en iyi 2. atlayış da onundu. iPod 4.lükte kalmıştı. 2014’te tam tersi oldu, 1-4’ü değiştiler. S.White elemede süper bir atlayış yapmıştı ama onu finalde yapamadı.

Neyse, S.White’ı bu yıl yine görünce şaşırdım. Bayağı eskide kalmış bir isimdi, 10+ yıl yapılacak bir spor da değil. Üstelik, Ekim’de antremanda kötü düşmüş, yoğun bakım, yüzüne 57 dikiş. Neyse, finalde son atlayışına kadar 2.ydi, ama son atlayışta süper bir puan ve ben orayı kaçırdım, kazanmış. Federer’in 20. şamp.luğundaki sevinci gibi, insan onun değerini 19’unda değil, 30’larında anlıyor. Bayağı gözyaşı döktü.

Shaun White

Ester ‘Yarışma Bitti, Pistin Işıklarını Kapattık’ Ledecka:

Slalomun müthiş bir spor olduğunu düşünüyorum. Yapması da öyledir kesin, ama izlemesi de yeter. Hem hız hem kapı dönüşlerindeki esneklik gerektiriyor; bir de kendine tam doğru rotayı belirlemek. Bir kapı için en doğru rota sonrakinde sorun çıkarabilir. Hızlı olmalısın, ama çizgini şaşıracak kadar değil.

Neyse, büyük yarışmalarda ilk 30 yarışır ve favoriler biter, sonra geriye tr, yun, bosna (Yugoslavya’dan iyi kayakçılar çıkardı aslında eskiden), Asya ülkeleri, şımarık prensler (Mex adına yarışan Alman kraliyetinden Hubertus), kemancılar (Vanessa Mae) filan kalır. Baştakiler 2 sn içinde sıralanırken sonra dereceler 7-8 sn farklara çıkar, öbürlerinden sonra seyredilmeyecek kadar yavaş gözükür. Kadınlar Super G/Süper Dev’de ilk 20 yarıştı, spiker iddialı sporcuları bitirdik dedi. Demek ilk 20 kurayla belirlenmiş, sonraki 10 da kendi arasında diye düşünüp kanal değiştirdim. Bir süre sonra döndüğümde 1. değişmişti. Herkes şaşkındı. Ledecka’nın kazandıktan sonraki görüntüleri zaten yeterince anlatıyor durumu. 20-30 sn dereceye baktı. Yanlış olduğunu düşünüp düzeltilmesini beklemiş. Bu maddenin adı Ledecka’nın Bakışı da olabilirmiş.

Üstelik, 26. sırada yarışıp en iyi dereceyi yapan Ledecka aslında snowboardcuymuş ve yarıştığı dalda en iddialı isimmiş. Bu kadar yıllık spor seyirciliğimde aynı olimpiyatta 2 ayrı disiplinde yarışan sporcu bile görmedim, bırakın 2 madalyayı (bazı 100 metreciler uzun atlama da yapar ama ikisi de aynı atletizm disiplininde). Zaten ’20’lerden beri yapılmamış. Bir de en iddialı isim Amerikalı Shiffrin’den aldığı ödünç kayaklarla yarışmış. (Bugün ny times’ta gördüm, Shiffrin 35 çift kayakla gitmiş, normalde 70 çiftle gidermiş). Snowboard’da ne yapacağını merakla bekliyorum. Cmt imiş.

Ledecka-2

Elise Christie laneti:

Gugıl’da British skater deyince ilk çıkan onun wiki sf.sı. Kısa pist sürat pateni bir G.Kore sporu. Çinliler filan da iyi artık. Hollandalılar (onların milli sporu uzun pist olsa da), Macarlar, Ruslar, İtalyanlar filan da var. Ama Britanyalılar yok. Aslında Britanyalılar 2-3 dal hariç genelde kış Olimp.larında yok. O yüzden bir Britanyalı’nın dünya şampiyonu, hatta tüm mesafelerdeki derecelerin toplamını kapsayan overall puanlamada dünya şampiyonu olması bayağı bir olay. Hakkında yazılanlara bakınca seveni kadar itici bulanı da çok.

Hikayesini geçen gün yarışını izlerken öğrendim. 2014: Christie 3 daldan en az birinde medal umuduyla geliyor Christie. 500 metre finalinde İtalyan Fontana ile çarpışıyor ve hatalı bulunup diskalifiye ediliyor. O sırada G.Koreli’nin de düşmesine neden olduğundan Koreliler onu sosyal medyada ölümle tehdit ediyor. (Kore’de milli spor demiş miydim?) 1500 metre elemesinde serisini kazanıyor, ama finiş çizgisinin 1 santim yanından geçtiği için eleniyor (çok çok nadir görülen birşeymiş, zaten o çizgi çok net değil). Diğer tarafta da yine Fontana varmış, ondan uzakta kalmaya çalışmış. 1000 metre yarı finali, yine kaza-yine diskalifiye. Ne berbat bir spor bu.

2018: 2017’de dünya şampiyonu olup gelmiş. 500 metre elemelerinde 2 kere Olimpiyat rekorları kırmış. Finalde yine kaza, bu sefer diskalifiye olmamış ama neye yarar, düşüp 4. olmuş. 1500 metre yarı finalinde Çinli’ye çarpıp diskalifiye olmuş. O sırada sakatlanıp hastanelik olmuş.

Ben 1000’i izledim. Sakatlıktan dolayı yarışıp yarışamayacağı belli değilmiş. Ama yarıştı. Hemen başta düştü. İlk turda düşme olunca tekrar başlıyor. Tekrar başladı, 2. olup turu geçti. Yürüyemediğinden koçunun kucağında çıktı. Ama hakemler uzun uzun izleyip sarı kartla elediler (diskalifiyeden de ağır galiba). Bir virajda yanındaki Pol.lı’ya bariz ittirmişti. İşin tek iyi noktası, hakemlerin kararını koçuyla birlikte endişeyle bekleyen Pol.lı’nın o kararla tur atlaması oldu zaten.

Yani 2 Olimp.’ta 6’da 6 oldu. Rakiplerinden, 2014’te düşürdüğü Fontana’nın toplam 8 madalyası olmuş mesela. “2022’de döneceğim” demiş Christie. Ama 31 yaşında olacak. Pek o yaşta başarılı olunacak spor değil.

BBC’nin onunla ilgili makalesinden: “Say what you like about Elise Christie, but when it comes to drama, the British speed skater is pure box office.”

Elise Christie-2IMG_8257

Queen is dead, Princess is the new Queen:

Artistik patinajın bayağı bir süredir sorunu yıldızsızlık. Pluşenko’dan beri erkek ve karakteristik bir yıldız gelmedi mesela. Erkekler demişken İspanyol Javier Fernandez hiç fena değil. Ama patinajın asıl yıldızı kadınlarda. Evgenia Medvedeva çok önemli bir yıldız. Daha da olacak. Büyüklerde daha 3. sezonu, katıldığı 2 dünya şamp.ını da kazandı, sayısız dünya rekoru kırdı. Medvedev/a ayı demekmiş bu arada.

Geçen haftaki takım yarışmalarında Rusya adına kısa programda Medvedeva yarıştı, süperdi. Serbest programdaysa Zagitova’yı yarıştırdılar, o da çok çok iyiydi. Daha 15 yaşında ve Medvedeva’nın dünya rekoru puanının sadece 2 puan aşağısını aldı, sanırım gelmiş geçmiş en yüksek 2. puan. Yani, müthiş bir bireysel yarışma olacağını gösterdi. Puanlamada arkasında tüm takım vardı. Medvedeva uzanıp omzuna filan vurdu. Aslında orada sakatlamayı isterdi gibi düşündüm. Medvedeva’ya kraliçe, Zagitova’ya da prenses diyorlarmış. Kraliçe de 23-25 olsa neyse, o da daha 18.

Kısa program Çarş.’ydı, hiçbir kanal yayınlamadı. Eurosp başka şeyler yayınlıyordu, trt onu da yapmadı. Oysa zaten trt’nin izlenebildiği neredeyse tek dal artistik patinaj. Haber spikerliğinden spora geçen Zafer Akyol’un (kendime not: Zafer Kiraz değil) hevesi sayesinde. Ama böyle bir yarışmayı bile yayınlamadılar. Zaten o kurumda ne yayınlamasını gerektiğini bilecek, seçecek ve biraz olsun bilgi sahibi olan bir yayın akıl kalmadığı belli. Kısa program çok önemli olabiliyor, buz dansında 2. olan Rus çift müthiş bir serbest programa rağmen kaybetti. Neyse, birara verirler diye sonuca da bakmadım. Final Cuma, erken başlayacak ama sıra ikisine geldiğinde nispeten makul saatler olabilir.

 

alina zagitova-1518550594

Sonra neler oldu: Bir gün sonra yine göründü Christie. Kendisi yarışırken değil, pist kenarında. Sevgilisi Macar Sandor Liu da iddialıydı ve bireysel 3 yarışta da tek madalya alamamıştı. Ama 5 bin bayrağı kazandı Macarlar. İlk sarılan o oldu. O ana dek “benim lanetim mi bulaştı ki” diye endişe etmiştir herhalde. 

2 gün sonra, kadınlar serbest program vardı. Beklediğim kadar varmış. Meğer yayınlanmayan kısa programda Medvedeva dünya rekoru kırmış. Sonra Zagitova o rekoru geliştirmiş. Serbest programda tabi ki tüm gözler ikisinin üerindeydi. Ve bindeliğe dek aynı puanı aldılar. Yani kısa program farkıyla Zagitova kazandı. Medvedeva kaldıramadı, ağlamak da değil, ağlarmış gibi yaptı -bir tür starlık sendromu. O sıradaki 2. ve 3.yle beraber souçları bekleyen Zagitova’ysa sadece gülümseyerek başını öne eğdi. 15 yaşında olan çok daha olgun çıktı. Zaten o tamamen şampiyon doğmuş. İnanılmaz özgüvenli. Ve buzda az da olsa bir fark var. Bir balerin gibi kayıyor, çok akıcı. Medvedaysa uğraşıyor, puan toplamak için teatral öğeler ekliyor, ama yetmiyor. Tam Salieri – Mozart ilişkisi. Olgunluk kısmı hariç:)

3 gün sonra Ledecka’nın (Ledeckaya okunuyormuş meğer bu Çek kadın isimleri) diğer disiplini vardı. Hiç snowboard slalom izlememiştim. 2 yarışmacının yanyana kayması gereksiz bir stres bence. Ama çok zor bir dal. Dönüşlerde kayak resmen dik oluyor, o yüzde düşen çok oluyor. Kayak slaloma da çok benzemiyor, yapılış anlamında.

ester-ledecka
Ledecka’ya çok büyük bir ilgi vardı. O da resmen kapanmıştı. Kafasını bile kaldırmıyordu eleme turlarını kazandıktan sonra. Ve tüm yarışlarını farklı kazandı. Hani neredeyse snowboard slalomu domine ediyorum, bir de kayak slalom deneyeyim demiş. Gerçek anlamda tarih yazdı. Sonra biz hala sonuncu olan sporcularımızı övelim. Gittikçe, hatta hızla K.Kore oluyoruz. Henüz tam olmadıysak.

Böyle yazıyla olmayacak. En iyisi 1-2 güne videosunu edit edip göstereyim.

h1

Adalet bir histir

27 Ocak, 2018

Bunu sanırım 2015’teki seçimler döneminde farketmiştim. Bana direk seçimleri hatırlatıyor çünkü. Haziran’da -beklediğim gibi- azınlıkta kalmıştı akp, ama sonra terör, hatta savaş ortamı, ve 9 puan artırmıştı oylarını. Seçimlerden beklediğimiz şey adaletin yerini bulması. Toplumsal anlamda seçimin yeri bu. Ama hiç öyle olmamıştı ve yine -ve yine- galip çıkmışlardı. O, iki seçim döneminde çok net bir şekilde yara alan birşey oldu ülkede. O işte bu his.

Sonra bu hissin tüm anlatıların temelinde olduğunu farketmiştim. Çok eski çağlardan beri anlatılara, kurguya, öyküye niye bağımlıyız? İşin bir yönü hayal-fantezi, bilmediğin dünyaların merakı; ama ondan da büyük olan tarafı, adalet duygunun tatmini. Birçok hikaye bir fantezi-yabancı dünya barındırmıyor, ama yine büyük ilgiyle takip ediyorsun.

Anlatı-kurgu deyince aklım hep köy köy dolaşan hikaye anlatıcılara gidiyor. Onlardan, hatta ateş başı öykülerden beri, sonra da edebiyat, tiyatro, sinema ve dizilerin, hatta belki resmin de esas ittirici güçlerinden beri olmuş adalet. Ve dedikodunun da.
İyi son-kötü son denen şey bile aslında adalet hissinin tatmin olup olmaması. Maksat, iyinin kazanması değil hep. Çoğu zaman, özdeşleşmenin de etkisiyle, suçlarını-günahlarını anlaşılır bulduğun kişinin de macerayı minimum zararla atlatmasını istiyorsun.

Adalet, insana özgü bir his, bir ihtiyaç, hatta ve insanın en temel içgüdülerinden. Tüm diğer içgüdüler gibi tatmin edilmesi gerek. Yoksa, diğer içgüdülerdeki gibi fiziksel bir sorun yaşamıyorsun belki, ama psikolojik açıdan çok zorlanıyorsun. Bu ülkede bunu yaşıyoruz, gittikçe yoğunlaşarak, özellikle son 4-5 yılda.

O yüzden bir ümitle bir kurtuluş arıyoruz. O yüzden, Zarrab davasını ilgiyle takip ettik. ABD’den birşey beklediğimiz için değil; herşeyi olan ama hiçbir şeyi olmayan zevksiz İranlı Türk ve ondan beslenen herkes cezalarını çeksin, adalet hissimizin bir nebze tatmin etsin diye.

Ama belli ki biz bir süre daha bu yoksunlukla yaşayacağız. Çok geniş bir kesimin yaptığı gibi gözlerimizi kapatmak veya hakim propagandaya kapılıp savaşçılığa vs.ye kapılmak mümkün olmadığına göre bu tatmini başka yerde bulmanın veya o yoksunlukla başetmenin yolunu bulmak zorundayız. Bunun yolu, ülkende mutlak yabancılığı yaşamak bile olsa.