Archive for the ‘dünya görüşü’ Category

h1

Sahibiz, biliyoruz, paylaşmıyoruz

14 Ekim, 2014

2-3 hafta önce aynı gün bir arkadaşımın Roma’da, birinin de Kaş’ta tatilde olduğunu öğrendim. Ve ikisi de bir gün sonra dönecekmiş. Rencide oldum. Tek birşey önerme şansım bile elimden alınmıştı. Oysa ikisi de birşeyler bildiğim yerler. Hele Kaş, nerede kalınır bilmiyorum, ama çok özel taraflarını biliyorum.

Ondan birkaç hafta önce pek, hatta neredeyse hiç tanımadığım birisi için bir Roma-Milano tavsiye yazısı yazmıştım -link olsun diye de buraya koymuştum hatta. O arkadaşım için daha ayrıntılı yazardım. Roma canımdan parça gibi, gideni kıskanırım normalde. Ama bu şekilde (birşey önersem, o da yapsa) bir parça gitmiş gibi olurdum.

Bunun üzerine birşeyleri niye biliyoruz ki diye düşündüm. 1- işimize yaraması için, 2- bir başkasının işine yaraması için. Başkasının işine yaramasını niye umursuyoruz? Çünkü paylaşmış oluyoruz, bir bağ kuruluyor aramızda.

Bu, sahip olduğumuz şeyleri paylaşmaktan da önemli bence. Ve artık kimsenin umurunda değil bu. Birisine birşeyler önerince çok garipsiyor. Sevdiğim biri olunca bir de araştırıyorum ben. Bir arkadaşım Paris’e gitti birkaç ay önce. Paris’i hiç görmedim. Bisiklet turunda geçtikleri yerler veya Charade’de Audrey Hepburn’le Cary Grant’in bulundukları yerler kadar biliyorum. Ama ciddi araştırıp yazdım. Bak bu sadece elma üzerine bir restoran, bu krepçi müthiş, 3 günlük şöyle bir kart var, pek duyurmuyorlar, ısrarla iste. Hoşuma da gitti öğrenmesi; gidecek ne güzel şeyler var, her yerde hem de.

Ama artık insanların birbirleri için vakit harcadıkları devri çok geçtik. Kimsenin bana böyle önerilerde bulunduğunu hatırlamıyorum mesela. İnsanlar arası ‘bağsızlık’, ‘harmonisizlik’ (Aquarius’un sözlerinden alıyorum bunu, bir kez daha:

Harmony and understanding
Sympathy and trust abounding
No more falsehoods or derisions
Golden living dreams of visions
Mystic crystal revelation
And the mind’s true liberation)

yaralayıcı derecede can sıkıcı. Ya bunu kabul etmeyip sürekli canın sıkılacak, ya da kabul edip tek yol kendini düşünmek diyeceksin.

h1

Özelime dokunma! Hah, orası genelim, oraya dokunabilirsin.

19 Nisan, 2013

“Kimse kimsenin kutsalına küfretme hakkına sahip değil.” Bir defa kutsala küfredilemez, kutsal bir sıfat olduğuna göre tanım gereği mümkün değil.

Bu kullanım “özel/özelim”le başladı ve söylemeye gerek yok, tabi ki Türkçe’de böyle bir kullanım yok. Privacy’yi çevirmeye çalışıyor “özelim” diyenler. Çalışıyor çünkü privacy’nin Türkçe’de karşılığı yok*. Çünkü bizim toplumumuzda öyle bir kavram yok. Ya da yoktu; her alanda Amerika’ya benzemeye doğru gittiğimiz için yeni yeni başlıyor.
[* En yakın kelime mahremiyet, ama o tam karşılamıyor privacy’yi, farklı bir yöne kayıyor, kişisel alandan yasak alana. O yüzden de kimse “mahremime dokunma” demiyor-diyemiyor. Tdk mahremiyet’e gizlilik demiş ki gizlilik hiç değil privacy’nin karşılığı; ayrıca, mahremiyet’in de karşılığı değil].

Privacy, Amerikan toplumunun en temel özelliklerinden, en önem verdikleri değerlerden biri. Kimsenin, aile içinde bile olsa bir başkasının yaşam alanına müdahale edemeyeceği fikrine çok katı bir şekilde bağlı Amerikalılar. Bizde böyle bir yaşam alanı anlayışı yok. Zaten privacy tek başına olan bir özellik değil. Aynı zamanda kopuk insanlar, iletişimsizlik, samimi ilişkilerden, gerçek yakınlıktan uzaklık anlamına geliyor. Arkadaşlar, sevgililer bir hayatı paylaşmazlar, eninde sonunda kendi hayatlarına çekilirler. Yediği içtiği ayrı gitmeyen kankalar, kuzenlerse privacy’nin olmadığı, dertlerin ve katıkların bölüşüldüğü, misafirin baştacı yapıldığı, bazen oturmaya, bazen yatıya gidilen toplumlara özgü.

Bizim yönetimimiz de anlamaz privacy’den. Birkaç ay önce yeni pasaport almak için başvurdum, eve kargoyla geliyor, geldiği zarfın üzerinde vatandaşlık numaram yazıyordu. O numaraya bu kadar kolay ulaşılmaması gerekmiyor mu? Bir arkadaşım Sanayi Bakanlığın bir yarışmasına başvurdu, o günden beri envai yerden reklam mektupları geliyor, çünkü bakanlık başvuranların bilgilerini satmış. Daha o kadar çok ki bizde benzeri örnekler.

Neyse, kutsal: Bence konunun özü şu: Bu ülkede ateist olma özgürlüğü var mı? Kimse kimsenin inancına küfredemiyorsa niye ateistlere küfretme özgürlüğü var? Ki bunu politikacılar da hep yapıyor. Suç unsuru bir tivitse, şu an açar, ateistlere küfreden binlerce tivit bulurum. Bu bakış açısıyla bakmak için de ateist olmak gerekmez (hakkımda belli sonuçlara ulaşmayın diye söyledim: well, I believe in David Bowie).

_________________________

İngilizleri işte bu yüzden seviyorum. Fakir sevmez Thatcher’ın bizdeki karşılığı Özal’dı. Oysa bizde adam öldü, badem gözlü oldu. Tayyyyip bile anap’ın devamıyız diye onun gül mirasından faydalanmaya çalışıyordu geçen seçimde. Birinin ölümünü parti ile kutlamak bana göre değil (o kişi Humeyni olsa belki), ama onu bir kenara bırakırsak, işte, İngilizler unutmuyor.

h1

Siz yine de Cuma günü şemsiyelerinizi almayı unutmayın

20 Aralık, 2012

İyi ki kainat güzellik yarışmasını 21’inden önceye koymuşlar. Dünya gözüyle bir kez daha dünya güzellerini görebildim.

Yeryüzünde varolan meslekler içinde en iyi yapabileceğim işlerden birinin (inanın inanmayın) güzellik yarışması jüriliği olduğunu düşünmeye başladım. Birkaç yıldır o kadar katılan arasında ilk gözüme batan birkaç kızdan biri kazanıyor. Son 10’da da hep ilk 3-4’ü sırasına dek biliyorum. Bu sefer de çoklukla öyle oldu. Venezüela güzeline bir kez daha kazandırmak istememeleri hariç. Malum, futbolda Almanlar için denir ya (’22 kişi oynar, top bir o tarafa bir bu tarafa gider, Almanlar gider’ [yakında artık İspanyollar için denecek bu, Almanlar da 96’dan birşey kazanmadı]), bu güzellik yarışmalarına 72.5 millet kazanır (buçuk çingeneler içinmiş), Venezüela güzeli kazanır.

Yalnız, şöyle abartılı güzeller de vardı, dereceye giremeyen:

Alina Buchschacher24
isviçreli

Elizabeta Burg10
kırvat

Kazanan Amerikalı kız yarışmada son derece Salma Hayek’e benziyordu. Onun bir gıdım daha güzeli ve yine azcık uzunu (bu yarışmayı kazananlar düşünüldüğünde gayet kısaydı, hatta bakalım hemen, benden de kısaymış: ho-ho, bundan sonra kainat güzelinden daha uzunum diye gezineceğim, böyle bir tişört yaptırayım bari, bu arada Salma Hayek de 1.57 imiş).

Olivia Culpo2

Her zaman ve her yerde mevcut olan çevirmen sorunumuz burada da ortaya çıktı tabi. 2 çevirmen vardı. Sonucun açıklanmasına geldi sıra. 5 kişi kalmıştı, 4th runner up dediler yayında (yani 1.den sonraki 4. kişi: 5., bunu bir çevirmenin bilmemesi çok ayıp), 4. diye çevirdi ilk çevirmen, 3rd runner up – 3. dedi diğer çevirmen, 2nd runner up -2.. 2 kişi kaldı sona. Bekliyorum ki 1st runner up’a da 1. desinler ve cahillikleri yüzlerine vurulsun. Ama direk 1.yi açıkladılar. Aslında diğer kızın, çevirmenlerin sandığı gibi 5. değil, 2. olduğu belli oldu, ona 1.nin yedeği vurgusunu yapıldığı için, ama çevirmenlerin bunu algıladığını sanmıyorum. Cehaletin sırrı öğrenmemek zaten.

___________

şemsiye niçin mi: olur da ta uzaylardan gelip şemsiyenize takılacak denli kibar bir göktaşına denk gelirseniz diye.

[İlla çenesini tutamayacak olan proflarımızdan bu konuda da konuşan olmuş mahalle ağzıyla: kıyamet olmayacağına 10 bin lirasına bahse girermiş. Buna karşı iddiaya girilmez ki. Olasılıklardan dolayı değil. Kazansan da paranı alamazsın. Tam bir kaybet – kaybet durumu.]

h1

Maç yerine münazara mı?

27 Haziran, 2012

Futbol her zaman süper eğlenceli birşey değildir. Haksızlıklar, iyi oynayanın kazanamaması bir yana, bir de maçlar fena halde sıkıcı geçebilir, bazıları sizi futboldan soğutabilir. İspanya-Fransa çeyrek finali onu da geçti, beni neredeyse hayattan soğutacaktı. İspanya’nın sürekli paslaşıp karşı kaleye gitmeyen oyunuyla Fransızların nasılsa topu onlardan alamayız diye ezikçe geride izlemeye soyunması. Sanki bir hentbol maçında bir tarafın 90 dk. boyunca bir yandan bir yana top çevirmesini izliyoruz (hentbolda bir süre hücum gelmeyince hakem ihtar veriyor, o da en fazla 1 dk.da filan). 

Maçın süper sıkıcı olması birşey, izlediğin yorumcuların o oyuna binbir övgü düzmesi bambaşka. Trt’nin kifayetsiz yorumcularını (başta Terrrim kırması Hikmet Karaman: Terrrim Ankaragücü’nü çalıştırırken onun yardımcısıydı Karaman, o zamandan beri onu izlerken Ata Demirer’in Terrrim taklidini izler gibi oluyorum) kaale almıyorum, ntv’de Mehmet Demirkol da “İspanya mükemmelliğiyle insana sıkıcı gelen Mercedes gibi” demez mi? Anacım, mükemmel takım tüm maçı 2 pozisyonla mı bitirir? Hırvatlar’a da bu yüzden elenmek üzereydiler neredeyse, şanslarıyla kurtardılar. Onları bırak, seyircinin ıslıklamalarını da mı duymadın? Biz de işte bu adamları dinlemek için zaman harcıyoruz. 
Sonra guardian’daki yorumlara bakayım dedim ve ferahladım:

– Spain were terrible. France were worse.

– Spain and France just took two hours of my life and I want them back.

– Honestly, at about the 70 minute mark, the ref should just have blown his whistle, called the two captains together and summarily disqualified both teams on the grounds neither seemed remotely arsed about contesting a game of football.

– If that’s supposed to be football then I don’t think I like it as much as I thought.

– I am Spanish, I have watched every single game in bars or in front of giant screens here in Barcelona… The general consensus has been that this style of play is extremely, extremely boring.

– Spain remind me of this: Simpsons’a göre 30 sn.de futbol (maç gerçekten tam böyleydi işte).

Bizimkiler seçilmiş analistken bunların sıradan insanlar olması ne fena.

Yorumlara dayanamayıp kanal değiştirince karşıma bbc’de Britiş Museum’daki Parthenon mermerlerinin geri verilip verilmemesi ile ilgili bir münazara çıktı. İkişer tartışmacı kısa konuşmalar yapıyorlar, sonra sorular. Tartışmacılardan, verilsin diyenlerden biri de sevgili Stephen Fry’dı. En çok sevdiğim aktörler listesinde de yer almıştı kendisi.

Öncelikle Parthenon mermerleri, Atina’nın sembol Parthenon’undan 19.yy. başlarında parayla alınıp bir anlamda kaçırılmış. O yüzden bir kısmı Atina’da, bir kısmı da British Museum’daymış (azar azar parçalar da Fransa’da, orada burada filan). Bizden kaçırılanlarla karşılaştırmak mümkün değil. Onlar ‘bizim eserlerimiz’ diyor, biz en fazla ‘bu toprakların’ diyoruz. Karşılaştırmak için İstanbul’un orta yerinden sembol bir Osmanlı eserinin parçalarının kaçırılmış olması lazım.

Yunanlılar geçen yıllarda yaptıkları yeni Acropolis müzesiyle beraber bir geri alma kampanyası başlatmışlar. Britiş Museum görevlisi “biz onları resmen satın aldık, koruduk. Ayrıca dünya mirasının önemli eserlerinin toplandığı bir müze çok önemlidir” diyordu.

S. Fry da “Biz onları koruduk diyoruz. Düşünün, komşunun evinde yangın çıkıyor, siz de resimlerini ben saklarım deyip alıyorsunuz, ama sonra istediğinde vermiyorsunuz. Ayrıca, aldığımız sırada Yunanistan işgal altındaydı. Mermerleri Osmanlılar’dan almak, Nazi işgali sırasında Hollanda’nın önemli resimlerini onlardan almak gibi” dedi.

Bu söz tabi tartışmayı biraz kaydırdı. Onun benzetmesi işgal üzerineydi, ama en fazla yanlış anlama da benzetmelerden olur zaten. Hemen bir İngiliz “Osmanlı’yı nazilere benzetmek büyük bir hata, onlar çoğulcu bir imparatorluktu ve yerel yönetimleri yerlilere bırakırdı, o sırada Yunanlı yöneticiler de vardı” dedi (düşünün, Türkiye’de bir tartışmada birisi İngiliz İmparatorluğu’nu nazilere benzeten bir söz ediyor, kimse çıkıp da İngilizleri savunmaz).

“Yarı Türk’üm” diyen bir kız da söz alıp “o sırada Yunanistan tabi ki işgal altındaydı” dedi. Ben buna tam katılamadım. Atina 350 yıldan fazla Osmanlı’da kalmış. Selanik daha da uzun, 500 yıla yakın ve Osmanlı’nın baş şehirlerinden biri olarak görülmüş. Son seçimlerde meclise giren faşist Yunan partisi İzmir’i, İstanbul’u ve Karadeniz’i alacağız diyordu. Ege zaten tarihi olarak Yunanlıların esas yerleşim bölgelerinden. Şimdi İzmir işgal altında o bakışla. Veya bizzat İstanbul: 1. dünya savaşı sonrası kaybetmiş olsaydık öncesi için işgal altındaydı mı diyecektik? Tabi Atina’yla Anadolu ve İstanbul arasında bir fark var-varmış, barındırdıkları popülasyonların milliyeti nedeniyle, ama bu kadar keskin hükümler kolay değil bence. 

Neyse, tartışma başlarken bir anket yaptılar salonda. Geri verilsin diyenlerle verilmesin diyenler başa baş çıktı (196 verilsin, 202 verilmesin, 150 kararsız). Sonra bir de bitince yaptılar ve 384 verilsin, 125 verilmesin çıktı ve ben bu fikir değiştirebilme becerisine bayıldım. Bir de niye bize britiş ırkçılığı yapıyorsun dersiniz.

h1

Tayyip’in vicdanı var mı?

10 Şubat, 2010

Konak YKM’nin önündeki gençler “aman Tayyip, oy Tayyip” diye bir şarkı tutturmuşlardı, 70’lerin moda şarkılarından birinin sözleriyle oynayıp. Aynı şeyi biz çok benzeri bir şarkıda ilkokulda yapmıştık, onu hatırladım. Bu arada, gençlere girişen bir kolluk kuvveti yoktu neyse ki.

Hastanelere acilden kimseyi döndürmemelerini emretmiş Tayyip. Biz de kaza geçirdik zamanında, bizi acilden döndürdüler, artık kimse acilden döndürülmesin demiş. Benzer eylemleri de var, vicdan sahibi gibi duran (ilaçları ucuzlatma politikası, ilk aklıma gelen). Demin de Ece Temelkuran, Tayyip’in van minüt vakasında şov yapmadığını, “içinden geldiği toplumda edindiği bir vicdanı” olduğunu söylüyordu. (Bu vicdan Araplar İsraillilere zulüm etse aynı tepkiyi verir miydi, o ayrı tabi).

Ama şimdiye kadarki popülerliğinin önemli bölümünü mazlumdan yana olarak -ve de bizzat mazlum olarak- kazanmış adam birçok zaman mazlum olduğu çok bariz kişilere ve gruplara nasıl da nobran… Aynı şeyi Tayyip’i çıkarıp yerine AKP’yi koyarak da söyleyebiliriz. AKP nedir? Sosyal adaletten yana, yani bolca sosyal programlar izleyen ve muhafazakar tınıları olan bir parti mi, yoksa bildiğin sağcı eski ANAP mı? Tekel işçileri turnusol kağıdı gibi cevabı veriyor.

Sorun, Tayyip’e diklenmekte mi diye düşünmüştüm birara. Malum, kendisine yapılan en ufak protestolara nasıl tepki verdiği ortada. Yapan çok mazlum durumda olsa da. Yani, ayaklanmasalardı da sonrasında sefalet çekerken bunu yansıtsalardı  farklı olur muydu? Hiç sanmam. Bizzat kendisinin söylediği gibi, artık şirket gibi yönetilmek isteniyor bu ülke.

Ben üniversiteye yeni girmişken Zonguldak işçilerinin Ankara yürüyüşü vardı. Ucundan bir parçası olduğum güzel üniversite dergimizden onlara katılıp bunu yazanlar olmuştu. O zamandan beri benim gördüğüm en büyük direniş bu. Ama sanki öğrenciler-sivil toplum örgütleri pek eksik kaldı onlara destek vermekte. Ya da hepimiz öyle kaldık. İsyanımızın romantik simgeleri haline getirmek kolay, ama somut bir şekilde yanlarında olmak zor.

Θ Θ Θ Θ Θ Θ Θ

Bu ülkenin ennnnn sevmediğim yanlarından biri, yasalara-kurallara karşı yandan geç politikalarının en tepeden itibaren çok bariz yapılıyor oluşu. Hülleler, kısa yollar, atlatmalar… Herkes de bu yolların farkında ve son derece doğal karşılıyor.

YÖK’ün, önceden 0.8 ve 0.3 olan normal lise-meslek lisesi katsayılarını  eşitleyen kararı Danıştay’dan dönüyor. Peki, sonra napıyor YÖK? Saatlerce toplanıp yeni katsayıları yüzde (edit: binde demiştim hatayla) 15 ve yüzde 13 olarak ilan ediyor. Yani yüzde 50 olan lise katsayı farkını yüzde 2’ye indiriyor. Büyük cinlik! Nasıl da sistemin boşluğunu buluyor! Bakın, katsayı farkı var işte! Kimse de bu ne saçmalık demiyor. Aylar geçiyor, sınav takvimi işliyor, YÖK’ten “aman, bu karar bozulmasın, yoksa sınav yapılamaz” demeçleri geliyor, kitapçıklar basılıyor. Ve n’oluyor, bu karar da bozuluyor.

Yani gerçekten ne kadar saçma bir ülkede yaşıyoruz. Sonra ben her gün Bostanlı’da bir dükkanın, cafenin veya bankanın önünde durup 2. sırayı yaratmış bir cip yüzünden trafik tıkanınca, otobüsler dolusu insan ööyle bekleyince çıldırıyorum. Nasıl yaparlar, bu ülkede nizam yok mudur, bencillik bu raddeye mi ulaştı, şimdi o kaportanın üzerine kezzap döksem yeri midir, yoksa az mı gelir… diye.

h1

Bereketli Topraklar Üzerinde

1 Kasım, 2009

GDO’lu ürünlere vize çıktığını Defne Hanım’ın blogundan öğrendim (tüm konuyu oradan öğrendiğim gibi) ve çok üzüldüm. Oysa Express’in Eylül-Ekim sayısında GDO’ya hayır platformu üyesiyle yapılan söyleşiden bu yönetmeliğin çıkmayacağını anlamıştım (Tarım Bk.lığı karşıydı, önce yasa çıkması gerekiyordu).

Bazı konular var ki birçok farklı yönleri var ve üzerlerine net bir fikre sahip olmak çok zor. Bu konu onlardan değil. GDO’lu ürünlerin veya GDO’lu tarımın hangi yönüne baksan elinde kalıyor. Direk sağlığa zararlı olmaları çok mümkün, kalıtımsal zararlar bırakmaları olası, pahalı, dışarıya bağımlılık yaratıyor, bağlayıcı anlaşmalarla kendi tohumlarını kullanamaz oluyorsun, yakınlardaki doğal tarım üretimine gen atlamasıyla zarar veriyor, dirençli bakterilere yolaçıyor-doğanın dengesini bozuyor, vs.

Bu durumda böyle bir yönetmeliğin geçmesi, istediği kadar kısıtlayıcı madde barındırsın (biz çok iyi biliyoruz o kısıtların pratikte nasıl işlediğini), ülkene ihanettir. (Böyle kararlar da tipik olarak sağ iktidarlarda çıkar zaten. sırf bu yüzden, yani tipik paragöz sağ bir iktidar olduğu için bile akp lanetlenmelidir -2 yıl önce çeşitli sebeplerle oy verenleri hatırlıyorum da, hatta bloglar arası bir tartışma bile yürümüştü).

Çarş. gecesi Genç Bakış’ta da tartışıldı GDO’lar. Çok doğru konuşanlar -özellikle Ziraat Müh.leri odası başkanı- dışında destekçileri de vardı GDO’nun, Sabancı’dan bir hoca ve programın yapıldığı Ankara Üniv. tarla bitkileri bölüm başkanı. 2.si biraz daha ılımlı olsa da ilki ateşli bir taraftarıydı alien üretiminin. Bu işte hiç anlamadığım birşey. GDO tohumu satan şirketler tarafından desteklendiklerine inanmıyorum (ya da inanmamak istiyorum). Bu durumda neler okuyorlar da zararlı olmadıkları, hatta yararlı oldukları hükmüne varıyorlar?

Bir de bir kız öğrencinin sorusu vardı. “GDO’lu ürünlerin sağlığa zararlı olduğunu biliyoruz da (‘tahmin ediyoruz da’ olmalı doğrusu) dünyada aç çok insan var ama yeterli besin yok. Bu tohumlar üretimi artırdığına göre (bu konuda çelişkili veriler var, hatta üretimi artırmıyor olmaları daha mümkün) kanserli de olsalar hiç yoktan iyidir. Aç kalmak mı daha iyidir, kanserli de olsa birşey yemek mi?”.

Dumura uğratacak sözler. Böyle bir mantığı ben de gütmüştüm zamanında. İngilizce dersinde debate yapıyorduk iki grup halinde. Ortaokul hazırlıkta. ‘Uzaya mı gitmeli, yoksa o parayı Afrika’daki aç ülkelere mi göndermeli’ idi konu. Kendim seçsem uzayı seçerdim ama bizim gruba açları tutmamızı söylemişti hoca. Son konuşmayı ben oldukça ağdalı sözlerle açlar… açken… diye yapmıştım ve o sayede sınıftakilerin oylarıyla biz kazanmıştık. Yalnız, dersin sonunda duygu sömürüsü yaptığımı söylemişti bana oy verenler bile. Bence de öyleydi. Yani bu mantıktaki ucuzluk 12 yaşında bile farkediliyor. Ama hadi o yaşta öyle düşünebilirsin, veya hadi diyelim 14-15. Ama üniversite öğrencisiysen insaf yani.

___________________

Konu ile ayrıntılı bilgi için en iyisi Defne Hanım’ın blogunu takip etmek. Çok özet bir tavsiye notu isterseniz, ülkemize -de facto olarak- girmekte olan GDO’lu ürünler mısır, soya, kanola ve pamuk. Sonuncusunu yemediğimiz için diğerlerine yoğunlaşırsak kanola ve mısırözü yağı, soya lesitini barındıran bisküvi-çukulata ve benzerleri, mısır şurubu kullanmış olması muhtemel hazır ürünler (gazoz, kola, bira -sadece Efes’te şeker var, zaten birada şekerin ne işi var-, yine marketlerin bisküvi koridorunda olan herşey, dışarıdan aldığınız şuruplu tatlılar, vs.), yani gayet uzun bir liste olağan şüpheliler. GDO’lu yemlerden beslenen tavuklar gibi ikincil etkiler de sözkonusu.

h1

El Secreto

13 Ekim, 2009

Biz başka memlekete benzemeyiz ya, ben sanırım bizim topraklarda geçerli olan asıl The Secret’ı çözdüm. Ama şimdi bunu size burada mı yazsam, yoksa kitap yapıp 100 bin mi satsam acaba?

Tamam, size çıtlatayım. Ama söz verin, kitap çıkınca bilmiyormuş gibi yapçanız.

Efendim, bizde birşey olmasının yolu onu çok istemek, aman olumsuz ifadeler kullanmamak filan değil. Direk ben oyum demek. Biz özgüven fakiri bir toplumuz ya, arada kendine güvenen kişiler çıktığında direk etki alanına giriyoruz. Kim sağlam, düsturlu bir şekilde ben şuyum dese peşine takılıyoruz. İddia ediyorum, kalabalık bir metroda bir deney yapın: Bir arkadaşınız ilerde bayılma numarası yapsın, siz de ben doktorum deyin. Bunu Almanya’da yapsanız mutlaka biri size kimliğini göster der. Kanada’da yapsanız, ne gerek var, acil yardımı hepimiz biliyoruz denir. TR’de ise ‘açılın, abi doktormuş’ der herkes.

Bakın etrafınıza, gastelere, televizyonlara. Gördüğünüz bir yere gelmiş kişilerin en az %80’i zamanında bir şekilde ben buyum diye ortalığa atlamış kişiler.

Bakınız, sanat dünyamız. Çok değil, bundan 5 yıl önce yönetmen deyince akla gelen iki isim, sinema tartışıldığında çağrılan daimi iki konuk Sinan Çetin ve Mustafa Altıoklar’dı. Kendilerinin doğru dürüst bir film çektiğini görmüş olduğunu bilen var mı? Tiyatro yönetmenlerimizin çoğu kendinden menkul tiyatro adamları. Oyuncularımızın bir kısmı da öyle.

Televizyoncularımız: Acun, geçen yıl Seda Sayan’dan (buyrunuz, kendinden menkulluğun Allah’ı) sonra 2. en çok vergi veren sanatçıydı. Kimdir sayın Acun? Kendi kendisini spor muhabiri, gerzek sunucu, sonra da program yapımcısı yapmış bir kişilik. Şimdi Adriana Lima’yı Miami’deki evinde ağırlıyor.

Gasteciler: Açın bir gazeteyi, herhangi bir köşe yazısını okuyun. Sizin de yazabileceğiniz birşey olmaması pek olası değil. Hele spor sayfasını açtıysanız hiç mümkün değil.

Modacılar, politikacılar (bunun en bariz olduğu iş dalı), reklamcılar, sinema eleştirmenleri, hatta toplumbilimciler; yani, muğlaklığın olduğu her meslek. Her taraf, hayatının bir noktasında ben buyum diye ortaya atlamış, oysa değil o, hemen hiçbir şey olmayan ağalarla dolu. Bunlar genelde köprünün başını tutmuş oluyor. Onlar yaşlanmış ise hemen gençlerden yenileri çıkıyor.

Siz de deneyin. Atlayın ortaya, deyin ki ben St. Remy’de aşçılık okuluna gittim, iki Michelin yıldızlı Gorbiot’nun yanında 3 yıl çalıştım. Veya Floransa’da iç mimari okudum, geçen yıl  La Scala’yı restore eden gruptaydım. Olmadı, babam beni Ermenildo Zegna’nın yanına çırak verdi, 5 yıldır terziliğini yapıyorum, dersiniz. En fazla iki vakte kadar keşfeder sizi medya. O olmadı, kendinizi Bilgi’de ders verirken bulursunuz.

Sonuçta Melis Alphan’dan neyiniz eksik? (kendisi Milliyet’te yıllardır sayfalarca moda yazan bir şahsiyet). Eminim, onun kadar kıvırırsınız. Hatta, en iyisi siz o olun, o da siz [referans için bakınız Beyaz Kale, veya Şaban filmlerinin yarısı].

h1

I blog, çünkü 140 karakterden daha fazlasını yazabiliyorum.

16 Eylül, 2009

FWD = tweet

Eskiden forwardlar vardı, bilirsiniz. Tabi hala var da eskiden daha yaygındı. Arada ne kadar itici olduğunu görüp yollamayı bırakanlar oldu. Eskiden bol bol karikatür (en çok Selçuk Erdem), fal yazılarının olduğu döküman ve powerpoint dosyası gelirdi. Hayatla ilgili mesajların olduğu, görsel ve işitsel zenginleştirilmiş bu powerpointler çok alemdi. Hele bazılarında ilişkilerle ilgili ahkam kesilen uzun yazıların altına Nazım Hikmet, Çetin Altan, Can Dündar gibi (başka görmedim) afilli isimler uydurulurdı. Böyle şeyleri hazırlamak için tüm gün ofiste geçirmeye mecbur olmak ama yapacak işinin de olmaması gerek diye düşünürdüm. Yani, klasik memuriyet işi. En iş yapmayan memuriyet olarak da Çevre Bakanlığı’nı bu powerpoint’lerin merkezi olarak ilan etmiştim.

Bu tweet filan da tam o forward’lar gibi. Bir başkasının ürettiği birşeyi bulup kendinden hiçbir şey eklemeden göndermek. Hem öyle şeylerle uğraşmak için sonsuz bir vakit ve en azından sürekli bilgisayar başında olmak gerek. Haberciler, IT çalışanları filan için anlaşılabilir belki (ki onlar da sıkılmaz mı sürekli ekrana bakmaya) ama ya gerisi?

Merak

Ekran başındalık bir yana, ben niye birinin o sn. ne yediğini, ne dinlediğini, hangi mekanda olduğunu merak edeyim. Uzun yıllar önce sabahladığımız bir proje çalışması yapıyorduk. Gruptaki oğlanlardan biri de sürekli olarak sevgilisine o sırada neler yapmakta olduğumuzu anlatıyordu. Fazla bilgi. Öyle itici. Gerçekten merak edersem açıp sorarım napıyorsun diye.  Ayrıca, bir arkadaşımın o anda neler yaptığını herhalde ancak Cannes film festivaline filan gitmişse merak ederim. O da çok yakın arkadaşım olmalı. Ama burada bağlanılan yüzlerce kişiden ve takip ettiğin ünlülerden bahsediyoruz. Ünlüler mi? Teenager fan’lar mıyız biz?

Sensin 140

Yeni gençliğin yazı yazamadığını farketmeyen kaldı mı? Sokakta rastgele 100 genç durdurulup bir paragraf yazı yazmaları istensin. Çok basit birşey, bir maçın özeti gibi. Yarısının yazamayacağına eminim. Bir defa noktalama işareti onların dünyasında yok. Sonra aynen konuşur gibi yazıyorlar ama konuşma diliyle yazı dili apayrı diller. Kelime yazılışları, cümle dizilişleri geri kalan beceriksizlikler.

Niye böyle derken farkettim, ki bayağı oluyor, arada birçok kişi farketmiştir, bu gençlik başka hiçbir yerde yazı yazmadığı kadar sms yazmıştır. Bildiği dil sms dili. Dili bozması da bir yana, 140 karakterde ne anlatılır ki? Ben mesaj yazdığım ender zamanların birçoğunda 2. mesaja geçmiş oluyorum. Karakterlere zorla basılan cep telefonunda sığamıyorken rahat rahat yazdığım bilgisayarda niye bu kadarcık karakterle kısıtlanayım ki? “bluedevil liked this“ten daha fazla söyleyecek şeyim olduğuna inanıyorum.

Ayrıca, birşeyi beğenip beğenmediğini söylemek başlı başına bir eleştiri değildir. Ne bir neden barındırır, ne de o şeyle ilgili doğru dürüst bir bilgi verir. Tek başına fazlasıyla öznel ve gelişigüzeldir.

h1

Türk dediğin = Bol kebap, az Pamuk

31 Ağustos, 2009

31 Ağustos transferin son günü. Bonservisim elimde bekliyorum. Yalnız, Toronto başkanı Hidayet’e özel jetini göndermiş, ben de aynı muameleyi isterim.

________________________

Birkaç ay önce gastede ‘Lucca’da dönerciler yasaklandı‘ diye bir haber vardı. Irkçılıktan bahsetmişti yorumcular. Bense Lucca ve dönerci kavramlarını yanyana düşünememiştim. O kadar aykırılardı ki. Aynı haberde geçen ‘Pisa’da 16 dönerci var’ sözünü ise hiç kafam almamıştı.

Gittim, gördüm:

IMG_2357
Burası Pisa’nın en turistik, en pahalı sokağı. Karşısında, az ileride Armani var. Ondan sonraki restoran gayet lüks. Bu arkadaşın fiyatlarıysa -resimde biraz fazla minik kalacaktır- 3-4 euro civarı.

IMG_0107
(şu an bilinmeyen bir sebepten ötürü döndüremedim).
Bir Ye Kebab (sahibi dilimiz bozuluyor diyerek Türkçe’den ödün vermemiş) Floransa’da ara sokakta.

IMG_0243
Star Kebab da öyle. Merkeze yakın ama biraz daha ucuz otellerin, restoranların olduğu bir sokakta. Resmi çekerken içeriden ağdalı bir arabesk geliyordu. Uzanıp pardon, bu çalan kim dedim. Gülümsedi içerideki adam, Azer Bülbül dedi.

Arkadaşımın bir arkadaşı, Türk deyince iki şeyden bahsetti (öyle olur ya, karşınızdakinin ülkesiyle ilgili bildiklerinizi, aklınıza gelenleri söylersiniz). Pamuk ve dönerciler. Hatta biri bir dönerci söyleyince diğeri,  o Türk değil, Kürt diye düzeltti (nasıl ayırıyorlar bilmiyorum ama pek meraklılar buna). Yurtdışında bizi bunlar temsil ediyor işte. Çoğunluk Pamuk okumadığına göre herkesin her yerde karşılarına çıkan dönerciler. (Ve inanın, ben oradayken değil Pisa-Floransa, koca ülkede bir adet dönerci görmemiştim, hiç de olmayabilir; hatta benim aklıma gelmişti, burada bir dönerci mi açayım diye).

Lucca-dönerci haberinde de herkesin aklına pizzacılar gelmiş. Ama oradaki dönerciler bizdeki pizzacılar gibi değil. İtalyanlar gelip burada pizzacı açmıyor. Ve bence sorun şu ki oradaki tüm dönerciler en adi etten, onu da yakarak ve fazla yağlı yapıyorlar döneri, yani güzelim bir yemek geleneğinin en kötü halini sunmaktan başka birşey yapmıyorlar. Aynı burada açtığı köşede sokaktaki diğer dönercilerle rekabet ediyormuş gibi ucuz fiyat üzerinden götürüyorlar işi. Bununla ilgili olarak ‘yurtdışında hep dönerci var, ama bir tane bile Türk mutfağı restoranı yok’ denir ya, sadece o değil, dönercilerden bir tanesi de çok kaliteli bir restoran yapayım, kaliteli etlerle illa pahalı değil ama masada yenecek şekilde bir yer tasarlayayım, iyi pişireyim, iyi servis edeyim demiyor (yani isteyene açık bir pazar var). Temsil sorunu da tam burada. Ve böyle olduğu müddetçe, bence de müze gibi şehir Lucca’nın merkezinde dönerci olmasın.

Pamuk’a gelince, onu sevmeyenler bir de yurtdışından baksın olaya. Açık ara en tanınan Türk, Pamuk. Kitapçılarda Orhan Pamuk denince anlamıyorlar ama Pamuk deyince en basit tezgahtar bile biliyor. Hep en önlerde, en ortalıkta. Hem Amerika gibi sadece yenileri değil, tüm kitaplarını çevirmişler. Kimse de nobel alırken dedikleri gibi ‘yazdıkları yüzünden değil, söyledikleri yüzünden okunuyor’ diyemez herhalde.
IMG_0301

h1

Memleket aynı olsa ama şusu busu düzelse

22 Ağustos, 2009

“maymunlar neden hala konuşmayı sökemedi”

“lütfan kiviyi sorun yaratıcısı kimdir laboratuvarda mı üretilmiştir.allah mı yaratmıştır”

“su gibi seffaf olmak isteyen bir canli cikmamismi milyarlarca yil once”

Bende en fazla ‘kaçıcam bu ülkeden birazdan’ hissi yaratan gruplardan biri EVRİM KARŞITLARI. Onları cahilliğin, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın, inatla öğrenmemenin ve dogmacılığın, herşeyi komplolarla açıklamanın ve kendi içine kapanmanın sembolü olarak görüyorum.

’80’ler üzerine sohbetlerde, programlarda ‘ay nasıl değişmiş hayat’ anlamı çıkıyor ya. Mesela Hasibe Eren’in Kanal 24’deki programında hep olduğu gibi. 80’lerde mehdi olarak ortaya çıkmış olan bir tarikat şeyhi vardı. Yani bildiğimiz şarlatan. Benzeri bir program yapılsa geçmişten onunla ilgili haberlerin olduğu, a deriz, hiçbir şey değişmemiş. Çünkü o şahıs ve kendinden menkul tarikatı hala gayet aktif.

Eğitimli ülkelerde de böyle bir şarlatan çevresinde örgütlenmiş tarikatlar var tabi. Yalnız bunların farkı, gerek toplumda gerek devlette gayet etkili olmaları. Çünkü ‘niş’lerini iyi seçmişler. Evrim karşıtlığı inançlı ve eğitimsiz/yarı eğitimli, yani ülkenin çok büyük bölümü için çok cazip.

Gazetede ne zaman bir evrim haberi olsa astronomik sayıda yorum alıyor. Herkes sanki biyoloji uzmanı gibi yoğun bir tartışma yürüyor. Mesela kimse görecelilik teorisini tartışmıyor ama konu evrim olunca eyvah, dinimiz elden gidiyor refleksiyle atlıyorlar ortaya. Buna, ‘maymundan gelmiş olamayız’cılar da ekleniyor tabi. O yorumları görünce artık insanların belli minimum düzeyde bir mantığı olduğuna inanamıyorsun.

İşte bu yüzden, bu yaradılışçı tayfanın sesi medyada ne kadar az duyurulsa o kadar iyi. Ama sansasyon arayan Yiğit Bulut Haberturk’te 3 haftadır bu görüşleri programa çıkarıyor. İlkinde önce iki mürit doktor vardı, herhalde prezentabl diye seçilmiş olan. Biri kendi söylediklerine inanmıyor gibi geldi bana. Şeyhlerinin bilimsel kitabında geçen ‘Nuh’un buharlı gemisi’ veya ‘Hz. İbrahim’in uçak kullanmış olması’ gibi tezleri savunmak durumunda kalmak istemez gibi geldi bana. Diğeri ilik nakli kampanyasıyla tanıdığımız doktor. Tam bir inançlı mürit. Hikayesini -çok acıklı- şuradan okuyabilirsiniz. Evet, o söyleşi mutlaka okunmalı çünkü bu şeyhte garip bir ikna kabiliyeti var demek ki. (Belki bir tür müritlerine ne dese yaptıracak olan Hasan Sabbah vakası).

Ama belki de o kabiliyet ekrandan iletilemiyor ki programa sonradan katıldığında (herhalde baştan programın nasıl geliştiğini görmek istedi) konuşması çok tereddütlü ve iknadan çok uzaktı. Sürekli aynı şeyleri söyleyip durdu. Mesela, çocuklarını kendi alemine aldığını iddia eden aileler hep alemci, tacizci filanmış, dinden çıkarmak istiyormuş çocuklarını. Ama o kadar ezbere söylüyor ki anlıyorsun, onyıllardır aynı şeyleri söylüyor. Röportajı yapan kişi için kaçırılmayacak bir fırsat ama Yiğit Bulut zavallılaştıkça zavallaşıyor karşısında. Kendi programına katıldığı için müteşekkir.

Sonraki haftaysa evrimi savunanlar karşısında coşuyordu Yiğit Bulut. Tek amacı, yaradılışla evrim arasında bir ilişki bulmak. Ama buna da eğitimi yetmiyor (biri “ara geçiş formu” diye tanımlamış kendisini).

Bu gece ise anlı şanlı proflar vardı. Böylece ve acıyla görmüş olduk ki yaradılışa inanan proflarımız var üniversitelerde. Hepsinde dinle bilim arasında bir sıkışmışlık gördüm. Bunu kabul etsek dinimi inkar ederim diye düşünmüşler bir yerde. Bilim felsefesini bildikleri şüpheli, bilimsel kitaplara hadis koymuşlar, her şeyi bir yaradanla açıklıyorlar.

3 haftadır bu işkencelere katlanma amacım bu insanları anlamaktı. Ama genel olarak durum ümitsiz bence. Hocalar dahil, yeterince okumayan bir topluluk var karşımızda. Bilimsel birikimin ne olduğunu bilmeyen. Hep de aynı teraneleri tekrarlayıp duran. Canlılar tesadüfen yaradılmış olur muymuş? Gözlerimiz mükemmelmiş, nasıl rasgele meydana gelirmiş? Bir maymun rasgele tuşlara bassa o kitap ortaya çıkar mıymış? Boğaziçili hoca “Üniversite 1. sınıf, hatta lise konularını burada tartıştığımıza inanamıyorum” diyordu. Öyledir durum.

________________________

Bahsettiğim mantığı görmek isteyen olursa (yalnız, uyarıyorum, kısa devre yapabilirsiniz) programa gelen yorumlar şurada.
Okumayacak çoğunluk için birkaç vecize daha:

“evrim nezaman başladı ne zaman bitti”

“evrim gercekten bilimsel olarak kabul edildimi”

“insan ruhu nereden gelmiştir.evrimle ruh oluşumu nasıl açıklanır.canlılar ruhsuzmudur.ruh evrimleşirmi”

“eger oyle olsaydi bu kuranda bildirilirdi”

“evrim varsa ben yokum”

“hocalara sormak istiyorum bir ağaç niçin elma yapar.”

“sorarmisiniz lutfen madem evrim var bu evrim milyarlarca yildir evrimlestide darvinden beri 150-200 yildir neden evrimlesmiyor madem tesaduf neden 150-200yildir bu tesaduf tekerrur etmiyor”

“ben süperman gibi birşey olmak istiyorum evrimciler bunu hızlandırsınlar sabırla bekliyorum byle birşey olacaksak evrende gidemediğimiz nokta kalmaz”

“ara geçişe örnek homoseksüeller olabilirmi”

“evrim var insanın evrimi yok..lütfen dile getirin..”

“evrim insanın kendine yakışanı giymesidir bence :))”

(Bu sonuncuyu sevdim).

h1

Herkes tekerlekli sandalyeyle bir gün geçirsin.

16 Ağustos, 2009

φ Başka örneği var mıdır, bilmiyorum, bizim apt.ın kapısı açık durur. Özellikle yaz civarı 5-6 ay boyunca kapıcı ve karısı sürekli açık bırakırlar kapıyı. Ben geçerken sıkıştırdıkları takozu çıkarır, kaparım, onlar tekrar koyar. Böyle hafif bir gerilim yaşarız. Sürekli de daha fazla sıkıştırırlar takozu, çıkarmak uğraştırır. Hava gelsin diye, derler. Eskiden daire kapıları da açık dururdu, bu yıl kapalı tutuyorlar. Söyleyince de biz buradayız der hep karısı. Sanki girip çıkanı görüyorlar.
Hele bir yolculuktan geldiğimde her daire kapısının önünde bir çilingirin bıraktığı reklam stickerlarını görünce iyice sinirlendim, tek tek bunları koyabilen açıp girebilir de, diye. Sonunda ne oldu? Üst katımızdaki daireye hırsız girdi geçen gün. Kapıcı bunu bize söylerken “e, şaşırtıcı değil, kapı hep açık” dedim. “Ya ben herkese söylüyorum, aşağıdan basıldığında sormadan açmayın diye, açıyorlar” dedi. Ah, suçluluk psikolojisi.

φ Bu olaydan 2 gece sonra üst kattan hışır hışır sesler geliyordu. Uzanıp baktım, ışıklar açık. Hırsız değil demek ki, ama ne? Sanki bir çocuk yerlerde oyun oynuyor. Ama koca kadın geceyarısı misket de oynamıyordur. Sonunda anladım, köpek. Çok komik sesler çıkarıyor, yerlerde sürünen bir bebek gibi. Ama umarım kalıcı değildir, uyandırabiliyor da bazen o hışırtı.

φ Apt.da köpek demişken son 2 yılda çok güzel bir köpek vardı. Cinsini bilmiyorum ama ondaki güzel beyaz tüylerle Grönland’da rahat yaşanır. Alpler’de üşüyenlerin karşısına bir anda boynunda konyakla çıkacak türden birşey. Geçen yaz geç saatlerde bahçede rastlaşırdık. Evde bunaldığı için gece bahçede bırakırdı sahibi. O tüyleri yazın İzmir’in sıcağında bırakmak işkence tabi. Sahibi olmadığında okşardım hep. O da huzurlanırdı sanki.
Ama apt. sakinleri iki kere imza kampanyası yaptılar, gitsin diye. Yönetici de buraya kızları bahçede oynasın diye taşındığını ama ondan korktuklarını söylüyormuş. Sanki en ufak korkulacak tarafı vardı. Vardı çünkü ben Amerika’dayken hastalanıp ölmüş. Zaten bir süredir hastaydı, şikayet edip duruyordu kapıcı.

φ Dün(Cuma) bankamatikte para yatırıyordum. Parayı aldı makina, kartı geri verdi o anda ve dondu kaldı. İçeri bakındım ama saat 7, kimse yok. Aradım bankayı. Gerçek bir kişiye ulaşınca ilgili birini bağladılar. Adam numarasını görüyor musunuz makinanın dedi. Bakındım, yok öyle bir numara. Zaten sorarlar diye aramadan da bakınmıştım (nerede hatırlamıyorum ama bir yerde daha geçmişti). 3 bankamatik vardı şubenin önünde. Hangisi olduğunu bulursak resetleriz, sonra parayı geri verebilir dedi. O anda içeriden üç kadın memur çıktı. Onlara sordum, bu bankamatiğin numarasını biliyor musunuz diye. Boş boş bakındılar. Sonraki 10 dk. telefondaki adamla üç kadın arasında laf taşıdım. -Biliyorlar mıymış? -Hayır, bir başkasını arıyorlar. -Telefona birisini verir misiniz? -Sizi istiyorlar. -Ama biz bilmiyoruz ATM’yle ilgili birşey. İşte, işiyle ilgili sorumsuz olmanın en iyi örneği.

Adam araştırdı oradan, bulamadı. Diğer bankamatiklere bakın dedi. Ama yazmıyor hiçbir şey. Orası da Alsancak’ın en yoğun ATM’si, sürekli sıra var. Bekleyen insanların arasından dolanıp telefonda sesli konuşup bankamatik ekranlarına bakıyorum. Memurlar da bir an önce gitmek istiyorlar evlerine ama gidemiyorlar da. Adam tekrar istedi birisini. Verdim bu sefer kararlı bir şekilde. O sırada yandan bir adam seslenip bunun numarası şu dedi. Meğer ilk ekranda yazıyormuş. Diğerlerinin numaralarını öğrenmiş oldum ama kadınla adam da çözmeye başlamışlar. Talimatlarla kapatıp açmış kadın ATM’yi. Geri sayıma başladı ekran, 1800’den. Yaklaşık saniyede bir sayı. Yani 30 dk. sürecek. Neyse, hızlandı sonra. Açıldı makina, parayı vermedi (Pazartesi’ye kaldı). Arada “çocuğu anneme bırak” gibi telefon talimatları veren memurlar da ben de kurtulmuş olduk.

φ Durakta otobüs bekliyorum. Tekerlekli sandalyede tombul, 11-13 yaşlarında bir oğlan geldi ileriden. Durağın önünde durdu. Biraz bekledi, az sonra manevralar yapmaya başladı sandalyesiyle. Kaldırım 2.5 metreyse durağın demirleri yaklaşık 2 metresini kaplıyor. İki tarafta da otuzar santim kalmış en fazla. Yürüyerek bile zor geçiliyor. Kaldırım rahat 30-40 sm. yüksekte, yani yola inemez. Durağın arkasındaki boşluktan sonra da alçak bir tümsek var, sonra dar bir toprak-çalılık alan -oradan da mümkün değil geçemez. Oğlan o tümseğe doğru sürdü arabasını, çıkamadı ve ben o anda eridim. İçim cız etti. Kalenin burçlarından kızgın yağ döktüler, ciğerlerime aktı. Motor su kaynattı, kapağı zamansız açtım, içime doldu. Geçemeyince geri döndü oğlan, geldiği yöne doğru. Bu kabul edilemez geldi bana. Düşünün, evden bir yere gitmek için çıkıyorsunuz, ama kaldırım yüzünden gidemeyip geri dönüyorsunuz. Birşey demek istedim (yardım edeyim geçmek istiyorsan), diyemedim. Hem kabul etmez gibi geldi. Hem ben burada yardım ettim diyelim, sonra kim edecek. Bir fotoğraf vardı ya, adam tekerlekli sandalyeyle kaldırımın özel yapılmış eğimli kısmından çıkıyor, ama tam karşısında direk. Tüm şehir böyle.

Ama ilahi takdir, o anda bir otobüs geldi, üstelik yeni bir otobüs ve üstünde tekerlekli sandalye figürü var. Oğlan da döndü hemen binmek üzere. Orta kapı önünde durdu. Birşey demedi ama diyecekmiş gibiydi. Çok çekinik, yüzü güleç bir oğlandı. Şoföre söyleyeyim mi dedim. Onayladı. Söyledim, şoför gidip ayarlarını yaptı, oğlan bindi. Ama böyle çekinik bir oğlan inerken söyleyemezse diye izledim ileriden. Düğmeye basacak ama şoför o olduğunu nasıl anlayacak? Bir durak atlasa geri dönmesi işkence. İki durak ileride kapıya yöneldi (demek ki ondan otobüs hemen gelmeyince bari ben gideyim demiş). Şoför de anladı neyse ki. Yine gülümser bir yüzle indi.

Düşündüm de gelişmişliği tek bir ölçüte indirgeyeceksek engellilere verdiğin hayat şartlarına bakabiliriz. İlla zenginlikle de birebir ilgili değil bu. Herkes otobüs bileti için 2-3 kuruş fazla versin ama onlar için helikopter tutulsun.

h1

Natasha Richardson

20 Mart, 2009

İyi ve sevdiğim oyuncuların birlikteliklerine zaafım var. Böyle deyince aklıma örnek olarak direk Emma Thompson-Kenneth Branagh çifti geliyor. Onlardan da (onlara) çok benzettiğim Zuhal Olcay-Haluk Bilginer çiftine atlıyorum (Bilginer’i o kadar sevmesem de). A, evet bir de Warren Beatty-Annette Bening var. Ama benim sevdiğim çiftler hep ayrılıyor, neyse ki onlar öyle değil.

Bir de Natasha Richardson-Liam Neeson varmış meğer. Beraber olduklarını kadının biyagrafisine bakarken görmüştüm sanırım 2-3 yıl önce, oynadığı oyun Washington’a turneye geldiği sıralarda (pahalıydı biletler), ama sonra unutmuşum.

richardson-neeson

Bilmeden, tanımadan seyrettiği oyuncular oluyor insanın. Tekrar tekrar karşısına çıktıktan sonra bir yerde ya, ben bu kadını birkaç kere daha görmüştüm (görmüşüm) diyorsun, noktalar birleşiyor, o andan itibaren tanıdığın biri oluyor artık. Charlotte Rampling’le beraber böyle biri benim için Natasha Richardson. Çok yıllar önce Comfort of Strangers’ta seyretmişim mesela, Rupert Everett’le beraber. Sonra Jodie Foster’ın Nell’inde. Bir yerde kim olduğunu öğrenmiştim, Alin Taşçıyan bir programda iyi oyuncu diye bahsedince sanırım. 3 yıl önce doğumgünümde White Countess’e giderken tanıyordum artık. Orada da bana direk Liam Neeson’ı çağrıştıran (Schindler) Ralph Fiennes’le oynuyordu ve çok güzeldi. Charlotte Rampling’in tersine ama, o daha çok tiyatro oyuncusu. İyi filmleri kısıtlı.

Zaten familyası, köklü bir tiyatronun duvarlarındaki efsanevi oyuncular portreleri gibi. Başta annesi yaşayan bir efsane, Vanessa Redgrave. Onun babası, sir olmuş bir aktör, 20. yy.’ın en büyük oyuncularından Michael Redgrave. Babası, İngiliz yeni dalga yönetmenlerinden, Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı, Tom Jones gibi filmleri yapan Tony Richardson. Şimdi baktıkça görüyorum ki Uzun Mesafe’de kayınpederini yönetmiş adam. Vanessa R. ile ayrılmalarının nedeni de Jeanne Moreau’ymuş. Nereye elini atsan başka bir efsane çıkıyor yani.

richardson-neeson_anna

Liam Neeson’la ilişkileri beraber oynadıkları bir Broadway oyununda -Anna Christie- başlıyor. Aralarındaki gerilim sahneden taşıyordu, diyor New York Times haberi. İki oğulları varmış. Çiftin sık misafirleri arasında Ralph Fiennes, Meryl Streep, Laura Linney var diyor biyografisi.

Sonra, işte kayak dersi sırasında düşüyor. Basit bir düşme. Sonrasında kendinde. Ama sonra başağrısı başlıyor. Ben de ne biçim bir makine bu insan vücudu diyorum. Çok komplike, çok ince detaylar düşünülerek işliyor. Ama sonra kayakta kafanın yanlış bir tarafını sert kara çarpıyorsun. Polis tartaklarken düşüp kaldırıma çarpıyorsun. Uyurken nefesin tıkanıyor. Öksürürken genzine kusmuk kaçıyor. Uludağ’da parkur dışına çıkıyor, birkaç saat dışarıda kalıyorsun. Uyurken şofben gaz kaçırıyor. Uyurken rüzgar bacadan içeri esiyor. Hayat adil değil denir ya, işte asıl adil olmayan şey bu: bitmemesi gereken bir şekilde, çok anlamsızca bitiveriyor. Tüm o ince çalışan makina planlanırken bunlar düşünülmedi mi diye sormak istiyorum. Bunları kabul ederek yaşamaya devam etmesi çok zor. Bunları da en iyi yaşayan bilir, bu kadının ailesi gibi.
O noktaya kadar kolay gelmiyor insan. Öyle iyi bir oyuncu kolay olunmuyor mesela. Doğru dürüst bir insan olmayı öğrenmesi de kolay değil. O yüzden bu pisi pisine durumu daha beter batıyor.