Archive for the ‘şa’kı’ Category

h1

Grubun adı: Smooth. Şarkının adı: Smooth. Hayır, o değil.

22 Ağustos, 2021

Biraz evvel son yılların en iyi konserlerinden biri olacaktı. New York homecoming concert. Central Park’ta “aşılandık, eğlence sektörünü açıyoruz” konseri. Springsteen, Paul Simon, Costello, Patti Smith, Killers, Santana, Bocelli, Journey diye gidiyor. CNN veriyordu. Ama 2.5 saatin sonunda Barry Manilow’un bir şarkısının ortasında sesi kestiler. Biri en yakın yere sığının anonsu yaptı. Bir fırtına bekleniyordu zaten. Ama en fazla yağmur olur deniyordu. Ama yıldırımlar Manhattan’a çok yaklaşınca kestiler. Saydığım ilk 5 ismi bekliyordum, hiçbirini göremedim. Bir tek Santana’yı dinleyebildik dinlemeye değenler arasında. Bu arada, yeni yıldız diye çıkanlar ne kadar etkisiz eleman.

Santana Smooth’u çaldı. Smooth deyince birkaç ay önce bir Smooth gizemi yaşayıp kendi kendime yazmıştım:

Gizem çözülüyor. Şu şarkıyı radyodan duyup bulmaya çalışıyordum. Söyleyen sözleri yuttuğu için zar zor buldum. Ama sadece videosunu. Çünkü Smooth diye çok şarkıcı var. Ve bu (resmi klibi) izleyen kişi sayısı 1378 (bu arada 1489 olmuş). Ama hala yorum sayısı 1.

Grubun adı da Smooth, şarkının da. Şarkı diye arayınca hep Santana’nın Smooth’u çıkıyor. Zaten ben de ünlü Smooth’u unutup bunu Santana ile bir başka şarkıcının (Rob Thomas) ortak işi sanıyordum. Ve işler orada garipleşiyor.

Çünkü şarkının beni deli eden bir tarafı var. Basgitarın her dokunuşunda başka bir şarkıya dönüşmesini bekliyorum. Everydaay, everyniight diye giden bir şarkı. Dı-dı-dıın, dı-dı-dıın. Ama bir türlü dönüşmüyor.

O gitar dokunuşları da tam Santana işi gibi. O yüzden Santana everyday everynight lyrics diye arayınca çıktı. Love my life. O gitarı oradan almış bu fransız grup.

Bu kadar iyi bir şarkı nasıl ünlü olmadı, anlamıyorum.

. __________________ .

Bunu yazdıktan sonra Santana’yı dinledim. Kendi üç şarkısını çaldıktan sonra CNN stüdyosuna gelip Anderson Cooper ve bir başka spikerle daha sohbet etmiş. Muhteşem. Mutlaka bir yere düşer, bulunca alta eklerim. Kadın sunucu “geçenlerde Woodstock’taki bölümünüzü izledim, üzerinden 50 yıldan fazla geçtiğine inanabiliyor musunuz” diye soruyor. “Bulunduğum yerde zaman boyutundan bağımsızım, yerçekiminden de” diyor. Anderson Cooper “beni de oraya alın” diyor. Sonra hepimizin bir mucize yaratma potansiyelleriyle doğup sonra bunu kaybettiğimizden, tanrının sevgi olduğundan, korkunun insanlardaki dürüst ve saf tarafı yok ettiğinden bahsediyor Santana. Müziğini canlı su olarak tanımlıyor. Ama yazıyla aktarılabilir gibi değil. Sesi de bir akarsu sakinliğinde olduğundan bunu ondan dinlemek şart.

h1

Büyük arzu üzerine. mekanımızda. bu akşam. büyük isim. milyonların sevgilisi. Tanju. Okannn!

23 Temmuz, 2014

Sandalyeler toplanmış masaların üstüne
Işıklar kapanmış, herkes gitmekte
O müşteriler yok artık yerinde,
Sen …..

Unutulmuş şemsiyeler kıyıda köşede
Canlanan anılar duvarda film gibi
İlk açtığımız gün daha dün gibi
Sen ….. mekanım.
la lil lala, la lil lala, la lil lalaaa. mekanım.

8 yıl olmuş, iyi, kötü, hep birlikte
Ne geldiyse başıma, tutmadım içimde
Çok ayrı kaldık, olmadı böyle
Sen …..

Masamız köşede öyle duruyor
Bardaklar boşalmış, her biri bir yerde
Sanki hepsi hasret senin nefesine
Sen ….. mekanım.
la lil lala, la lil lala, la lil lala… mekanım.

Eskiden ne yazdığının bir önemi yok artık
Son birkaç saatte güncellemeyince
Okur acımasız, ben bunu veremem
Sen …..

O eski günler yok artık istemesem de
Ama yeni günler olur çaldığım sürece
Ben sensiz olamam, artık anlıyorum
Sen ….. mekanım
la lil lala, la lil lala, la lil lala… mekanım.
la lil lala, la lil lala…

h1

Rakı da bir, ayran da, içmesini bilene. Güzel de bir, çirkin de, sevdim diyene.

24 Mayıs, 2013

Al işte sana televizyonu savunmak için bir gerekçe daha. Bizi birbirimize bağlayan şeylerden en etkili şeylerden biri, ortak kayıplarımız. Adı geçtikçe içimizi acı bir şekilde gülümseten isimler. Şimdi aklıma geldiği kadarıyla mesela Adile Naşit, Kemal Sunal ve Barış Manço. Hep televizyon isimleri. Ama Barış’ın yeri ayrı, di mi? Onu hatırlamak üzüyor insanı. Çok erken bir kayıp olduğundan belki. Ve türlü türlü yerlerden çok hayatımızda olduğundan.

image28

Türki olmanın (TC’li mi demeliyim? bu kelime takıntıları beni sinir ediyor, gerçekten önemli olan şeyler yerine soyut kelimelerle uğraşıyoruz, hem illa siyasi doğrucu olacaksa Türkiye Cumh. de demeyelim, Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Çerkes,… halklarının birarada yaşadığı toprak bütünü diyelim; bunlar pratik kısayollardır ve nasıl kullandığına bağlıdır bence), neyse, Türki olmanın temel bilgileri varsa Barış Manço’nun Doğukan ve Batıkan diye iki oğlu olduğunu bilmek de öyle bence. İşte o Doğukan survivor’da bu yıl. Sık sık o garip hüzünle izliyorum. Bu oğullar  adamın mirası gibi bize, emaneti gibi. Birçok kişinin de aynı kelimeleri kullandığına eminim onu gördükçe. Sık sık o duygusallığa geliyor program. Hele geçenlerde 2 ay sonra babasının fotoğrafını gördüğü bir sahne vardı, o, oradakiler, ekran karşısındakiler hep beraber ağladık. O zamanlarda annesi üzülmesin diye ağlamamış çünkü. 

Öncesinde bir programda anlatmış Doğukan. Manço’nun ortağı olduğu bir şirket batınca ölümünden sonra herşeylerine el konmuş, ne var ne yoksa gitmiş. Anneleri de onları uzak kalsınlar diye okumaya Amerika’ya göndermiş. Yaklaşık aynı zamanlarda oradaymışız, hatta bir yıl aynı şehirde.

İlginç bir oğlan, Serdar Kılıç gibi birşeyler yaratma becerisine sahip. Babasının zekasını aldığını söyleyebiliriz sanırım. Barış 200’den fazla şarkı yazmış ki herhalde çoğunu ortaklaşa ezbere biliyoruzdur. Mesela, İngilizce şarkılar söylediğini biliyordum da (başta he’s very old man, Nick the chopper, he’s very old man, Nick the chopper, baba bana para ver, binlik olsun, anne bana çay yap, demli olsun: bir göbek arası verdim, çocukluktan beri bayılırım bu şarkıya, bu kadar akılda kalıcıyken nasıl çok daha popüler olmadığına da hep şaşırırım) ama diğer dillerde şarkı yazdığını bilmiyordum. Fransızca da söylemiş. Hatta karısına İtalyanca şarkı bile yapmış, la casa della mamma tulipano diye – lale annenin evi -ki çocuklar olduktan sonra o da Lale anne dermiş karısına (sözler Maria Rita Epik’in: o da ismi kendisinden ünlü birisi).  Ne kadar da ona göre birşey.

Bu kadar kolay şarkı yazma becerisi en baba şarkı yazarlarında bile çok zor bulunan birşey, nicelik ve nitelik olarak bir Lennon-Mc Cartney ya da Bob Dylan düzeyi. Hiç zorlanmadan şöyle sözler yazabiliyor mesela: ‘Taş üstüne taş koya koya yarattığın dünyanın çöktüğünü görmek bir yana, bir de altında kalmak var ya’. Özellikle kariyerinin 2. yarısında daha basit ve çocuksu melodilere, sözlere yönelmiş olabilir, ama adamın yapabilirliği çok daha ileride. İlk albümünden Baykoca Destanı’nı dinleyin mesela. Ben bilmiyordum bu şarkıyı, daha doğrusu 5 mini parçalık destanı. Ekşi sözlükte birisi “bu şarkı Barış’ın sınırlarını zorladığının değil, sınırları olmadığının göstergesi” demiş. Dağlar Dağlar’ı da andırıyor zaman zaman.

Baykoca Destanı: Gülme ha Gülme, Gelinlik Kızların Dansı, Kara Haber (Turnanın Ölümü), Vur ha Vur, Durma ha Durma. (alttaki yorumcuların neredeyse hepsi farklı milletten)

[ben politikacı olsaydım, Barış’ın başlıktaki şarkı sözüyle cevap verirdim Tayyyyip’e. Ama nerde bizde o muhalefet.]

h1

1 Mayıs: Dünyanın bütün dolandırıcıları birleşin

2 Mayıs, 2013

Emek bayramını kutlamak için işçi çalıştırmaktan daha iyi ne olabilir ki deyip oto sanayine gittim. Tamponları boyatacaktım. Baktı adam, 100 dedi, 100 şu, 100 bu, 100-100-100-hadi şu ikisini tek sayalım 100, 100-100-100-100-100. 600 dedi. Hadi, senin için 500’e ineyim. Parkederken kaldırım taşlarını takmamanın acısını birgün çekeceğimi düşünmüştüm, ama bu kadar da değil yani. Oto sanayine ne zaman gitsem 10-20, en fazla 30 liraya çıkmış biri olarak oha dedim. 3 gün de bırakacakmışım arabayı. Yok, dedim, olmaz dedim. Seni işçi belledik, sen kapitalin kendisi çıktın dedim.

Bırakmadım arabayı, bari yıkatayım dedim benzincide. Sabun? dedi, olsun dedim, 1 lira atmak gerekiyor abi dedi, 2 lira verdim. Arabadan iniyor herkes ama radyoda Midge Ure şarkıları çalıyordu, inmedim ben.  Hem her yer sabun kaplı nasıl olur, görmek istedim. Pek hoş Dancing with tears in my eyes çalıyordu. 

Sabun kaplandık tamam da, sulama işlemine bir türlü geçmedik. Köpüklerin arasından baktım, bir bisiklete su sıkıyor araba yıkayıcısı.  Bir bisiklet kaç dk.da temizlenebilir ki, 30 sn, hadi 1-2 dk. olsun. Yok, 5 dk filan oldu. Arabada termometre an ben an yükseliyor gibi geliyordu bana. Çıkıp işçisin sen, işçi kal, çek kafana tulumları demek istedim, ama kapıyı açıp çıkmakla yetindim.

Biraz sonra Karfur’un park yerindeydim. Nina Simone’un hiç duymadığım bir şarkısı çalıyordu, sonrasında bulmak için duyabildiğim sözleri not edeyim dedim. Hava gelsin diye de kapıyı açmıştım. O sıradaki son arabaydım, solumda park yerinin yolu. Bir araba durdu yanımda. Adam pencereden birşeyler demeye başladı. Adama baktım, ama hiçbir şey duymadım, kulağım da müzikteydi zaten. Duymuyorum dedim kayıtsızca. Bir yardım istiyordu, ama yol filan mı soruyordu ki? Yok, daha ciddi bir durum. Konuşmaya devam etti adam, yavaş yavaş anladım. Kipa’ya mal teslim etmiş de, Çanakkale’ye gidiyormuş, bankamatiğe bakmış, maaşı yatmamış, free shop’ta çalışıyormuş, ona yardım edersem bana free shop’tan … yok, dedim ben, istemem. Hayır, içki-sigara değilmiş. “Olsun, parfüm de istemem”. 2 parfüm çıkardı. İndi arabadan.
– Evli misiniz?
– Bildiğim kadarıyla değilim.
– Hay Allah. Ama olsun, birine hediye edersiniz, kendiniz kullanırsınız.
– Yok, parfüme ilgi duymuyorum.
Konuşma kısa sürmedi, doğal olarak cümlelerin yerleri karışıyor, zaten hepsi uzun sürerdi. Ama az sonrasında
– Arabada bulunur, kolonya niyetine sıkarsınız, dedi.
– Yok onu karıştırmayalım. Benzininiz mi yok, onu mu söylemeye çalışıyorsunuz?
– Evet, maaşım yatmamış. Bir yardım ederseniz yarın gönderirim. 36 yaşındayım, hiç bu durumda kalmamıştım. Bakın isterseniz.
– Benzin mi yok, ona mı bakacağım?
– Buyrun.
Baktım, gösterge dipte, çünkü araba çalışmıyor.
– Oturun isterseniz direksiyona, dedi, yok dedim, sonra çalıştırdı, evet, yok benzin. 50 lira verirseniz bana yeter, araba dizel. Bakın bu kimliğim dedi. Verdi, ATÜ kimliği.
Çok zor durumdayım. Normalde kimseye soramam, ama sizin Ankara plakasını görünce yakın hissettim.
– Ankara’da mı çalışıyorsunuz?
– Hayır, İstanbul. 2 çocuğum var, çok zor durumda kaldım. Bir yardım ederseniz yarın gönderirim. Benden şüphelenmeyin lütfen.
– Tamam da siz bu ülkede yaşamıyor musunuz? Ben de az dolandırılmadım.
– Ama kim 50 lira için dolandırır ki? 1 milyon kazanacak olsam neyse.
– Valla 5 lira için bile dolandıran oldu beni. O zaman isterseniz bir kimliğinizi filan alayım dedim ben. Tamam, çok salakça görünüyor ama o anda vermek üzereydim. Pek yanaşmadı buna, orada caymaya başladım.
– Telefonumu vereyim ben size. İsmimi, iş yerimi biliyor olacaksınız. Şu parfümleri vereyim ama size, borçlu kalmayayım. Parayı gönderince de sizde kalır.
– Yok istemem, içerdeki mağazalara sorsaydınız, alabilirlerdi.
– Yok, 50 lira için dilenci gibi.
– Neyse, parfümleri karıştırmayalım da.
– Ama parfümleri almazsanız ben dilenmiş gibi hissederim.
– Pardon, onlar neden sizde? Birine hediye etmek için aldıysanız edin siz, dedim. Çok safım gerçekten.
– Bana bunlar işyerinden verildi. Birini kutusundan çıkardı, Hugo Boss. Bakın.
– Yok valla ilgilenmiyorum.
– Tamam bir koklayın. Bileğime sıktı. Nasıl, hafif di mi?

Yıllar önce nezle oldukça burnuma çinkolu spreyler sıkardım, yararı kanıtlanmıştı. Ama sonradan o spreylerin koku duyusuna zarar verdiği anlaşılmış, koku duyularını kaybetmiş kişiler tazminat davaları açmış. Ben de daha az mı koku alıyorum diye şüphelenirdim o zamandan beri. İyi ki gitmemiş koku duyum. 1 liralık taklit kalem parfümler oluyor ya, o be bu!

– Yok, dedim, ı-ıh. Arabaya doğru gittim. Parfümden, dedim, o o değil. Bindim arabaya. Onun da yüzü değişti, gitti arabayla.
Park ettiğim yeri değiştirdim. Neredeyse verecek olmama hayret ettim. Plakasını almak niye aklıma gelmemişti ki?

Karfur’un kapısında güvenliğe şeflerini çağırmalarını söyledim. 2-3 dk sonra şef geldi. Bir baktım, o!

Yok, değil:) Ama olsa güzel olmaz mıydı? Tam kısa film. Hikaye tamamen doğru ama. Şefe anlattım, “esmer biri, sizin gibi yapılı, biraz toplu, yani kusura bakmayın”, “yok estağfurullah”. İkisi aynı boyutlardaydı gerçekten. 

Plakayı almadığıma yanıyorum hala. Ne güzel, polise, ATÜ’ye, her yere şikayet ederdim. Aptal yerine konmak sinir bozucu. Ülkenin büyük çoğunluğunun parfüm benzeri şeylerden en ufak anlamıyor olmasını kullanması da çok itici, herkesi öyle sanması da. Hem sanki kendisi çok anlıyor. İşin sanatına aykırı, en ufak zeka barındırmayan yollarla güçlüleri değil, safları sömürmeye çalışan, mesleğin yüzkarası tipleri görünce sinirlenirim. Hepsini bırak, şarkıyı kaçırdım:

Nina Simone – Work Song.

Ben nasılsa bir yerde bulurum o dolandırıcıyı. Olmadı, o beni bulur.

h1

SENİ YİYCEM!

4 Ocak, 2013

Evet, hazırsanız planı açıklıyorum. Ama her zamanki gibi önce n’apıyoruz: Şarkıyı çalmaya başlıyoruz, o çalarken okumaya devam ediyoruz:

Tayyyip ofisinde sakin sakin oturmaktadır. Ofis, Üsküdar’daki konutun çalışma odası. Bu sırada dışarıdan bir müzik sesi duyar. Başta geçer diye üstünde durmaz. Ama geçmediği gibi ses artar. Bir süre sonra telefonı eline alıp birini çağırır, Katip, bak bir bakayım, eğlence yapıyorlar deniz kenarında filan, sesi azaltsınlar der. Katip gider, ama zaman geçer, ses azalmaz. Üstelik, yavaş yavaş artar. Pencereyi açıp bakar, müzik deniz tarafından gelmemektedir. Başka bir taraftan da gelmemektedir. Müzik yukarıdan gelmektedir. Fesüphanallah diye başını yukarı çevirir, gökten yüzlerce küçük obje salına salına düşmektedir. Ama sadece konutun etrafına düşmektedirler, biraz ilerisi temizdir.

Artık ses odanın içinde çınlamaktadır. One way, or another… I’m gonna getcha… Getcha getcha getcha… Muhafızlar, yani korumalar da dışarı çıkmış yukarı bakmaktadır. Ev ahalisi de dışarı çıkar bu sırada, Sümeyyye dahil, ne olup bittiğine anlam vermeye çalışır. Düşenlerden eline alır aşağıdakiler. Neymiş o der Tayyyip korkuyla. Kulağına tutar bir koruma. Müzik çalıyor efendim, der, yukarı doğru. Tenis topunu geçmeyecek büyüklükte, hafif plastikten parlak yeşil hoparlörler işlevini yerine getirmektedir. Ne bakıyorsunuz, toplayın diye bağırır, sinirlenen Tayyyip. Korumalar hemen düşen hoparlörleri toplamaya başlar. Ama yukarıdan yağmaya devam eder. Şarkı da bir türlü bitmeden devam eder. Sesi azaltmak için pencereyi kapar, perdeleri bile kapar. Eliyle kulaklarını kapayıp önündeki kağıtlara göz gezdirmeye devam eder. Birkaç dk. sonra ses kesilir. Oh be der. İçeri giren Katip “temizledik efendim” der. “Tamam tamam çık” der Tayyyyip.

Aradan 1-2 dk anca geçmiştir ki şarkı tekrar başlar. Bu sefer dışarıdan değil, içeriden gibidir ses kaynağı. Odadan çıkar Tayyyip, koridorda da aynı ses. Çalışanlar, korumalar koridorda toplanır bu kez. Şu odadan geliyor der biri, hayır, buradan da geliyor der diğeri. Biri Tayyyip’e yaklaşır, “efendim, terör olabilir, sığınağa gidelim mi?” der. “Saçmalamayı kesin, bulun bu müziği ve kapatın” der. Dağılırlar odalara. Bilgisayarlar kapatılır, televizyonların fişi çekilir. Şarkıda ne diyor ki der biri, ayağıyla tempo tutarken. Ayıp birşey olmasın der öbürü. Tüm elektrikli aletleri fişten çekin der korumaların başı. Birşey değişmez. Şalteri indirin der, tüm binanın elektriği kesilir. O anda müzik de kesilir. Elektriğe vermişler, prizden geliyormuş der. Kurtulurlar.

Aradan bir-iki saat geçer. Ortalık sakinlemiştir. Tayyyip tuvalete girer. Oturur, az sonra klozet titremeye başlar. Derinden aynı şarkı başlar. Boğuk bir ses derinlerden “one way or another” diye girer yine. Kanalizayondan gelmektedir ses. Hele şarkının 2:45 civarında başlayan, Debbie Harry’nin iki kanaldan söylediği kısmın bir kanalı tuvaletten, bir kanalı lavabodan gelir ki bunun yarattığı sersemletici etki sinirleri iyice bozar. Mit devreye girer. Kanalizasyona giren ajanlar sesin kaynağını bulamaz. İski çağrılır. Birkaç saat sonra Tayyyip’in konutunun kanalizasyonla bağlantısı kesilir. Tuvaletler, lavabolar kullanılmaz olur, ama müzikten kurtulurlar.

Gerilen sinirleri bünyeyi de yıpratmıştır. Tayyyip ve zevceleri erkenden yatağa girer. O sırada hemen karşılarındaki KızKulesinde, tüm zamanların en güzel sarışınlarından (Blondie’nin solisti -ya da kendisi-) Debbie Harry’nin konseri başlar. Ses iyice açılır.

h1

Rüyaların makinisti

25 Kasım, 2012

Her rüyanın değil belki, ama tekrar eden rüyaların insana birşeyler anlattığını, içeriden bilgiler verdiğini düşünüyorum. Ben her türlü rüya görüyorum, ya da herhangi bir insanın gördüğünden katlarca fazlasının farkında oluyorum. Onları da bir türlü bırakamıyorum. Wenders’in müthiş bir filmi vardı, Until the end of the World. Pek sevgili William Hurt ve anne-babası, sevgilisi, kendi rüyalarını izlemenin esiri oluyorlardı. Aynen öyleyim.

Tam aynen tekrar eden değil belki ama kavram olarak en çok tekrarlayan rüyalarımdan birisi, yurttan ayrılmakla ilgili. Okul-okullar bitmiş birkaç gün önce, kaldığım yurt odasından ayrılmış gibiyim, ama eşyalarım orada. Gidip kısıtlı vakitte toplanmalıyım, birşey bırakmadan herşeyi alabilmeliyim, bu da anlatması zor bir şekilde endişe verici.

Bundan belki birşey çıkmaz ama diğer bir tanesinden çıkar. Yine okul, sanırım sonları, yani son dönem gibi birşey. Birkaç ders alıyorum, genelde iyi gidiyorlar, ama biri veya ikisi ile hiçbir ilgim yok. Tarih, Türkçe gibi gereksiz bir ders. Dönemin ortaları gelmiş, ben daha hiç derse girmemişim, neler olup bittiğiyle ilgili en ufak ilgim yok. Gidip hocasını göreyim, hocam, gelemedim, ama açığı kapatacağım diyeyim diye geçiriyorum içimden ama sürekli ihmal ediyorum. Derslerle ilgili herşeyi bilen, tüm notları tam kızlar vardır ya, öyle bir kız var, gidip ona sorayım diyorum, ama o da sevimli davranmayacak, bir türlü kalkışmıyorum. Girişsem toparlayacağım durumu, ama belki de geç kaldım, geri döndüremeyeceğim sınavlar, ödevler-projeler kaçırdım. Gözümü kapattıkça iyi gidiyor durum ama bir yerde patlayacak elimde, sonra mezun olamayacağım filan. Öyle bir boşvermişlikle soğuk soğuk terler arası bir durum. Yaşayıp giderken yüzeyde değil, kafanın arkalarında bir endişe.

Bazen bir rüyayı hatırlayınca, a, demek rüyaymış, Necla’yla kavga etmemişiz filan dersin ya, ben bunu onar kere diyorum. O ders gibi bir sorunum yok, di mi, üniversiteler geride kaldı, di mi, diyorum, ama kaç kere evet, yok, öyle bir dert desem de bir türlü tam rahatlayamıyorum.


Dün Simpson’larda rüyalar, rüyalar içinde rüyalarla ilgili bir bölüm izledim (bir Inception bölümü yapmasalar olmaz), kapanış jeneriğindeki şarkıyı söyleyen ses tanıdık geldi. Bu kimdi, kimdi derken biterken tanıdım. Pek sevdiğim, saydığım, hatta bayıldığım, 3 yıl önce de elini sıktığım David Bryne. Meğer ’86’da True Stories diye bir film yazmış, yönetmiş, oynamış Bryne. Onda da Dream Operator diye bir şarkısı varmış. Her zamanki gibi pek leziz, pek nefis, ala, ala. (Bu paragrafın üzerinde).

[birkaç alttaki işler güçler yazısındaki yutüp videosu silinmişti, ben yüklerim demiştim, bugüne kaldı, söz verdiğim kişiye afla: buyrunuz].

h1

Geç bir festival günlüğü

23 Ekim, 2012

[Editörün notu: Geçen gün burada gugıl reklamları gördüm, ama sadece bir gün, sonra da geldikleri gibi kayboldular. Blogşpot’ta -1 milyon tıka 5 dolar gibi anlaşmalarla- kendi bloğuna reklam alanlara gayet kıl olan biri olarak bunun tabi ki benim değil, wordpress’in işi olduğunu söylemem gerek. Umarım geri getirmezler ki ben de wordpress’in merkez ofisini soymak zorunda kalmam. Şimdi yoğun grip yüzünden geç kalan festival günlüğüne geçelim.]

Salı: İlk gittiğim film bayağı gecikti. O hiç önemli değil de sahneye çıkan yönetmen “filmi sabaha karşı tamamladık, sonra uçağı kaçırdık, yolda da polis durdurdu” dedi. Ah, o ka ka polis. Yalnız, ben aynı bahaneyi, hele ‘yolda polis durdurdu’ sözünü birkaç yıl önce bir kere daha duymuştum. O çok daha inandırıcıydı ama. Zaten polis olsa olsa 5-10 dk.nı alır. Ama sanki bu adamların film çekmedeki gayeleri bu anları yaşamak. O koşuşturmaca, polise “portakala film yetiştiriyoruz”, seyirciye “polis durdurdu” demek. Neyse, hem film bitmemişse bu festival komitesi uluslararası yarışmaya Türkiye’yi temsilen katılan filmi izlemeden mi seçiyor yani?

– Film sonrası söyleşide oyunculardan biri, aynı zamanda filmin iki yapımcısından biri olan, Behzat’ın temiz yüzlü Cevdet’i, filmin teknik sorunlarından dolayı gayet üzgün görünüyordu. Ben de çıkışta üzülmeyin demek istedim. Yanına gidip post-production canınızı sıkmış gibi dedim. Öyle, çok hatalar vardı dedi. Ben de “ne olacak, daha uğraşırsınız, NBC bir yıl harcıyormuş bir filme” gibi birşeyler diyeceğime “Cevdet’i öyle sempatiyle izliyorum ki üzülürseniz üzülürüm” dedim. Sonra da “hatta bir arkadaşıma daha yeni ‘gerçekten ziraat mühendisiymiş, ama iş bulamayınca oyuncu olmuş gibi duruyor’ demeyi düşünmüştüm” dedim. Bu laf aslında o tereddütlü dürüst çocuğu iyi oynadığını anlatmak içindi ama hiç öyle durmadı.

– Söyleşide bir seyirci Bela Tarr, Sokurov gibi yönetmenlerin adını anarak yorum yapmıştı (adı anılan yönetmen ne kadar yetkin olursa yorum da o kadar özenti oluyor), çıkışta aynı adam etrafında 4-5 kadına “ben bir film çekseydim…” diye bir başlayan birşey anlatmaya başladı. Herhalde kadınlar “beni oynat” gibi birşey demiş olmalı ki adam “hanginiz teca vüze uğramak isterdi?” dedi (filmde öyle bir sahne vardı), kadınlar gülüştüler. Sonra bir tanesi “filmde se ks olsun, sonra zarafet olsun” dedi. Ah, bu kadınlar beni öldürecek.

Çarşamba: Film bittiğinde Cem Özer’in arkasından dışarı çıkan adam Istvan Szabo muydu? Oydu tabi. Ben koskoca Szabo ile, yani Zoltan Fabri ile beraber Macar sinemasının iki yarısından birisi olan bu adamla aynı salonda film mi izledim yani? Szabo uluslararası jüri başkanı olduğuna göre demek bu film de yarışma filmiydi. Dışarıda elini sıkıp birkaç kelime söyledim. Çok naziksiniz deyip teşekkür etti. Bugün Istvan Szabo’nun elini sıktım, daha ne olsun?

Yalnız,  film sonrası kısacık söyleşide 20 kişiysek çıkışta 19’u lüks minibüslere bindi, bir ben soğukta otobüs beklemek üzere durağa yöneldim. 23:30 filandı, en azından yağmur yağmıyordu.

Perşembe: Hayvanlar beni sever demiş miydim? 5 ördek ve ben, Ramiz’in yarı köfte-yarı sucuğunu paylaştık. Ben pek doymadım.

Cuma: Kapanış partisinde Zerre ile ödül kazanan yönetmen ve yapımcı önümdeki gruptaydılar ve sakal ve boyut bakımından aynı Coen kardeşleri andırıyorlardı. Uzun olan etrafındaki kızlara çeşitli dans figürleri yapıyordu, ama bir sırık ne kadar dans edebilir ki? Ben bir sırığın estetik zevkinden de şüphe ederim diyerek haddini aşan ve festival bünyesinde çok tartışma yaratan bir sözle bitireyim. (Adamın soyadı da Tepegöz’müş bu arada).

§  Yukarıdaki hamfendinin istediği tarzdaki filmin tam karşılığı Sylvia Kristel filmleri olmalı. Hele kısa saçlı haliyle gerçekten güzel kadındı S. Kristel. Kendisinin yüce anısına filmin, kendisinden de zarif şarkısı (ki Anılar 9 kasetinin de vazgeçilmez parçalarındandı zamanında) (& temin ederim ki link, ofis yerinde bile açılabilecek kadar masum).

h1

Ne kadağ da pişkin Hayata ilişkin

1 Ekim, 2012

Haftalar önceydi, yine bir gecenin bir yarısı bir dizi bölümü izleyip basket oynamaya çıktım. Bir yandan oynuyorum, bir yandan şarkı söylüyorum. Aklım takıldı, fikrim takıldı, Güzel gözlerine aklım takıldı. Aklım kimseye takıldığından değil, ömrü hayatımda tek bir Gencebay şarkısına da play dememişimdir; ama dizinin son sahnesindeki şarkıya fena takılmıştım.

Bir şut, aklım takıldı, bir turnike, fikrim takıldı.  O sırada sanki sesim yankılandı. Topun, file yerine duran zincirden geçmesini bekleyip döndüm, saha kenarına atılmış plastik şişe yığınını toplamaya gelmiş genç bir arkadaş: “yeşil gözlerine aklım takıldı. Bir yandan eyvallahh yaptık karşılıklı. Sonra, yandan başka bir ses katıldı, döndük ikimiz de. Bisikletli genç bir çift, önce biri, sonra diğeri, birbirlerine bakarak: “Dün gece hep seni, seni düşündüm“, “Söylediklerine aklım takıldı. Hemen kortun dibindeki bir masada oturan dört sap atıldı: “İçimi tarifsiz bir korku saldı, Aşkımı düşündüm, aklım takıldı“. Bahçıvan amca çimlerin sularını açmaya gelmişti, “Açık konuş benle, doğruyu söyle, Ne bu tavırlar, bu gidiş böyle“. İleride içip zom olmuş tipler arabalarını çalıştıramıyordu bir türlü, bi iter misiniz demekti asıl niyetleri: “Bir yanlışlık yaptım demedin amma, Şeytana uydun mu, aklım takıldı“.

Sonra nakataratı hep beraber söyledik “Aklım takıldı, fikrim takıldı, yeşil gözlerine…” O sırada beyaz bmvvv’sini yol kenarına parkedip gözlerini bana dikerek anlamlı anlamlı bakan abi dikkatimi çekti “… aklım takıldı“. İçimden topu bırakıp tüymek geldi mi? Geldi. Tüydüm mü? Evet. Topu bıraktım mı? Hayır.

Bu da bir İşler Güçler sahnesi oldu mu? Hem de nasıl oldu, anasını satiim.

Bu yazın hoş taraflarından birisi Ahmet Kural-Murat Cemcir oldu. Tanımıyordum, anca bir bölümde Behzat’a konuk olduklarından biliyordum. Gösterişli, hatta belki fazla gösterişli (diziden rol çalan) piyanist şantör ikili rolünde. Tam Angaralı oldukları oradan da belliydi.

Murat Cemcir’i yeni Sadri Alışık olarak görüyorum. Daha önce Efe’ye (Kavak Yelleri’nin Dağhan’ı) layık görmüştüm bu ünvanı, ama o sonra biraz yamuldu. Cemcir’den ümitliyim. Ahmet Kural daha bir jön, daha bir gösterişçi, ama bu haliyle de iyi bir Ayhan Işık-Sadri Alışık ikilisi oluyorlar.

İkisi süper, ama dizi sadece iyi. Bazen sıkılıyorum, komik olmaya çalışıp olmayan öğeler-kişiler de var. Ama gayet özenli. Bazen bir sahne beklemeyeceğiniz hoşlukta çıkıyor. Ben şu, diğer bir Gencebay sahnesine tav olmuştum mesela. Bu 2 dk.da (kısacık diye vurguluyorum) nasıl bir sakinlik var, ve orada kendilerini oynadıkları nasıl da belli. Ve sözlere bakınca (“ne ben işe gitsem ne sen ayılsan”) iyi ki basket kortunda bu şarkıyı söylememişiz.

Deminki sahne aynı zamanda bence diziyi en iyi temsil eden ve gerçekten bayıldığım şu sahneye de pas atıyor. İşte bunu sakın kaçırmayın. Sonra sorarım.

h1

Televizyonda gezintiye çıkalım

31 Mart, 2012

Hayat Batuhan’a Güzel: Masterchef’in haşin şefi Batuhan’ın, eski Radikal yazarı ve sevdiğim Donatella Piatti’nin oğlu olduğunu öğrendiğimde pek şaşırmıştım. Kadın o kadar yaşlı değildi halbuki, adam ne zaman ünlü bir şef olmuştu? 2 de kızı mı vardı? Herşey nasıl böyle hızlı oluyordu? O programla genç kızlar arasında nasıl bir fenomen olduğuna inanamazsınız Batuhan’ın. Ama zaten despot adamlara pek düşkünüzdür biz. Neyse, bu programın adı gerçekten böyle ve arada hoş şeyler oluyor. Tüpünü ve tavasını yanında taşıyor Batuhan. Diyelim, Anadolu Hisarı’nda midye dolduran Roman kadınlarla konuşuyor, sonra o midyeleri pişirip onlarla yiyor. Ama program fazla rahat, o yüzden muhtemelen uzun sürmez. Saatini-gününü bilmiyorum, arada Skytürk’te karşıma çıkmasını seviyorum.

Hayat Refika’ya güzel: Hayat hep de şeflere mi güzel? Bu programın adı bu değil ama konsepti bu. Gayet basit şeyler yapıyor Refika, küçük hoş dokunuşları olan. İzledikçe, bu ülkede bazı şeylerde başarılı olmak böyle kolay mı diyor insan. Yılbaşı civarı söylemişti, önceki yıla girerken taşındığı yerde elektriksiz, susuzlarmış, yıl boyunca yavaş yavaş herşey gelmiş. Geçenlerde gazeteci bir arkadaşıyla söyleşilerini okumuştum. Artık klasik olan, masa başı çalışırken bırakıp aşçı olma hikayesi. Çok kısa zamanda da önce gazete, sonra da televizyon programı başlıyor. Ama bunları olumsuz söyleyemiyorum, o kadar canayakın bir insan ki. Hatta her hafta aynı miktarda pozitif. Bir masal dünyasından çıkma gibi. Yalnız, programın sonunda o gün yemek yaptığı arkadaşları geliyor, beraber oturup o yemekleri yiyorlar ve aralarında nasıl bir muhabbet, nasıl bir neşe. Hasetimden her türlü nazarı değdirebilirim.

Serdar: Serdar kışın en can alan zamanında, bizim birkaç saat dayanamayacağımız koşullarda ev inşa ediyor. Hatta, ben bu yazıyı ilk kafamda yazmaya başladığımda yeni başlıyordu, şimdi neredeyse bitecek. Hatta iki köpeği de var, ona eşlik etsin diye verilen iki kangal, ilk düşündüğümde ‘onları yiyebilirim’ diye yazacaktım, ama o kadar hızlı büyüyorlar ki. Haftadan haftaya boy atıyorlar resmen, yakında beni yiyecek duruma gelirler. Zamanı biraz ters Serdar’ın, o sırada mutlaka bir maç oluyor (Çar. 10), ama haftasonu tekrar ediyor (Cmt. 5).

80’ler: Böyle isimli programlar, diziler, konuşmalar öyle itiyor ki beni. Hafızasız insanların koca bir dönemi birkaç obje ile ifade etme, hatta alay etme çabası. Son 1-2 yıla dek 70’lerle alay edilirdi, son bir yılda 80’lere geldi konu. Zaten uzaktan bakınca birbirinin üzerine yapışıyor dönemler; en basitinden, 70’lerin modası 80’lerdeymiş gibi gösteriliyor. Aslında, 80’leri hatırlamak isteyen bugünlerde oynayan Zeki-Metin reklamına baksın. O günlerdeymiş gibi, aradan hiç zaman geçmemiş gibi hissediyor insan.

Terence Davies: Bu kadar şiir gibi film yapan çok az kişi var. Çocukluk hatıralarına özlemin her türlü dayanılmazlığını birkaç sahnede en derinden anlatır. Ben böyle tanımlardım T.Davies’i, MehmetAli (Alabora) da benzer bir tanıtım okudu: “Onun filmleri bir şarkı, bir fotoğraf, çekmecede gizli kalmış bir hatıranın ortaya çıkması gibi sinemasal bir şiir. Sıradan ve günlük olanın olağanüstü dokunuşuna sahip onun filmleri. Kurmaca ile belgesel arasındaki çizgiyi kaldıran, çocukluk travmalarından başyapıtlar yaratan usta bir yönetmen. Kayıp zamanın peşinde bir filozof, sinemanın en büyük yaratıcılarından biri.”

Festival açılışındaki konuşmasını izlediniz mi bilmem, izlememişler için kaydettim. O nasıl bir ses tonudur, nasıl bir zarafettir. Bizde böyle tek bir sinemacı yok. Hatta onu bırakın, tüm ülkede bu kadar zarif tek bir insan bile olmayabilir.

Ele güne karşı: Bir şarkı ne zaman ölür? Reklama düştüğü zaman. Kimse bazı şarkılar ölümsüzdür demesin, reklamda cıcığı çıkarılınca çoğu zaman bir şarkıdan geriye birşey kalmaz. Mazhar’ın reklama satmadığı şarkısı kaldı mı, bilmiyorum. Oysa ne güzel abimizdin sen, Mazhar. Kendime pek benzetirdim -aynı gün doğmuştuk hem. Ama sonra birşeyler oldu, sanırım içine şeytan girdi. Aslında, gerçekten de Arkadaşım Şeytan’da ruhunu şeytana satıyordu. Yoksa…..?

Burcu Esmersoy: Ben bu kadının adını anmak istemiyorum. Kendisini görmek istemiyorum. Zaten görmek isteyen var mı, onu da sanmıyorum. Sanki ülkece ona hayranmışız gibi, ya da olmalıymışız gibi düşünen her türlü programın yapımcısı onu kullanıyor. Bir gün bir daha televizyon izlememe kararı verirsem onun yüzünden olacak.

Hustle: Bir süredir hayatımda hissettiğim çok büyük bir eksiklik var: iyi bir yabancı dizi. Tam zamanında Hustle yeniden başlıyor. BBC’de (bbc entertainment) Pazartesileri 10’da. Bizim akademide (The Royal Academy of Con Art) ders olarak gördüğümüz konuları pratiğe döküyor dizi. Hatta, bizim usta hocalarımızdan biri kendi ders kitabından fikirleştirmiş diyorlar öyküleri.

Son: Hayır, tavsiye etmek için anmıyorum burada. İyi olabilecekken pek de olamamış bir dizi. Bir sürü saçma yanı var. Ama senaristi Berkun Oya, kafası farklı çalışan bir tiyatrocu. Birkaç farklı sahnesiyle İran hevesiyle doldum içten içe. Gidince köhne plakçılarında insana doğu bilgeliğiyle ders veren sözler eden (“siz batılılar, herşeyin fiyatını bilirsiniz ama kıymetini bilmezsiniz”), aynı zamanda da gözleri eşek gözü, dudakları öküz dudağı pek güzel hemşireler bulacağımı, sonra o hemşirenin beni evine, yerde oturarak o plağı dinlemeye davet edeceğini düşünüyorum. O hemşirenin dava arkadaşı gördüğü ama kendisini seven bir adam var ve en iyisi bu örnekte kendimi kullanmaya son vereyim. Buradan İran’a gönüllü giden doktor, o akşam o evde hemşireyle beraber olur. Sabah evden taş evlerin arasındaki dar sokağa çıktığında, hemşireyi seven adam yerde, kartonların üzerinde oturmuş beklemektedir.

Ki o İranlı adam yıllar önce Ankara’da üniversitede okurken Aylin Aslım’la çıkmaktadır. Kız onu evine davet eder, oğlan aynı plağı kızın ailesine hediye olarak götürmüştür. Kızla annesi o şarkıda neşeyle dansetmeye başlarlar. Oysa oğlanın, bu şarkıyı çok seven annesi devrim (anti-devrim) sırasında katledilmiştir. Oğlan, arkasına bakmadan, ayakkabılarını da almadan koşarak çıkar. Cinnah’ta ayakkabısız koşma sahnesine sık sık dönüyor dizi, ama bence yıllar sonra o ıslak arnavut kaldırımlı dar sokakta, duvar dibinde kartonların üstünde oturarak içerdeki çifti beklemesi çok daha içine dokunuyor insanın. 

Bu da bahsi geçen sahne ve 70’lerin havasını ve Anadolu rock’a yakın ezgileri birarada barındıran, gayet ilginç Ghabile Leyli.

Sport Relief: İngilizlerin pek hoş bir televizyon olayı bu. Spor ve eğlence dünyasının ünlü isimleri çeşitli (sportif ve saçma) aktivitelerde bulunuyor, hem o aktivitelerde hem de televizyon yayınında para toplanıyor, onu da belirledikledikleri yoksulluk projelerine aktarıyorlar. Mesela birinde, Little Britain’ın, pek de fit görünmeyen ünlü oyuncusu (uzun boylu olan -ki ülkenin en ünlü 3-5 komedyeninden biri) Manş’ı yüzerek geçiyor. Bu yıl da Thames’ı baştan sona yüzecekmiş. Nehir boyu bekleyen çocuklar bağırarak destekliyorlar, çok hoş sahneler. Aramızdan kahramanlar çıksın, günlük hayatımızda bunu yaşayalım istiyor insan. Ah, nasıl hayranım İngilizlere. Başka bir olay, bir mil koşusu ki başbakandan prenslere kadar herkes katılıyor. 2 yılda bir tüm ülke sporla haşır neşir oluyor. Bu yılki yayın bu haftasonu iki akşam boyunca (Cmt. 9-12, Pz. 7:30-11:15) bbc entert.’ta.

h1

Şimdi Sümeyye olmak vardı

17 Nisan, 2011

Önce, Melike Demirağ’ın şarkısını çalmaya başlıyoruz, üzerine okuyoruz.

Şimdi Sümeyye olmak vardı anasını satiim
Püfür püfür bir güç avucunda
Şu anda Sümeyye olmak vardı anasını satiim
Bono ile sohbet etmek
de Niro ile yemek yemek
Gelsin Nicolas Cage
Sırada Pacino-Hoffman, ahh Travoltaaa
Şu anda yerinde olmak vardı yaaaa

“Babam belediyede topçu ve işçiydi. Bizi Harvard’larda okutmak için çok çalıştı. Önce 50 kuruşa bir elma aldı. Onu 1 liraya sattı. O paraya 2 elma aldı, onları 2 liraya sattı. O paraya 4 elma aldı, onları 4 liraya sattı. O paraya 8 elma aldı. 8 elmayı almaya gelen adam 10 lira yerine 10 bin lira verdi, üstünü almadı, böylece biz zengin olduk.”

Aaahh, şimdi Sümeyye olmak vardı anasını satiim
ÖSS’de 134 mi aldın, dert etmemek,
Ver elini Indiana
Ver elini Ürdün ve Reina
Arada London Skul of Ekonomi [YARAMA BASMA YARAMA BASMA]
Travoltaaaa
Şu anda yerinde olmak vardı yaaaa

Sabret gönül, bir gün bu devran döneeeeerr
Çekilen acılar yavruuuumm…..
“Ahh, sanırım yukarıdaki hesapta bir hata yaptım. 10 bin lirayla zengin olunmaz ki. Nasıl anlatmıştı babam? Şöyleydi sanırım: Babamın “Allah’ım 4 çocuğumu Amerika’da nasıl okutacağım” diye Allah’a yakardığı bir gün, 8 elmayı 8 liraya alacak olan, kendi halinde, dini bütün, dünya işlerinden elini eteğini çekmiş, ulu bir insan gelmiş, elini cebine atmış. Ama tam o sırada da paradan 6 sıfır atılmış. Ama bunu hiç duymamış olan evliya kişi 10 lira yerine 10 milyon lira vermiş. Babam da farketmeden alıp üstüne 2 lira vermiş. Adam da alıp cebine koymuş. Babam farkettiğinde çok aramış, ama adam bu diyarlardan çoktan uzaklaşmış, Afrika’ya hayır yapmaya gitmişmiş. Biz de böylece ister istemez zengin olmuşuz, Allah’ın izniyle.”

“Yayılıyoruz dünyanın dört bir yanına. Babam bir yere giderken eşlik ediyorum ona. Bu danışmanlık sıfatı da ne iyi oldu ammaa. Ah, bir de hayırlı kısmet bulmak tek derdim, ah, tek derdim. Ama bu sefer Berlusconi’yi istemem babaa. Yengemin elini öperken yerin dibine girecektim, ah, girecektim.

İlk yatırımımı abimin şirketine yaptım. O değil de geçen gün tiyatroda sinirden ağlayacaktım. Cikletime nasıl olur da laf eder ammaa… Aktör bozuntusu, sana diyorum: Çok çok çok uzak yere tayinin. Ah, yere tayinin. Sakın başına kalırım sanmaa. Bir sözlüğe bakarsan görürsün, çoktur benim talibim, ah, çoktur talibim.”

Aaahh, şimdi Sümeyye olmak vardı, anasını satiim
Şoföre çek adamım demek
Şoförün gerçekten de adamın olduğunu bilmek
Evde hizmetçi, sokakta koruma, hayat bu yaaa

____________________________

Kaynakça:

– Başbakan Tayyip Erdoğan’la gizli kasası Remzi GÜR arasındaki ses kaydı: Sümeyye’ye 20-25 gibi gitmesi lâzım.

– Remzi Gür USİDER’in Londra’da 2 milyon 600 bin Sterlin’e aldığı dört katlı binayı yıllık 1 Sterlin’e kiraladı.

Remzi Gür’e, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde CHP milletvekiline oylamaya katılması için rüşvet teklif etmekten 10 ay hapis cezası verildi.

– Gür, devlet çiftliğini 5/1 fiyatına aldı.

– Berlusconi gelinin elini zorla öptü.

– Başbakan Erdoğan’ın kızı Esra görkemli bir törenle evlendi. Nikah töreninde bir kral, bir devlet başkanı, iki başbakan şahitlik yaptı.

– Erdoğan’ın kızı saldırıyı anlatıyor.

– Can Dündar “Sümeyye Erdoğan krizini” yazdı: O oyuna ben de gitmiştim.

h1

Türkei: Jekyll or Hyde?

15 Ocak, 2011

Evvelsi gün BBC’yi açtığımda James Nesbitt vardı. James Nesbitt’in kötü bir iş çıkardığını veya kötü bir işte yeraldığını henüz görmedim. Sinelistedeki en sevdiğim aktörler listesinde de vardı. Ama dizi neymiş, yeni mi başlamış? Eskiden teletext vardı, kolaydı programı görmesi. Ama bbc kaldırdığından hemen bilg. başı: Jekyll’mış dizinin adı. Jekyll, hmmmm…

İyi dizi (Çarş. 22:40), başarılı bir makyaj (Mr. Hyde hem o hem değil), ve iyi bir oyuncu için bulunmaz bir rol: duble sen.

Çok dinlediğim bir lise kasedimde Jekyll&Hyde diye bir şarkı vardı. Akılda kalıcı, hareketli bir şarkıydı 70’lerden. Bir arkadaşımın kaydettiği bir kaset olmalı, kimin söylediğini bilmiyordum. Onu hatırlayıp aradım. Ama gugıl’ın da yetersiz kaldığı durumlar oluyor. Birçok farklı arama, wikipedia filan fayda etmedi. Bir gün sonra tam lise grubuna sormak üzereydim ki son bir aramada buldum. Ara etmeden şu dolu dolu şarkıyı da çalayım.

_________________________

Bir süredir anlatmak istediğim bir şey var. Ankara’ya giderken Bornova’da bir alışveriş merkezinin çıkışından geçiyorduk. Bir araba araya girebilmek için bekliyordu, ben de yol verdim, sonra da devam ettim, ama o arabadan hemen sonra bir araba daha fırladı birden, son anda durdum. İnsaf deyip devam ediyordum ki bir araba daha çıktı aynı yerden ve direk yandan giriyordu, aramızda santimler kaldı. Durup dönüp baktım. Gerçekten yuh. Az ileride kırmızı ışıkta da bir önce fırlayan arabaya arkasında durduğumda korna çaldım. Tüm yaptığım buydu. Ama sonraki 10 km.de aynı araba dönüp dönüp önümü kesti 2 kez. Annem delinin teki gibi birşey diyordu, ben hiç emin değildim. Bu insanlar etrafımızda gördüğümüz insanlar, televizyonda yarışmalarda ne iyi insan dediklerimiz, komşularımız, tanıdıklarımız, bir yüzleri de bu, gibi geliyordu bana.

Böyle nefretsel şeyler hissettikten birkaç saat sonra TRT fm’de bir program başladı, Yol Manzaraları (Cmt. 6-8). Sunan güzel sesli kadın telefon açanlara yol arkadaşım diye sesleniyordu içtenlikle. İlk arayan adam “Hatay’dan kız aldık, Antep’e doğru yoldayız diyordu, arabadan bir mutluluk hali geliyordu. Bu ülkeyi niye seviyorum ki ben diyor ya insan, mesela bir önceki paragrafın sonunda, işte böyle şeylerden diye cevabı geliyor. Ama bilemiyorsun, hangisi gerçek yüzü, Dr. J mi Mr H mi?
Hangisine göre davranacağız, ilkine göre kaçıp gidecek miyiz, ikincisine göre kalıp sevip okşayacak mıyız?

h1

Spent my days with a woman unkind

29 Haziran, 2010

Ne birşey dinleyesim var, ne birşey okuyasım, ne de yuvarlak, dönen şeylerin olmadığı herhangi birşey seyredesim. Shuffle: Şu şarkı, yok, bu şarkı, ı-ııh. Hiçbir şey istemiyorum, derken spent my days with a woman unkind diyor bir ses (ki zamanında o sesin sahibini Efes’te tuvalette görüp görmediğimi öğrenmeden ölmek istemiyorum. Evet, en çok bunu bilmek istiyorum). İşte bu şarkı diyorum. Bir önceki çalışımın üzerinden 4 yıldan fazla ve bir blog geçmiş.

Spent my days with a woman unkind,
Smoked my stuff and drank all my wine.
Made up my mind to make
a new start,
Going to california with an
achin’ in my heart.

Someone told me there’s a girl out there
With
love in her eyes and flowers in her hair.
Took my chances on a big jet plane,
Never let them tell you that they’re all the same (never).

The sea was red and the sky was grey,
Wondered how tomorrow could ever follow today.
The mountains and the canyons started to tremble and shake
As the children of the sun began to awake.

Seems that the wrath of the gods
Got a punch on the nose and it started to flow;
I think I might be sinking.
Throw me a line if I reach it in time
I’ll meet you up there where the path
Runs straight and high.

To find a queen without a king
They say she plays guitar and cries and sings.
La la la la

Ride a white mare in the footsteps of dawn
Tryin’ to find a woman who’s never, never, never been born.
Standing on a hill in my mountain of dreams,

Telling myself it’s not as hard, hard, hard as it seems.

{şarkı, sözlerin üstünde}

_____________________

Geçen postta unutmuşum. Şu dünya kupası takvimi (linki resmin üstünde) süper, di mi? Bu arada, gasteler dünya kupası rehberi yayınlamaz mıydı, ben mi kaçırdım?