Archive for the ‘tati’ Category

h1

Survivor seviyorum desem?

3 Temmuz, 2015

Eurosport’ta okçuluk, golf, bisiklet, hatta bilardo izlemeyi seviyorum desem sıkıcı ama üst düzey birşey yaptığım fikri oluşur. Ama Survivor izlediğimi söylesem bir güzel aşağılanırım.

Böyle kalıplar var işte. Oysa Survivor oyunları cidden heyecanlı ve ilginç olabiliyor. Bol ve çok çeşitli engellerin olduğu, havuza atlanan, biraz yüzülen, sonra bir yere tırmanılan, koşulan, tekrar çeşitli engellerin geçildiği, sonra da topların bir yere atıldığı oyunlara bayılıyorum. Çünkü ben o oyunlarda oynamayı ne çok isterdim. Ve oynayamayağımı bildiğim için de cidden kahrolasım geliyor.

Lisede kendimize göre bir olimpiyat geliştirmiştik. O ortamda yapabileceğimiz sporlar, merdiven çıkma, kısa-uzun mesafe koşu, uzun atlama, penaltı, basket serbest atışı gibi şeylerden oluşuyordu. Sonra tamamlanmadı, yarıda bıraktık. Ama böyle hazır bir oyun parkuru olsa biterdik (i.e., bayılırdık).

İş tamamen o parkuru tasarlayan ve inşa eden Arjantinli ekipte tabi. Bazen ince planlanmış numaralar oluyor. Üzerinde yürüyeceğin plaformu yerden bir ipi çekerek yerine oturtuyorsun, veya atacağın topları teleferik düzeneğiyle almak için bir değirmeni döndürüyorsun.

Ben çocukken TeleMatch vardı. Ne kadar eski, emin değilim, ama sanki çok çok eskilerden değil. Pazar sabah-öğlen-erken öğleden sonra civarlarında. O saat kuşağından bildiğimiz, western ve klasik müzik konseri; o yüzden saatine emin değilim, sanırım onlardan önce başlardı. Farklı renklere sahip 4 takım havuzda ikili ikili oyunlar oynardı. Topları bir kovaya doldurmak gibi eğlenceli şeyler. Evde herkes bir rengi tutardı filan.

Daha da hatırlayan kimseyi görmedim. Hatırlatılmamasıyla ilgili olmalı. Bazı şeyler sık sık gündeme geliyor (değiş Tonton gibi), TeleMatch hiç gelmedi. Survivor oyunları onun daha hırslı versiyonu.

Birkaç yıl önce “bu, bir tatil formatına dönüşse” diye düşündüm. Müthiş kumsalı olan küçük bir adada tanımadığın kişilerle bir grup olup karşı takıma karşı yarışsan? Kazanınca ödüller, kaybedince açlık. Tümden bir mahrumiyet. Ödüller deyince de adadaki vahşi şelale, süper oteller, nba finali, Brezilya milli takımı maçı, New York-Miami gezileri, hatta Havana filan. Yani programdaki herşey olacak, eksi kameralar. Böyle birşeye hem katılmak çok isterdim hem düzenlemek. Ama tabi, çok zengin heyecan meraklısı tatilci-yarışmacılar da bulsan, tv reklam paralarının yanına yaklaşamaz, muhtemelen o masrafı çıkarmaz (yoksa çıkarır mı:)

Denize her anlamda sıfır yaşama fikri de süper cazip geliyor bana. Yıllardır pek az denize giriyorken orada: uyan, deniz, öğlen deniz, yemek yaparken elin mi yağlandı, deniz, sıcakladın mı deniz, güneş batarken deniz, bir de belki gece deniz. Deniz de olabilecek en güzel deniz, en güzel kumsal. Hem sürekli D vitamini, bol O2, ayrıca, deniz kıyısında ve ormanlık alanda negatif iyon olurmuş, hepsi var. Tamamen sağlık gibi geliyor bana orada olmak. Tatili süper zenginlere zayıflama programı olarak mı pazarlamalı ki?

Burada da ucundan bahsettiğim, Fethiye’de gittiğim bir kamp tatili bunu andırıyordu. 20 kadar kişi kampta bir miktar askerlik gibiydi. Sabah kalk kalk sesleriyle kalkıp sonra belli bir programı uyguluyorduk. Hergün uzun bir trekking de içeriyordu. Ama fiziksel tarafından daha çok senin seçmediğin kişilerle tüm gününü geçirme tarafı benziyordu. Değişik çekici bir tarafı var, normalde biraraya gelmeyeceğin insanlarla iyi vakit geçirmenin, kabul görmenin. Rengarenk minibüste hızla giderken ayakta dansetmenin takdir edilmesinin.

Yani tabi ki programın itici taraflarının fazlasıyla farkındayım. Kameralar işin içine girince başlayan taraflar, bbg evi muhabbeti, bir türlü düzgün-sakin-anlayışlı olamayan ilişkiler, fesat arayışı. Korkunç fesat bir milletiz. Ama ondan sakınmaya çalışıyorum. Çok uzun sürüyor zaten. Acun da reytinglerin patladığını görünce sömürebildiği kadar sömürüyor (3 günden teker teker artırıp 7 güne dek çıktı). Ben de o kısımları seyretmiyorum, olabildiğince, ya da oyunla ilgili olmadıkça. Ama tabi çok yapamıyorum, ayırmak zor oluyor.

Bir de arada seçim filan (seçim gecesi de yayınlanır mı, artık bu terbiyesizlik), çok kaçırdığım için geriden geliyorum, herşeyi seyrederken yaptığım gibi. Anladığım kadarıyla, takımlar dağılmış. O zaman da o oyunların zevki kalmamıştır. Özellikle Manço’nun emaneti Doğu ve arkadaşları elenince seyredecek birşey kalmamış olmalı.

Ama şimdilik şöyle süper yarışlar izliyorum (siz de 2 dk izleseniz gerçekten neyden bahsettiğimi anlayacaksınız). Ki bu oyunun ödülü San Francisco gezisi ve orada NBA finaliydi. Birgün ben de böyle yarışlarda yer alsam, sonra kazandığımız hediyede New York’ta gideceğimiz müzikalde güzel birşeyler giymek için Acun’un verdiği parayı harcamak üzere Polo’ya gidip canım ne isterse alsam… 2-3 yıl önce yaşanmıştı bu sahne ve beni gerçekten can evimden vurmuştu.

h1

Maviyle yeşilin buluştuğu yer portakal olur

14 Kasım, 2013

13 Kasım Çarşamba. Bugün denize girdim.
Su tuzluydu. Fazla tuz vücuda zararlı diye su yutmamaya çalıştım.

{Suyun içindeyken sıcak su kaynaklarının deniz suyuna karışmasında olduğu gibi bir bulanıklık oluyordu etrafımda. Resmen sıcaklık kaynağıydım ve bulunduğum yer biraz ılımıştı, kıpırdayınca hemen cayıp yerime dönüyordum. Havlum yoktu, çıkarken ne kadar üşüyeceğimi düşünerek de kıpırdamak istemiyordum. Kendimi yalayarak kurutsam dedim ama işte tuz. Ama çıkınca kurumak zor olmadı. Güneş ışınları hem dalga hem parçacık olarak hissedilebiliyordu.}

IMG_6246
(brrr, soğuk)

IMG_6311

h1

Öteller versus Höspitaller

30 Ağustos, 2013

Son haftalarda birkaç ötel ve birkaç hastane deneme fırsatım oldu. Bu raporu söz konusu iki farklı konaklama türünü karşılaştırmak amacıyla arz ediyorum:

– Ötel odalarının dekorasyonu hastaneleri döver. Açıkçası, hastane dekorasyonlarını kim yapıyorsa kendilerini teprik ederim. Minimalizm bu değil.

– Ötel odalarının maliyetleri değişse de yine de bir ortalama fiyattan (o fiyat civarında toplandıklarından bahsedilebilir). Ama hastane odalarının böyle bir ortalaması yok. Ya bedava oluyorlar ya fahiş. İyi bir hastanenin oda fiyatı Çırağan’ı geçebilir.

– Hastane pencereleri açılamaz, çünkü pencere kolları yok. Kendinizi atarsanız aşağıda oluşacak pisliği kim temizleyecek diyor olmalılar.

– Ötel yemeği vs. hastane yemeği: lütfen, bu konuyu açmayalım.

– Bazı ötellerde “odanızda kahvaltı, yatağınıza servis” diye özel reklam yaparlar. Hastanelerde bu rutine bağlanmıştır. Herşeyi odanızda yersiniz, kimse de bunun reklamını yapmaz.

– Ötellerde klimanın çalışıp çalışmaması, onu istediğiniz gibi kullanmanız en kritik noktalardan biridir. Hastanelerde ise, ’emşire ateşinizi beğenmezse kafasına göre klimayı açar, böyle biraz soğuyun, çok ısınmışsınız, sonra bana saldırırsınız falan der. Ya da sonuncuyu demiyor olabilir, ateşten anlamayabilirsiniz.

– Ötel görevlileri vs. hastane görevlileri: ötelciler bazen sempatik, birçok zaman düzeysiz, çoğunlukla lütfen nazik, nadiren içten ama çoklukla erkektir. Hastane görevlileriyse azalan sebo kullanımıyla beraber artan cazibeye sahiptir. Üstelik, gececisi, gündüzcüsü, günden güne değişmeleriyle casting’e gelmiş gibi bir geçit yaparlar. Ama ötellerdeki o zoraki nezakete bile sahip olmaz çoğu.

– İkisinde de birşey istediğinizde konuştuğunuz kişi onu başkasına yaptıracağını söyleyerek oradaki pozisyonuyla ilgili gösteriş yapar. İkisinde de sert bir hiyerarşi vardır. Öteller müdür-yardımcı-müşteri hizmetleri-resepsiyonist-komi-temizlikçi filan derken hastane, başhekim-müdür-yardımcı-prof dr-sıradan dr-kıdemli hemş-sıradan hemş-hasta bakıcı-temizlikçi-yatak yapıcı-getirgötürcü falandır.

– Ötellerdeki terlik, bornoz, havlu hastanelerde de bulunur. Ama o saç bonesi, dikiş seti, diş fırçası, ayakkabı boyası, vücut kremi, ruj gibi tadımlık objeler olmor.

– Bir ötelin check in/out saatleri bellidir, hastanenin değildir. Yani aslında, doktör vizitesi sonrası, yaklaşık 9-10 civarı çıkılması beklenir; ama belli ki torpilli hastalar 13:30’da bile çıkabilir, böylece saatlerce bekleyebilirsiniz, ağrılar içinde lobide uzanarak. Bunun nedeni sanırım alttaki madde.

– Hastaneler için booking, tripadvisor, hötels.com gibi puanlama siteleri yoktur, şikayetler kucağınızda kalır. O yüzden lütfen bize 10 verin diyerek (bunu çekinmeden diyen bile olur) çantanızı size zerre taşıtmayan görevliler de olmaz.

– Ötellerde kimse seni uyandırmak istemez. İstersen kapına “sakın ha” kartı asarsın, temizlikçilerin o karttan anladığı bir öteldeysen kimse sana dokunmaz. Hastanedeyse geceyarısı uyurken önce içeri bir ’emşire dalar, sonra giren 2.si “iyi, uyanıksınız, serumu değiştirecektim” der.

– Ötellerde gürültülü komşular olabilir. Zaten ötel konaklayıcısının başkalarını rahatsız etmeme gibi bir güdüsü yoktur. Ama en azından acıdan bağırmaz. Lobisinde, önünde, etrafında sabahlayanlar da yoktur.

– Gezen – hastalanan kişi sayısı karşılaştırmasını bilemem ama hastane az, ötel çoktur. O yüzden bir hastane odasına olan talep ötelden kat kat fazladır. Bir de bu yüzden sizin memnuniyetinizi pek takmazlar.

– Ötel televizyon kanalları ve netliği hastanelerden çok daha iyidir. Oysa hastane televizyona en çok ihtiyaç duyulan yerdir. İkisinde de kitaplık bulunmaz, ikisinde de internet vardır -şu anda bu örnekte görüldüğü gibi.

– Ospitare İt.ca’da ağırlamak olduğuna göre hospital muhtemelen latince ağırlamak-misafir etmekten gelir, bu daha çok ötele uyan bir tanım olsa da.

-a post in progress-

h1

Simon Limon büyüdü: Karşınızda Simon Portakal

16 Ekim, 2010

h1

Türk dediğin = Bol kebap, az Pamuk

31 Ağustos, 2009

31 Ağustos transferin son günü. Bonservisim elimde bekliyorum. Yalnız, Toronto başkanı Hidayet’e özel jetini göndermiş, ben de aynı muameleyi isterim.

________________________

Birkaç ay önce gastede ‘Lucca’da dönerciler yasaklandı‘ diye bir haber vardı. Irkçılıktan bahsetmişti yorumcular. Bense Lucca ve dönerci kavramlarını yanyana düşünememiştim. O kadar aykırılardı ki. Aynı haberde geçen ‘Pisa’da 16 dönerci var’ sözünü ise hiç kafam almamıştı.

Gittim, gördüm:

IMG_2357
Burası Pisa’nın en turistik, en pahalı sokağı. Karşısında, az ileride Armani var. Ondan sonraki restoran gayet lüks. Bu arkadaşın fiyatlarıysa -resimde biraz fazla minik kalacaktır- 3-4 euro civarı.

IMG_0107
(şu an bilinmeyen bir sebepten ötürü döndüremedim).
Bir Ye Kebab (sahibi dilimiz bozuluyor diyerek Türkçe’den ödün vermemiş) Floransa’da ara sokakta.

IMG_0243
Star Kebab da öyle. Merkeze yakın ama biraz daha ucuz otellerin, restoranların olduğu bir sokakta. Resmi çekerken içeriden ağdalı bir arabesk geliyordu. Uzanıp pardon, bu çalan kim dedim. Gülümsedi içerideki adam, Azer Bülbül dedi.

Arkadaşımın bir arkadaşı, Türk deyince iki şeyden bahsetti (öyle olur ya, karşınızdakinin ülkesiyle ilgili bildiklerinizi, aklınıza gelenleri söylersiniz). Pamuk ve dönerciler. Hatta biri bir dönerci söyleyince diğeri,  o Türk değil, Kürt diye düzeltti (nasıl ayırıyorlar bilmiyorum ama pek meraklılar buna). Yurtdışında bizi bunlar temsil ediyor işte. Çoğunluk Pamuk okumadığına göre herkesin her yerde karşılarına çıkan dönerciler. (Ve inanın, ben oradayken değil Pisa-Floransa, koca ülkede bir adet dönerci görmemiştim, hiç de olmayabilir; hatta benim aklıma gelmişti, burada bir dönerci mi açayım diye).

Lucca-dönerci haberinde de herkesin aklına pizzacılar gelmiş. Ama oradaki dönerciler bizdeki pizzacılar gibi değil. İtalyanlar gelip burada pizzacı açmıyor. Ve bence sorun şu ki oradaki tüm dönerciler en adi etten, onu da yakarak ve fazla yağlı yapıyorlar döneri, yani güzelim bir yemek geleneğinin en kötü halini sunmaktan başka birşey yapmıyorlar. Aynı burada açtığı köşede sokaktaki diğer dönercilerle rekabet ediyormuş gibi ucuz fiyat üzerinden götürüyorlar işi. Bununla ilgili olarak ‘yurtdışında hep dönerci var, ama bir tane bile Türk mutfağı restoranı yok’ denir ya, sadece o değil, dönercilerden bir tanesi de çok kaliteli bir restoran yapayım, kaliteli etlerle illa pahalı değil ama masada yenecek şekilde bir yer tasarlayayım, iyi pişireyim, iyi servis edeyim demiyor (yani isteyene açık bir pazar var). Temsil sorunu da tam burada. Ve böyle olduğu müddetçe, bence de müze gibi şehir Lucca’nın merkezinde dönerci olmasın.

Pamuk’a gelince, onu sevmeyenler bir de yurtdışından baksın olaya. Açık ara en tanınan Türk, Pamuk. Kitapçılarda Orhan Pamuk denince anlamıyorlar ama Pamuk deyince en basit tezgahtar bile biliyor. Hep en önlerde, en ortalıkta. Hem Amerika gibi sadece yenileri değil, tüm kitaplarını çevirmişler. Kimse de nobel alırken dedikleri gibi ‘yazdıkları yüzünden değil, söyledikleri yüzünden okunuyor’ diyemez herhalde.
IMG_0301

h1

Zeki Müreeeen!!

16 Mart, 2009

Yarım saat filan olmuştu başlayalı ve aralıklardan birinde “Last week we were interrogated at the Atlanta Airport. You know, to be an immigration officer, you need to have zero IQ, be very rude, and despise people… and be very big” dedi adam. Tahmin edersiniz ki ben o anda havaya girdim.

Bir mail adresime sürekli sürekli şu kanalda şu oynayacak, bu haftaki konserler bunlar, sinemada bu başladı diye mailler geliyor. Buraya ne zaman geleceğim kesinleşir kesinleşmez hemen baktım bu süre içinde neler var diye. Buradayken son bir altın vuruş yapmak niyetiyle. Ve ne şans ki o vardı. Zeki Müreeen! İstanbul konserinden beri (kaçırdığıma en üzüldüğüm konserler sıralamasında ilk 10’a girer) adamın ismini duyar duymaz böyle diyorum. Hatta yanımda bir Türk olsa bir sessizlik anında Zeki Müren diye bağırırdık diye düşünüyorum. Hele Jel olsa.

Önce 3 şarkılık bir grup. Sonra 60’ların sonlarından BBC’den çeşitli müzik klipleri. Ve o. O ana dek konser havasında olmayan, öyle içkilerle filan takılan salon o sırada birden coştu. Ben açıkçası çoğu parçasını bilmiyordum. Ama adama bir sempatim vardı. Gerçekten de çok nevi şahsına münhasır biri. Bir salon beyefendisi. Aynı zamanda serseri (e, rock’çı). Ve teatral, hafiften oynamaya hazır bir havası, bir de arada feminen pozları var. Bunlar tek bir kişide buluşuyorsa o muhtemelen İngilizdir.

img_0094

Bence biraz kısa (1.5 saate yakın) ve hoştu. Beklediğim kadar harika değildi belki ama bunu da kaçırsam üzülürdüm. Zaten tarihi ayarlarken beni gözetmiş. Böylece Washington konserleri serisini kapamış olduk.

Bunu kutlamak için de one day if you’re bored, by all means call.

[Maili gönderiyorum, anında 1 saat önce gönderilmiştir diyor. İkide bir bilgisayarın saati 1 saat geri gidiyor. Microsoft’la gugıl’ın bizim saatleri 1 hafta önce ileri aldığımızdan haberi olmayabilir mi acaba?]

h1

Alice’in Resimli Portakalı

25 Ekim, 2008

Bu tahmin edemeyeceğiniz kadar vip bir festival. Filmleri arkaya dekor olsun diye koymuşlar. Her yer film ekibi, jüri, gasteci, kartlı öğrenci, davetli, devletli, heybetli… Zaten sıradan seyirci de yok. Olanları da düşünen yok. Davetliler için dakka başı bir yerlere araba kalkıyor. Ama sıradan seyirci olarak son seansa gidince şehre ulaşamıyorsun (çünkü bu kimsenin aklına gelmemiş). Ama iki mekan arası sürekli gidip gelince bazen herkes gibi seni de davetli sanıyorlar, fena olmayabiliyor. – Nereye gidecektiniz? – AKM – Beyefendi AKM’ye gidecekmiş, hemen götürüver.

 

.

.

.

.

Yazın başından beri kendisini bir yazıya konuk etmek istediğim Ayşe Özyıl mazel kameraların kendisine doğrultulmasına sevinmiş, “bakın, bu ayakkabıları ben tasarladım” diye anlatıyor (rezalet (ayakkabılar)).

.

.

.

 

.

.

Aynı şahıs birgün sonra bu sefer K. Spacey’nin fotoğrafında bitivermiş.

.

.

.

.

.Normalde boşça olan kültür merkezi kafeteryasında televizyonun önü birgün silme dolmuştu. Festivalle ilgili birşey sandım, ama meğer Kurtlar Vadisi’ymiş. Belediye ve festival vakfı çalışanları diziden taktik öğreniyor.

.

Bu adamcağız kokteylde bir köşede çevirmeniyle dururken yanına gittim, güzel filmlerinizi seyrettim, sizi burada görmek filan dedim. Hani felaket filmlerinin klasik bilimadamıdır, jeolog, fizikçi veya astronom. Önce gelecek felaketi haber verir ateşli bir şekilde, filmin sonuna doğru da bulunan çözümü. Ama meğer az sonra seyredeceğimiz filmin yönetmeniymiş, hem de Peter Mullan’la Robert Carlyle gibi iki büyük oyuncuyu yönetmiş. Bilsem onlardan bahsederdim. Gerçi söyleşide sordum.

 

.

.

Kenardan bir perçem düşürülmüş jöleli saçları ve çapkın gülümsemesiyle Amerika’daki kenar mahallelerin bıçkın Latin (hispanic) delikanlılarına benzeyen yönetmen İsmail Nec mi ve oyuncusu Herold.

.

 

.

 

.

NBC çok sıcak ve çok mütevazi. Bazı, başka sınıflara aitmiş gibi duran yönetmenlerimizin aksine tam halk adamı rolünde. Yalnız, bufilmin de senaryosunu (çoğunu) yazan hep arkasındaki kadın o olmasaydı nerede olurdu, merak ediyorum.

.

.

.

.

Bir diğer gözde Türk yönetmenim (sanırım başka da yok) R.Erdem de çok sempatikti.

.

.

 

.

.

Hele NBC’nin R.Erdem’i tebrik sahnesini çok duygusal karşıladım.

.

.

.

.

.

.

(İzlediğim) 9 iyi film adına Gomorra (vizyona girecek, seyredersiniz).

.

.

.

.

.

9 iyi film adına Tokyo Sonata (vizyona girmeyecek, siz arayıp bulmalısınız -bir süre sonra).

.

.

.

.

Ayrıca, yarışmada (seyretmediğim) 16 film, yarısı filan iyi film

.

.

.

.

.

.

Bir de kendimi çekeyim dedim. Ama yalnız başına festival zor tabi. İnsan hem kendi ayarlayıp hem kendisi çekince kendisini, net çekmesi de zor oluyor doğal olarak. Bu kare hem karanlık çıkmış hem de saç sakal birbirine karışmış. Vizörden görmüş olsam bi tarardım.

.

.

.

{bu kadar resim koyunca üç browser da farklı açılıyor. ben firefox’a göre şeyettim, explorer’da garip boşluklar oluyor}

h1

Alice Kentlerde

20 Ekim, 2008

Her yıl bu günlerde ‘o orada ben buradayım’ hissine kapılırdım. Her yıl derken son birkaç yılı kastetmiyorum. Üniversitede bile gitmeyi konuşmuştuk bir arkadaşımla. Yani, tabi ki birkaç yıldır Nisan başında yaşadığım hicranla karşılaştırılamaz. Bu ekim faşingi, o bir an önce bitsin istediğim iki haftaların yanında çok cılız kalırdı. Bir tek yılın en iyi Türkleri –ki 1-2 öncesine kadar yılda 2-3’den fazla kaydadeğer birşey olmazdı-, bir de eski Türk geçmişinden birkaç bilindik yaprak…

Oysa anlaşılan 2 yıldır çok değişmiş. Bu yıl taş gibi bir kadro var. Hem Türkler çok sağlam hem de çok iyi seçilmiş yabancılar. O yüzden, madem tatil yapmadım, madem uzun zamandır böyle bir ‘kampa’ girmedim, madem gidesim var oturduğum yerden, zamanlama da uygun.

Söylendiği kadar kolay olmadı tabi. Eskiden olsa ‘gidiyorum. gidiyorum di mi, hmm, evet bu hoş’ deyip giderdim. Ama bir süredir öyle zor oldu ki oturduğum koltuktan kalkmak. Şimdi kendime 10 kez sorar oldum, ‘gidiyor muyum, istiyor muyum gerçekten, bir gün sonra mı gitsem, bak yağmur yağıyormuş…’

Ama ben bu nereden geldiğini anlamadığım, hatta yüksek yerlerden atandığını sandığım baharı sombahar yapmaya kararlıydım bir kere. Bazılarının dedikleri gibi güz; yani ‘güz. for güzel’.

Anlayacağınız, bugünlerde Kar-Wai, Kore-Eda, Miyazaki, Meirelles, NBCeylan, RErdem, Winterbottom, Wenders, Figgis, Dardenne kardeşler ve ben aynı şehirdeyiz

________________
(cuma yazmıştım ama post edemeden bir bilg. sorunu girdi araya).

h1

onlar yıldız, sen birşey diilsin

10 Eylül, 2008

Cuma akşamüstü 6:40. Sığacık’ta Teos antik kentini arıyorum. Kahverengi levhalar bitti. Geçtim mi acaba. Kıvrıla kıvrıla giden yollarda kimse yok. Bcörk çalıyor. Demiştim, bu kız stüdyo şarkıcısı, konser vermemeli. Gerçi tam Yavuz Aydar’ın Stüdyo FM saati. Ama antik Teos’ta trt3 çekmez herhalde? Çekiyormuş. Hava çok güzel. Antik kente şöyle bir bakıp sonra şöyle bir denize gireceğim. Akşama da sevgili dizim Kavak Y.’nde düğün sahneleri çekilecek. Hayat küçük anlarda güzel olabiliyor. Zaten hayat o küçük anların toplamı demeyin, değil, daha fazlası.

Etraftaki tek canlıyı görünce durup soruyorum. 20 metre sonra solda diyor. Gerçekten hemen ileride birkaç sütun var. Birkaç basamak, birkaç taş. Teos’ta 10 kişi filan yaşıyormuş herhalde. Veya arkadaki boş alan kazılmamış mı yoksa. Keşke kamyonetle gelseymişim, salona antik bir sütun iyi giderdi.
________________________________________

Gece 1. Efe, arada, dar bir geçitte, nişanlısı o sırada telefonla kendisini terkettiği için nikahı kıymaktan vazgeçen (“Neşe bana kıydı ama ben o nikahı kıyamam! Ben artık ölü bir nikah memuruyum! Benim kıydığım nikah geçerli olmaz!) nikah memurunu iknaya çalışıyor:

Kayıt! Oyun!

– Bak bakayım bana! Hiç yakışıyo mu sana! Ne var hatun seni terk ettiyse! Sen koskoca bir nikah memurusun! Görev herşeyden önce gelir doğru mu?

– Doğru da…

– De’si da’sı yok! Görev bu! Hiçbir şeye benzemez! Bi doktor ameliyat masasında hastasını bırakıp gider mi? Gitmez.. bi komutan savaş meydanında askerlerini bırakıp gider mi? Hayır! Sen de içerdeki gelinle damadı bırakıp gidemezsin! Şimdi giriyoruz içeri! Basıyoruz bağrımıza taşları, oturuyoruz masaya, aslanlar gibi kıyıyoruz nikahımızı!

– Kıyıyoruz anasını satıyim! Yemişim Neşe’yi!… koskoca nikah memuruyum ulan ben!

Bi önden Efe açısından, bi nikah memuru açısından, bi close up Efe, bi close up nikah m., hepsi çeşitli tekrarlarla. Ama ikisi de iyi oyuncu, her seferinde farklı vurgular kullanıyorlar, eğlenceli oluyor sahne. Görebilirsiniz, haftaya cumartesi, 20 eylül, 22:15 sonrası.

Ondan önceki sahne sırasında da lizzle’ın mesajı geliyor, tepkiyle sizin telefonunuz muydu diye soruyorlar bana. yok canım.
________________________________________

Üç saat öncesi. ‘Ayşe Hanım Teyze’, ‘Canan’, ‘Gönül Hoca’ televizyon seyrediyoruz. Canan’ın diğer dizisi başlayacak. Kötü bir dizi, ama ilk defa yanımda oturan kişi aynı zamanda ekranda. Hatta yanımdaki kişi az sonra ekranda ölüyor! Ayşe Hanım teyze çok sıcak, ne ise o, Canan’ın canı sıkılmış çok, Gönül’ün annesi orada, akrabaları geliyor. Mine sevgilisi ile geliyor, oturuyor biraz. Gerçek olmayan kardeşi küçük kız bilardo toplarıyla oynuyor, onun gerçek babası da bizle oturuyor. Öyle oturuyoruz, dizilerden konuşup. e, demek onların da hayatı öyle.
________________________________________

Ondan da 1.5 saat öncesi. Annem sonradan diyor ki telefon çaldı, senin sesin, restoran gibi bir yer, kız sesleri geliyor. Ekranda gösteriyorum, kız sesi dediğin ses bu oğlanın sesi. Nasılsa son çevirdiğim numara çevrilmiş o sırada. Efe ile yemekte konuşuyoruz. Hırsız-Polis’ten, Uğur Yücel’den, Amerika’da film çekimlerinden…
________________________________________

Gece ilerleyen saatlerde karanlık yollarda eve dönerken hiç de iyi hissetmiyorum

h1

şehr-i istanbul’da halkın arasına karıştım (ama galiba biraz fazla oldu).

7 Ağustos, 2008

2 ay önce ilk geldiğimde dükkanlarda, marketlerde filan gerekli gereksiz muhabbetlere girişiyordum. Aç bilaç. Yabancı bir şehirde turist gibi olunca iyice abarttım. 75 saatte 100’ün üzerinde tanımadığım insanla konuştum. Tabi artık bir kısmı tanıdık oldu.

– Beymen nerede biliyor musunuz?
(güler kız) – Biliyorum. Şuradan sola dönüp yürüyün.

Niye güldü bilmiyorum, ama hoşuma gitti.

ξ ξ ξ ξ ξ

– Afedersiniz, Maçka Parkı’nın Abdi İpekçi çıkışı neresi?
Apt. görevlisi: – Maçka Parkı şurası, Abdi İpekçi de burası.
– Tamam ama parkın girişi neresi?
– Park şurası işte. Sen nereyi arıyorsun?
– Maçka Parkı’nın Abdi İpekçi çıkışında bir kafeyi.
– Burada öyle fast food filan yok.
– Parkın en yakın girişi ne tarafta, siz bana onu söyleseniz.
– Şurada telörgüden atla işte.
– Niye atlayayım ya telörgüden, deli miyim ben? (ST döner ilerler, giderek sinir katsayısı yükselir).
– Şu sağda ileride bir giriş var.
– Niye uğraştırıyon o zaman be hocam…

∂ ∂ ∂ ∂ ∂

(bi’ kız) – İki sorumuz var, bu teleferik nereye gidiyor, bir de bizim çişimiz var. (bu İstanbul kızları çok acaip).
şirin görevli – Teleferik karşıya gidiyor. Tuvalet de hemen 100 mt. ilerisinde.
St. – Bazı kabinlerde banyo var. Ama onlar daha pahalı. Banyo ortak olursa ucuz oluyor.

Θ Θ Θ Θ Θ

– İndiğimiz yerden Akmerkez’e kolay gidilir mi?
aynı kız – Akmerkez mi? Sen daha çok organik pazar nerede diyecek birine benziyorsun.

§ ζ § ζ §

Yallah şoför: – Siz konsere nasıl gireceksiniz? Gelirken çok uzun bir sıra vardı.
Bi’ oğlan: – Biz girmiycez ki, Kuruçeşme Parkı’nda yerimiz var, oradan seyredicez.
St. – İstanbullu olmanın yararları, biliyorsunuz tabi.

ƒ ∫ ƒ ∫ ƒ

Az sonra, Beşiktaş’tan Ortaköy’e her zamanki gibi 1 metreyi 10 saniyede giderken:
St. – Yürüyerek gitseydik daha iyiydi.
Aynı oğlan: – Ben demiştim ama dinlemedi (yanındaki kızı kasteder). 15 dk.da yürüyorum ben Beşiktaş’tan.
– O kadar mı?
– Tabi. 15, en fazla 20. Ortaköy’den hemen sonra zaten, köprünün altı.

2-3 durak ileride inerim. Ama yürü babam yürü, Ortaköy’ü geç, köprüyü, Reyna’yı, başka 2 klübü, yürü yürü, toplam yarım saat, o da anca yolun bir kısmı. Zaten İstanbulluların ulaşım mevhumlarına da hasta (deli) oldum. Şuradan Taksim’e nasıl giderim diyorum. Oradan 5 dk.da Kozyatağı’na geçersin (nasıl geçiyorum, aralarında altgeçit mi var, sürekli raylı bir koltuk sistemi mi akıyor?), oradan Taksim kolay. Nasıl kolay? Allah bilir, bir otobüsten inince diğer durağa kadar otobandan atlaman gerekiyordur. Anladım ki siz İstanbullular için bir yerden bir yere ulaşmak hayatın amacı. Taksim’den Beşiktaş’a nasıl giderim desem şuradan Kadıköy’e taksi dolmuş var, oradan Üsküdar’a geçersin, Üsküdar’dan Beşiktaş zaten 5 dk. diyecekler.

≡ ≡ ≡ ≡ ≡

Dolmuşun kapalı kapısını tıklatıyorum, adam açıyor, girip oturuyorum. Şoför ve yanında arkadaşı radyoda garip bir program dinliyorlar. Cumartesi gecesi ne yazık ki Beyoğlu karakolündeydik diye anlatıyor dj. 2-3 dk. geçiyor, şoför dönüyor:
– Nereye gideceksin?
– Soyak.
– Ben gitmiyorum ama, arkadaşı bırakmaya gelmiştim. Birazdan belki gelir.

Ð Ð Ð Ð Ð

Dolmuşçu şoför durup kaldırımda yürüyen klasik Evanescence’çı bir kıza seslenir: – Ne tarafa gidiyorsun?
Kız bir yer der, anlamadığım.
– Köprüye dek bin, oradan gidersin.
Kız kararsız kalır, sonra çocuk gibi bir ı-ıh mimiği yapar başını iki yana titretip, yürümeye devam eder.
Ben şoförün kızın açık bluzüne takıldığını düşünürken o içerdekiler duysun diye “bu dolaşıp duruyordu Kadıköy’de. Parası yok herhalde diye gel köprüye kadar dedim, ama…”

Ω Ω Ω Ω Ω

– Soyak için nerede ineceğim?
Arkadaki bir kadın atlar: – Kemal’de sağlık ocağında inip aşağı yürüyeceksiniz.
Deminki şoför: – Abla muhtar gibi maşallah.

Λ λ Λ λ Λ

Taksici: – Burası Mustafa Kemal. Normalde buradan birini almam da baktım sen düzgün birisin, burada kalma dedim. Burada her türlü örgüt var. Seni burada öldürseler polis gelene dek 5 kere soyarlar. Otobüs yaktıkları yer var ya, burası.

© ® © ® © ®

Sonra, insanların lisansüstü eğitimi niye yaptığı ve keten ceketler üzerine uzun bir sohbet yaptığımız ilginç bir satış elemanı, konser kızları, şoförler, şoförler, şoförler (bu şehirde yol konuşmaya bayılıyor herkes), otobüs şoförleri, dolmuş şoförleri, halk otobüsü muavinleri (onlar niye hala var?), konser sonrası otobüsteki arkadaş çift -ama kız oğlanla ilgileniyordu, söyliim-, Taner Berksoy, garsonlar, ve daha hatırlamadığım birsürüsü…

h1

quelche foto

17 Temmuz, 2008

h1

akşamüstü arabada giderken athena çalıyordu

5 Ekim, 2007

Ψ bu post kendini yansıtmaktadır ψ

Tam öyle değil aslında. Bir defa akşamüstü değil, basbayağı akşamdı. Karanlık olduğunu hatırlıyorum. Hem zaten, karadan 2-3 dk.lık birhızlı tekne yolculuğu ile varılan 3-4 kiliseli adada güneşin batışını seyretmiştik.
Sonra araba da değil, dolmuştan bozma birşeydi. Şunun gibi: 2007-08-24_00036.jpg Pencerelerden bazıları yoktu. Kapıyı da pek kapatmıyorlardı.
Sonra yaptığımıza gitmek de denemez pek, daha çok sallanıp yuvarlanıyorduk.

Ama Athena çaldığı doğru. Oradaki tek kaset o muydu, veya müzik sistemine bağlanan minik basit mp3 çalardaki tek albüm müydü, öyle birşeydi. Ska da sevmem aslında. Ama o anda gerçekten iyi gitti. Yani mirk elam’dan her gece filan olsa daha iyiydi tabi ama iyi idare etti.
Aslında deniz, üstüne güneş batışı gelince bir yorgunluk çökmesi ve durgunluk beklenebilirdi ama nedense hiç öyle değildi. Kanımız kaynıyordu. Özellikle benim.

Şoför koltuğundaki uzun saçlı oğlan müziği hareket ettikten hemen sonra açmıştı. Diyelim bu (aslında bu sanırım 2. şarkıydı). Hızlı ritmli, oynak birşey. Sesi de sonuna vurunca minibüs inlemeye başladı. Hatta baştan ritmle beraber minibüsü de sarsıyordu şoför, frenlerle. Ormanın içindeki daracık, bol virajlı ve karanlık bir yolda gittiğimiz düşünülürse bu pek de akıl karı değildi belki. Karşıdan birşey gelince sakinleşip kenara çekiyorduk.
Birileri dansetmeye başladı. Dikkat ettim, hep yabancı kızlar. Bir Rus, iki Ukraynalı ve daha çok salınıyor olsa da bir İtalyan. Dolmuşun ön koltuğunda oturup ya onları seyrediyordum, ya da içeriyle uyumsuz ama gözalıcı biçimde huzurlu olan dışarıyı.

“Hadi Simon, oturmaya mı geldik” gelince en arka sıradan, işin başa düştüğünü anladım. Bensiz hareketlenmeyecekti minibüs. Önden kalkıp ortalara geçtim. Demin de söylemiştim sana, güzel oluyor. Ben olunca dansedenler arttı birden. Nedense. Çünkü hepsini daha 1 gündür tanıyordum. Birara açık kapıdan uçuyordum. Ama hoş oldu, tutundum son anda.

Sonradan hepsi geride kalınca iyi hissettim. Hala dışıma çıkabildiğim için. Hala kıpır kıpır olabildiğim için. Bir de hala limboda çıtaları iyice aşağılara indirdiğim için.