Archive for the ‘edepi’ Category

h1

Kurt Wallander, Aurelio Zen

22 Haziran, 2011

(Aslında birkaç gün daha yazmazdım, ama burayı açıp Tayyyip hikayeleri ile karşılaşmanın olumsuz havasından (ben elektrik demiyorum) sıkıldım).

Öncesinde yıllardır görmediğim bir arkadaşımı geçen yıl bulup sürpriz ziyaretine gitmiştim. Sohbetin bir noktasında eşinin polisiye roman sevdiğini, mesela İsveç’ten Wallander diye bir karaktere bayıldığını, BBC’nin de o romanları Kenneth Branagh’lı diziye çektiğinden bahsetmişti. O Wallander şimdilerde cnbc-e’de.

Kurt Wallander, artık bildiğimiz her dedektif gibi sorunlu bir aile hayatına sahip, eşinden ayrılmakta (bu artık dedektifler için söylenmeye bile gerek olmayan bir tanıma dönüştü: klişeden genele). İşi tüm hayatının önüne geçmiş durumda. Hatta bazı geceler işyerinde, masasına dayalı uyuyakalıyor. Üzerinde çalıştığı cinayet davalarında faillerin aileleri hep çok berbat davranıyorlar ona. Kızı onu gerçek hayata döndürmeye çalışıyor, internetten birilerini ayarlamaya çalışıyor, ama o hoş kadınlar da ondan bilgi almak isteyen kişiler olabiliyor. Çalıştığı davanın karmaşıklığı onu da karıştırıyor bir süre, ama sonra herşeyi pek güzel çözüyor. Ve son derece sıkıcı bir station Volvo kullanıyor. Yani herşeyiyle tam ben.

Aurelio Zen’in başına ne geldiyse -iyi ya da kötü- dürüstlüğünden gelmiş. Korkunç İtalyan bürokrasisinde (bizdeki onlarınkinin yanında cennet kalıyor) herkes işini yoluna uydurur, ikide bir değişen hükümetlere göre yönünü belirlerken o içgüdülerini ve ‘vicdanını’ dinlemiş. Herhalde eşiyle de aynı şeyler etkili olmuş, dedim ya, söylemeye gerek yok, karısı terketmiş. 40’larında ve annesiyle yaşıyor. Atandığı, politik açıdan karışık davalar onun içgüdülerinin de etkisiyle çok zorlanmadan çözülüyor. O da bunu, işyerinde canını sıkan hemcinslerinden kurtulmak için bir fırsat biliyor. Ve son derece estetik ve atak bir Alfa Romeo kullanıyor. Yani herşeyiyle tam ben.

İki dizi de BBC projeleri, ikisi de farklı ülkelerde ama tamamen İngilizce konuşuyor. Kimse aksanlı değil, ama tek istisnası, Zen’in işyerine yeni atanan tam klasik İtalyan tipli kadının bariz Akdenizli aksanı. Olabilecek tek gerekçe de o aksanın sek sapeli (BBC’de holivut etkisi).

Diğer yandan, ikisine de çekildikleri ortam damgasını basıyor. Wallander’ın yaşadığı orta halli Ypstad’ın (İpstad, bir nevi İpsala) korkunç sıkıcılıktaki yeşil tarlaları, şehir içi evler arası uzun yolları, insansız boş yeşil alanları, ormanları, batmayan güneşi ve çöken sisi, gel de bir cinayet işleyelim, maksat bir hareketlilik olsun diye bağırıyor.

Zen’in, her parke taşı yıllar boyu Vespalar tarafından cilalanmış ve akşam çökünce sokak ışıklarıyla parlayan Roma’sı ise hiç de suça davet çıkarmıyor, olsa olsa ‘iş çıkışı, yok canım, beklemeye ne gerek var, gel şimdi bir kadeh birşey içelim’ diyor.

___________________

Wallander Çarşambaları, Zen Cmt.leri 9’da cnbc-e’de. İkisinden de az var, Wallander toplam 6, Zen 3 tane çekilmiş henüz.
[Düzeltme ve af: Yazdığım akşam belli oldu ki Wallander’i topu topu 2 bölüm sonra kesmiş cnbc-e, yazlık programa geçtiğinden. Daha yeni, Çarşambaları diye o kadar reklam yapmışlardı halbuki, saçmalamışlar o yüzden. Ama en azından haberiniz olsun, başka bir dönemde gösterirler, veya bir şekilde karşınıza çıkar nasılsa. Zen ise Cmt.leri devam ediyor.]

h1

Türk dediğin = Bol kebap, az Pamuk

31 Ağustos, 2009

31 Ağustos transferin son günü. Bonservisim elimde bekliyorum. Yalnız, Toronto başkanı Hidayet’e özel jetini göndermiş, ben de aynı muameleyi isterim.

________________________

Birkaç ay önce gastede ‘Lucca’da dönerciler yasaklandı‘ diye bir haber vardı. Irkçılıktan bahsetmişti yorumcular. Bense Lucca ve dönerci kavramlarını yanyana düşünememiştim. O kadar aykırılardı ki. Aynı haberde geçen ‘Pisa’da 16 dönerci var’ sözünü ise hiç kafam almamıştı.

Gittim, gördüm:

IMG_2357
Burası Pisa’nın en turistik, en pahalı sokağı. Karşısında, az ileride Armani var. Ondan sonraki restoran gayet lüks. Bu arkadaşın fiyatlarıysa -resimde biraz fazla minik kalacaktır- 3-4 euro civarı.

IMG_0107
(şu an bilinmeyen bir sebepten ötürü döndüremedim).
Bir Ye Kebab (sahibi dilimiz bozuluyor diyerek Türkçe’den ödün vermemiş) Floransa’da ara sokakta.

IMG_0243
Star Kebab da öyle. Merkeze yakın ama biraz daha ucuz otellerin, restoranların olduğu bir sokakta. Resmi çekerken içeriden ağdalı bir arabesk geliyordu. Uzanıp pardon, bu çalan kim dedim. Gülümsedi içerideki adam, Azer Bülbül dedi.

Arkadaşımın bir arkadaşı, Türk deyince iki şeyden bahsetti (öyle olur ya, karşınızdakinin ülkesiyle ilgili bildiklerinizi, aklınıza gelenleri söylersiniz). Pamuk ve dönerciler. Hatta biri bir dönerci söyleyince diğeri,  o Türk değil, Kürt diye düzeltti (nasıl ayırıyorlar bilmiyorum ama pek meraklılar buna). Yurtdışında bizi bunlar temsil ediyor işte. Çoğunluk Pamuk okumadığına göre herkesin her yerde karşılarına çıkan dönerciler. (Ve inanın, ben oradayken değil Pisa-Floransa, koca ülkede bir adet dönerci görmemiştim, hiç de olmayabilir; hatta benim aklıma gelmişti, burada bir dönerci mi açayım diye).

Lucca-dönerci haberinde de herkesin aklına pizzacılar gelmiş. Ama oradaki dönerciler bizdeki pizzacılar gibi değil. İtalyanlar gelip burada pizzacı açmıyor. Ve bence sorun şu ki oradaki tüm dönerciler en adi etten, onu da yakarak ve fazla yağlı yapıyorlar döneri, yani güzelim bir yemek geleneğinin en kötü halini sunmaktan başka birşey yapmıyorlar. Aynı burada açtığı köşede sokaktaki diğer dönercilerle rekabet ediyormuş gibi ucuz fiyat üzerinden götürüyorlar işi. Bununla ilgili olarak ‘yurtdışında hep dönerci var, ama bir tane bile Türk mutfağı restoranı yok’ denir ya, sadece o değil, dönercilerden bir tanesi de çok kaliteli bir restoran yapayım, kaliteli etlerle illa pahalı değil ama masada yenecek şekilde bir yer tasarlayayım, iyi pişireyim, iyi servis edeyim demiyor (yani isteyene açık bir pazar var). Temsil sorunu da tam burada. Ve böyle olduğu müddetçe, bence de müze gibi şehir Lucca’nın merkezinde dönerci olmasın.

Pamuk’a gelince, onu sevmeyenler bir de yurtdışından baksın olaya. Açık ara en tanınan Türk, Pamuk. Kitapçılarda Orhan Pamuk denince anlamıyorlar ama Pamuk deyince en basit tezgahtar bile biliyor. Hep en önlerde, en ortalıkta. Hem Amerika gibi sadece yenileri değil, tüm kitaplarını çevirmişler. Kimse de nobel alırken dedikleri gibi ‘yazdıkları yüzünden değil, söyledikleri yüzünden okunuyor’ diyemez herhalde.
IMG_0301

h1

Biz insanlara ‘Gel’ diyenleriz

7 Haziran, 2009

“Ne var ki, her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, ademoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı. Çünkü onlara göre, ancak hiçbir şey bilmeyen bir masum, gördüğü anda O’nu tanıyabilirdi. Bunun için belki de, ölmeden önce ölmek gerekiyordu. Ölmek aslında, içindeki şarabı tamamen döküp billur kadehi boşaltmak gibi, her şeyi ebediyen unutmak ve artık hiçbir şey bilmemek demekti. Nasıl ki ancak boş bir kadeh İsa’nın kanıyla doluyorsa, aynı şekilde sadece her şeyi unutan bir gönül ilahiyle dolardı. İşte “Galata Mevlevihanesi’nin şeyhi” olarak tanınmaktan ziyade, “ney” denilen o muhteşem, derin ve bir o kadar da yalın saz, hazakatle ve ustalıkla üfleyip gönülleri açmasıyla bilinen Neyzen İbrahim Dede Efendi, bu esin dolu insanlardan biriydi.”

“Neyzen İbrahim Dede neyine el atıp onu öptüğünde dergahtakiler düğün bayram ederler, o bir besmele çekip neyini üflemeye başladığında kendilerinden geçerler, coşarlar ve mest olurlardı. Ama ne yazık ki, bu şeyh bilerek, ney üflerken ya bir perdeyi azıcık pes veya tiz çalar ya da bir sesi fazlaca uzatır, yani mutlaka bir, sadece bir tek hata yapardı. Kendisine, “Erenler, zirguleyi biraz dikçe üflediniz!” veya “Peşrevin ikinci hanesinde bir ara usulü kaybeder gibi oldunuz” diyenlere daima şu cevabı verirdi:
“Kusur, benim imzamdır.”
Ardından da şunu söylemeyi de ihmal etmezdi:
“Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.”

Bu şekilde sessizliğin sesini duymak ve karanlığı görmek üzerine geçen birçok hoş sayfadan sonra son paragrafın bitimindeki tarih ve mekan bana aynı önceki seferki şaşkınlığı yaşatıyordu:
5 Haziran 2009, Bostanlı.

_________________________

Peki, 5 Haziran 2009 demiyordu ama 30 Ağustos 2007 diyordu. Bence dün gibi yakın bir tarih. O sırada ben ne yapıyordum acaba, yine Bostanlı’da? Gitmek üzere hazırlanıyor olmalıyım, -Eylül başlarında gittiğime göre-. Onun sıkıntısı ve siniri üzerime sinmiş olmalı. Fuar zamanı, belki o gün gezmeye gitmişimdir. Gitmeden yapılacak son işler, ilaçlar, marketten çorbalar, pudingler, köfte harçları. Gereksiz bir uğraş.
Önemli olan, o günden bu yana o kadar ay geçmiş. Bana çok yakın gelmesinin nedeni, herhalde arada çok az şey yapmış olmaktan. Oysa, bu sürede evlenip bir çocuğu olan, hatta çocuğu konuşmaya başlayanlar vardır. Veya bir işe girip önemli bir deneyim kazananlar, yükselenler, iyi paralar kazananlar. Çok yer gezip arkadaşlarıyla çok biraraya gelenler, eğlenenler.

Bu tip zaman geçişi konularını hiç anlamıyorum.
Bir adam dibimde bir yerlerde ne dünyalar yaratıyor, an be an. Bense an be an zamanı öldürüyorum. Sonra da şaşkın şaşkın arkama bakıp nereye gittin diyorum.

h1

Koca Çınar’ın Sotiz’e yolüstü karaladığıdır

13 Mart, 2008

S: – sizden defterime hatıra birkaç kelime yazmanızı istesem çok mu yersiz olur acaba?

YK (yapı kredi): – yavaş konuş yavrum, dur da anlayayım ne dediğini.

S:- şey diyordum, ne olur benim için şuraya bir şeyler karalasanız?

YK (yekta kopan): – hehehe, zaten yazdım yazabildiğim kadar bunca zaman, sevmem ben öyle şeyler.

YK (yakup kadri): – (saçını okşar) Ama madem çıkmışsın karşıma, seni mi kırcam be kız, ver bakalım, bu da ilk olsun:

Dersin ki Asyanın bozkırından çadırlarını alıp, atlarına binip, devesini, koyununu, keçisini, malını toplayıp Anadoluya bir periler kavmi geldi. Her biri bir taşa dokundu, nakış oldu. Tuttuğu taş nakış oldu. Sonra kümbet oldu, cami, tımarhane, kervansaray, han oldu… Perilerden biri de burada karşıma çıktı, bana bir defter uzattı.”

h1

bık.tım. dün.ya.yı sır.tım.da taşımaktan

26 Ekim, 2007

skör isterse boynumuz kıldan ince. beni anlatan dizeler bunlar olabilir mi:

bıktım dünyayı sırtımda taşımaktan
hayatın yorgunuyum ben rahat vurgunuyum ben…

…ilk ciddi imzamı nikah dairesinde attım
hiç unutmam o soğuk kış günü kan ter icinde kaldım
sıkıntıdan çatlayacaktım”

Peki, daha anlamlı ve doğru dizeler bulalım. Beni anlatmıyor olabilir ama istediğim dünyayı anlatıyor desem deyip buraya koyduğum mozaik dizelerini çıkardım, ama bu mozaik geri dönsün diye imza atmamamızı gerektirmez yine de. Bir şarkısını bulursam da çalayım yakınlarda.

ekle: bir de şunu hatırladım, tam beni anlatıyor olmasa da tonunu çok yakın bulduğum:

bütün kabile kızar bana
derler bu adam çalışmaz mı
bu adam hep düşünür mü
bir kuş ölmüş diye üzülür mü

gündüz böyle diyenler
gece olunca
ateşler yakılınca
denizler çoşunca
ben bir şarkı söylerim yorgun insanlara
bakın bakın martılar uçar
bakın bakın yıldızlar koşar
bakın ne güzel bir hayat var dünyamızda
bir hüzün çöker bir garip olur insanlar
yaklaşırlar birbirlerine
şarkım sürer sabaha kadar
melekler uçar üstünüzde
şarkım sürer sabah kadar
melekler uçar üstünüzde

bu sabah uyandırmamışlar beni
ava giden dostlar
ne güzel, ne güzel…

h1

Gurbete düşmüşlerin başına çöktü damlar

10 Nisan, 2007

Yuvamı çiçekledim, aşağıları resimledim. Hepsi sen bir meleksin diye. Yollarını bekledim. Görüneeceksin diye. Senin için, kandiller. Tutuştu. Kendisinden. Resmine sürme çektim. Kandilleerinden isinden.

Yana yeni sayfalar ekledim. Hepsi senin için. Saksıda, incilendi yapraklar. Söylendi, gelmez diye. Uzaklar. Senin içiin.

h1

Bayan Jane Lead’in 1694’de Londra’da Öğrendiklerine, Gördüklerine ve Karşılaştıklarına Dair Deneysel Bir Anlatı

27 Aralık, 2006

Dün gecenin bir yarısı, alışık olmadığım şekilde gözlerim kapanıyordu. Bir parmağım kitabın arasındaydı, üstümde battaniye, dalıp açılıyordum ikide bir ve parmağın olduğu sayfaya dönüyordum. 237. sayfaya gelmiştim ve belli ki yaprağın arkası sondu, oysa nedense 242’de bitecek diye sanıyordum. Şöyle diyordu o sayfa:

“… Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hala çözebilmiş değilim. Rendekar düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım, ama kimim? (1698’de) Galata’da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi İzmir’de oturan mahzun ve şaşkın adam mı (yoksa o gece Thames nehri kıyısındaki kimbilir hangi evden çıkan İngiliz beyefendi mi)? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek? Düşünüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisini düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Çünkü o, benim düşüm. Varolduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünüyorum. Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.”

Sonra Uzun İhsan Efendi oğluna veda ediyordu mektubunda. Bünyamin gülümsüyor, bekçiyi uyandırıyordu. Bekçi, ezelden beri uyuduğu uykusundan uyanıyor, kitap sona eriyordu. Altında
“26 Aralık 2006,
Karşıyaka”

diyordu. Bu satılardan sonra gözlerim kapanırken tüm dünya da karanlığa bürünüyordu.

27 Aralık 2006,
Karşıyaka

h1

uzun ihsan efendi

24 Aralık, 2006

– “Sizler, hepiniz, içinde yaşadığınız dünya, Konstantiniye, her şey, sadece ve sadece benim düşüncemde varsınız” dedi, “Rendekar yanılıyor: Düşünüyorum, ama sadece ben var değilim. Düşündüğüm için asıl sizler varsınız; sizler ve içinde yaşadığınız dünya”.

Hüngür hüngür ağlayan delikanlı, koluna girdiği babasıyla birlikte Galata’ya doğru ilerlerken Uzun İhsan Efendi hala,

– “Her şey ben ve benim düşüncelerimden ibaret olsa da bu dünyada yaşamak zevkli bir şey” diyordu, “Sen! Oğlum! Sen benim zihnimde bir düş, bir düşüncesin. Bana şu anda dokunuyorsun. Ama ben sana dokunamıyorum. Çünkü düşlere dokunmak mümkün olabilir mi?”

h1

bugün güzel bir gündü.

9 Aralık, 2006

çünkü bugün bir güzel ağladım. Orhan Pamuk’un konuşmasının metnini okudum ve ağladım. Sadece gözlerimden iki damla yaş gelmedi, bayağı bayağı ağladım. Anlattıklarına ağladım, metnin etkileyiciliğine ağladım, yalnız odasına kapanan, kalabalıktan uzak adam figürüne ağladım, kendime ağladım, çok sevdiğim birinin başarısına doya doya ağladım, değerinin topraklarımızda bilinmemesine ağladım, tabi ki baba figürüne ağladım, o konuşmayı izleyememiş olmaya, olmam gereken yerde olup kendi insanımla paylaşamadığıma ağladım, dur, şimdi de ağlamayayım, doğumunu bildiğim Rüya’nın ne kadar büyümüş olduğuna ağladım, kara kitap’ı okuduğum günlere ağladım, ağlamak güzeldir, süzülürken yaşlar gözünden dedim, ağladım. Sonra da mutlu bir şekilde dışarı çıktım.