Archive for the ‘geçmiş ki hayali’ Category

h1

Buralar Sonsuz Yedek Parça

20 Eylül, 2020

Bloğun altın günlerinde ki o zamanlarda geçen hikayelere evvel zaman içinde diye bile başlanabilir, önce bir akşam Çeşme’den dönerken eve çok yakın bir ara sokakta radyatör patlamıştı. Tam da akerdeonlu bir roman ve eşi şarkılar söyleyerek oradan geçerken. 2-3 gün sonra da uzakta bir oto sanayisinde yedek parça evrenine dalmıştım. Bir yandan Ağustos sıcağı, bir yandan bir torbayla patlamış karbüratörü taşıyordum. Sonra da yeni bir tane alıp iki karbüratörle dönmüştüm. Ama girdiğim bir çıkmacıdaki sonsuza doğru uzanan yedek parçaların görüntüsü aklıma kazınmıştı.

O zamandan beri sürekli bize yakın olan oto sanayisine gittim. Zaten o zaman da oraya gitmiştim de arabanın sahibi abim orijinalini alma diye 2. Sanayi’ye göndermişti. Ama şimdi işim düştü. Eski arabamın değişmesi gereken iki basit parçası var bir süredir. İçini yıkarken plastik parçalara garip bir kimyasal madde sürmüşler. O madde güneşle beraber plastiği eritmiş gibi yapış yapış yapmış. Internette 1-2 tane var iki parça da ama anlamsızca pahalı geldi bana. Bize yakın olan Ata Sanayi’nde yok. Niye 2. Sanayi’ye bakmıyorum dedim. Zaten gidesim geldi.

Geçen sefer dedelerin işlettiği evle yedek parçacı arası garip yerlere girip çıkmıştım. Mutfakta radyatörler duruyordu, duvarda asılı tavalara yakın. Bu sefer öyle olaylı geçmedi. 2. Sanayi sıradandı. Parçaları bulamadım. Bir yerde yaklaştım, ama uymadı. “Ben yıllar önce büyük bir çıkmacıya gelmiştim buralarda, o ne tarafta kaldı” diye sordum ilgilenen genç adama. “Ünallar, İzmir’deki en büyük yedek parçacı”. Tarif ettiler ama ben bir türlü bulamıyorum.

Ağaçlıklı Yol’dan girilecek. İzmirli olup o yolu bilmeyen İzmirli değildir. Ege Üniversitesi’ne çıkıyor yol. Ben de ortaokulda 4 yıl boyunca okula oradan gidip gelmiştim. Ama şimdi birçok yol tek yön. Bir yeri kaçırdın mı dönüp duruyorsun. Bir kavşaktan döneceksin dediler. İki kavşak var, ikisinin de her çıkışına girdim, yok.

Sonra yakındaki 3. Sanayi’ye gittim. Orası İzmir’in en merkezi yeri sayılır. Oto sanayi olmak için fazla değerli. Birkaç yıl sonra işmerkezi-avm-rezidans atağına uğrayacağına eminim. Orada bir kez daha tarif ettiler. Kavşakların birinde hiç dikkat çekmeyen bir yan yol. Girdim ve orada. O anda anılar üşüştü. Ama çocukluğundan bildiğin bir yere tekrar gittiğinde hem çok tanıdıktır hem de hatırladığından çok farklıdır ya, öyle bir durum.

Genişçe bir giriş alanı, kenarında bir masa ve birkaç adam birşeyler konuşuyorlar. Girerken biri sordu, söyledim aradığım parçayı. Masanın arkasındaki adama yönlendirdi. Konuşmalarının bitmesini bekledim. Sordum, yok dedi pek de umursamadan. İşim bitmişti ama ben görmek istediğim, 3 boyutta sonsuza doğru uzanan yedek parça deposunu görmemiştim. Girişten birşey de belli olmuyor. Solda bir oda, karşıda bir oda, bir de sol çaprazda birkaç kapı filan var, ama çok devamı var gibi görünmüyor. Kimse benimle ilgilenmediği için oraya yaklaştım. Arada gözüken dar aralıktan birkaç adım attım. Resimler geçen seferden. Bu sefer biraz da çekinip çok ilerlemedim. Zaten yanımda telefon-foto makinası da yoktu. Geçen sefer bir de küçük foto makinası taşımışım.

Zaten resimlerden anladığım, girişi parçalardan temizlemişler. Aksak’ın (Hırsız Polis) işyeri gibi düzgün, biraz daha steril hale getirmişler.

Burası çok fantastik bir yer. Hatta iddia ediyorum, gezi kitaplarına girmeli. Turistler için turlar düzenlemeli. Zaten İzmir’de mutlaka görülmesi gereken neresi var ki? Ünallar Agora ile yarışır:))

h1

Vinci’de bir sabah

10 Kasım, 2017

Kami İran asıllı bir Amerikalıydı. Aslı Kam’i’ydi sanırım ama şimdi kesmeyle uğraşmayalım. Roma’dan dönerken trende tanışmıştık. Sanırım ben kondüktörle kavga etmiştim, onu anlatmıştım. Biletsiz gitmek için klasik numaramı yaparken yakalandığım bir yolculuk vardı, o olabilir diye düşünmüştüm. Ama o olamaz, çünkü o numara için önceden bir yolculuk yapmış olmam, yani önceden bir biletimin olması lazım. Oysa Kami’nin geldiği evde yazın kalmıştım. O da Roma’ya ilk gidişim. Yani kondüktör tartışması anlatmamış olabilirim, beynin klasik hafıza oyunlarından olabilir.

Kompartımana girerken onun oturduğu yeri net hatırlıyorum ama. Hani trene binmişsindir de bir yerin yoktur, vagonlar boyunca yürüyüp kompartmanlara bakarsın. Bazen kapıdan belli olur, bazen kapıyı açıp bakman gerekir. Roma’dan dönerken birçok kompartmanda güneyden binmiş, üç kişilik koltuklara uzanıp uyuyan öğrenciler olurdu. Onları ve doluca olanları geçmiştim, Kami’yi tek görünce direk girmiştim. Düz tarafta, cam kenarında oturuyordu. Yalnız, bir dur şimdi. Ben bu kadar detaylayınca niye romantik birşey anlatıyormuşum gibi oldu? Kafamda çok kere yazmıştım bu yazıyı, hiç öyle gelmemişti. Genç bir erkekten bahsettiğimi söylesem fark eder miydi, bilmiyorum, ama yok anything romantik. Sadece anıma tüm detaylarıyla sahip çıkıyorum.

Neyse, ben de karşısında ortaya oturdum sanırım. Kondüktör kavgası olmasa da anlatacak bir durumum vardı. Anlatan bendim çünkü. O sakin dinleyen kişiydi. Belki koşa koşa yakalamıştım, belki başka birşey.  Hatırlamıyorum ama hep aklıma kondüktör geliyor. Şimdi aklıma gelen birşey, sanırım ben o kompartmana Roma’da değil de daha sonra gelmiştim. Belki önce oturduğum kompartmanda sinir eden birşey olmuş. Neyse.

Kami klasik bir Amerikalı gibi rahat, ayakları karşı koltuğa uzatmış oturuyordu. Amerikalılar rahattır, yabancı -ya da yeni diyelim- biriyle muhabbet etmekte hiç çekinmez. Ama o, orada kalır. O bakımdan da İranlılık ağır basıyordu Kami’de. Trende iyi sohbet ettik -2 saat filan. Sonra birkaç kez telefonda konuştuk. O bir kere Pisa’ya geldi. Ama benim için biraz zoraki bir akşamdı sanırım. Ben özellikle çağırmazsam pek misafir sevmem zaten. Zaten Pisa’da n’apılır ki? Ben tiyatro-sinema-konser-her türlü gösteri sanatı-birşeyin festivali yoksa (onların çoğu da yakın kasabalarda olurdu) evde televizyon izlerdim. Onla okul yemekhanesinde yiyip (okul bağım yoktu ama orada yerdim) muhtemelen birşey içmeye gitmiştik. O da olsa olsa şehirdeki sanatsal sinemanın kulübünün barıdır.

Onları değil de ev kısmını hatırlıyorum. Şehrin en merkezi caddesindeki eski bir binada (merdivenlerde bir plaket vardı, hatırlayamıyorum, ama 15.-16. yy. gibi uçuk birşey yazıyordu), yaşlı bir kadının yanında, Sicilyalı bir oğlanla aynı odada kalıyordum. Kadının büyük ve biraz akli sorunları olan bir oğlu vardı. Kadın, kötü demeyeyim ama çekilmez bir insandı. 2 kuruşun hesabını yapar, geç saatte ışığımız açıksa şalteri indirirdi. Ama oda arkadaşım Loreano sempatik, iyi bir oğlandı. Aslında biriyle aynı odada kalmayı tercih etmezdim, ama orayı bulurken acele etmem gerekiyordu, işin o tarafına girmeyeyim şimdi.

Anca 2 ay kalmıştım zaten orada. O odada kalmaya başka birileri gelecekti. Kadın da herhalde daha çok para alacaktı ki bize yer ayarlamaya çalıştı biraz mahcup bir şekilde. Hatta bana bir dişçi muayenehanesi ayarlamaya kalktı, “o gündüzleri, sen akşam kullanırsın” diye de ben pek ciddiye almadım. Sonra da sevdiğim bir ev buldum. 

Dönelim. Odamız, evin caddeye bakan, yani herhalde salon gibi düşünülmüş odasıydı. Bayağı büyüktü, 3 tek kişilik yatak vardı. Tavanlar zaten çok yüksek. Loreano cam kenarındaki, ben duvar tarafındaki yatakta yatardım, ortadaki boştu. Kami evinde yerde yattığından bahsetmişti. Geldiğinde istersen ortadaki yatakta yatabilirsin demiştim. O da yatmıştı. Geççe gitmiştik eve, atıyorum, 1 filan. Loreano uyuyordu, haberi de yoktu. Sonraki gün anlatıyor: “Bir uyandım, yerde biri uyuyor”. Nasıl gülmüştüm. Yerler de taş bu arada. Kami’nin gidişini hiç hatırlamıyorum. Benden önce kalkıp gitmiş olabilir.

Bir kere de ben ona gitmiştim. Ama onun yaşadığı yere gitmemişim. Öyle sanıyordum, ama demin Loreano’nun adını hatırlamak için eski mini telefon defterlerime baktım. Kami’nin 2 numarasını yazmışım, biri cep, biri Emp. yazmışım. Empoli yani. Empoli’ye hiç gitmedim de Vinci’de buluştuk. Vinci deyince farkeden olmuştur. Leonardo da oralı hani. Adamla ilgili bir müze var şehirde. Daha çok teknik çizimleri, onlardan yapılma maketler gibi şeyler. O yaz bazı akşamlar da açıktı, bayılırım gece müzeye, ama gidememiştim. O da oradayken niye bir akşam gitmedim ki diyordum, demek bundanmış.

Kami’nin doğumgünüydü, Vinci’de sevgilisi vardı. Bir de Amerika’dan bir arkadaşı gelmişti. Bir bara gittik. Kami’nin sevgilisi büyükçe bir kadındı. Kami benden 1-2 yaş büyüktü. Kadın da tahminim 8-10 yaş büyüktü. Düşünceli, iyi birine benziyordu. O da Amerikalı. Arkadaşıysa klasik bir Amerikalı’ydı, harala gürele. Onu çok sevmedim, ama zararsız.

Ben çok dahil değil gibiydim barda. Barda iki genç gitar çalıp söylemeye başlayınca biraz düzeldi. Klasik şarkıları söylüyorlardı. Stand by me’yi net hatırlıyorum, çünkü çok severdim. Ona çok benzettiğim bir şarkı vardır: Lean on me. Gidip onu biliyorlar mı diye sormuştum, bilmiyorlarmış. Sanki mutlaka bilirlermiş gibi gelmişti ama abd dışında çok duyulmadı. Sittin on the dock of the bay’i söylediler. Biz de eşlik ediyoruz, zaten içmişiz. Ben de şarkının sittin on the dark side of the bay olduğunu sanıyorum, öyle söylüyorum. Ama ne bileyim, zaten dock. of the bay derken bir durak var, sanki biraz yutuyormuş gibi. Benle alay ettiler masada. Yeri geldiğine göre şarkıyı es geçmeyelim, o moda girelim.

Çıkınca kadının evine gittik. Müstakil bir ev. Geç olmuştu. Bayağı da içmiştik. Zemin katta divanlara yayıldık çok birşey konuşmadan. Çok değil, 2 saat sonra filan uyandığımda hava aydınlanmıştı, kadınla Kami dışarıdaydı. Sanırım arkadaşı daha uyanmamıştı, o az sonra geldi. Vurgulamam gerek, şehir içinde bir sokaktan girdik eve. Evin diğer tarafındaysa doğa vardı. Cam kapıdan çıkıyorsun, bahçe ileriye doğru az bir eğimle uzanıyor, bittiği noktadan sonra önün Toscana. Hayatımda pek öyle bir manzara gördüğümü sanmıyorum ki ben pek öyle manzara insanı değilimdir. Yeşilin çeşitli tonları, üzüm bağları, ağaçlık bölgeler. Uçsuz bucaksız.

Bahçede konuşmadan yere oturup veya uzanıp seyrettik. Otis Redding de o şarkıyı böyle hislerle yazmış olmalı.

IMG_8054

Bu akşam bir mobilya broşüründe şu resmi gördüm. En yakını bu. Mobilya olduğuna göre İtalya, italya olunca Toscana olması çok mümkün.

h1

Çılgın Kalabalıktan Uzakta

1 Haziran, 2016

2013 Nisan’ıydı. Nereden aklıma geldi, bilmiyorum, şehirlerin en sevdiğim yerlerini yazmayı düşündüm buraya. İstanbul’da Gezi Parkı, Ankara’da Kale. Ankara için başka yerler eklenebilir, ama İst’da tekti Park. O yüzden bunu yazmadan olaylar çıkınca sinir oldum. O iddiasız ama kritik konumdaki ama tehlikeli ama aynı zamanda da sakin parkı öncesinde ben seviyordum. Milyonlar değil. Üstelik daha sevgimi ilan edemeden herkesin sevgilisi olmuştu.

Orada geçirdiğim hoş bir saat vardı. Bir film festivalinin sonundaki Pazar akşamında, Park’ın hemen dibindeki bürolardan birinden (yanındaki caddedeki Pamukk, K.Koç, veya aşağı doğru Gümüşsuyu’nda Varan veya Ulusoy) Ankara’ya otobüse binecektim gece yarısı. Beklerken parkta bir banka oturdum ve radyodan maç dinledim. Fener’in şampiyonluk yolunda önemli bir maçıydı. Antep’le oynuyordu. İnanması zor gelebilir ama Antep’in de bir şampiyonluk iddiası vardı. Bir takım daha vardı yarışta, muhtemelen GS. Devreyi Antep deplasmanda 3-0 önde kapatmıştı. O Fener takımını sevmiyordum. Başında Denizli vardı -sevmem. Forvetleri Revivo, Rapaiç -sevmem, sevmem, özellikle de Kennet Anderson -o daha Türkiye’ye gelmeden sevmezdim, hiç sevmem. Antep’in şampiyon olmasını isterdim, sonradan Bursa için hissettiğim gibi. Her gerçek sporsever underdog masallarını sever.

2. yarıda dinlemeye başladım maçı. Fener teker teker atmaya başladı. Yanıma oturan amca, önümden geçen tekinsiz tipler… Yaşadığın birçok anı hatırlamazsın da bazıları nedense yerleşir. 4-3 yendi Fener. Antep’in maçı satıp satmadığı hala bilinmiyor.

Parkın otobüs duraklarının yanındaki merdivenlerden girişi de hoştu. Klasik bir iyi mimari tanımlama cümlesi olacak ama birkaç basamak sonrasında meydanın o karmaşasından uzaklaşmış oluyordunuz. Sokak çocukları maç yapardı, merdivenlerin bitimindeki o geniş alanda. Ki ben Park’ın ilerlere, Divan Oteli’ne dek uzandığını, o bölümlerini bilmiyordum o zaman. Olaylar sırasında “Park’ın Divan Oteli yanındaki çıkışı” gibi şeyler duyduğumda çok şaşırmıştım. Hoş yeşillikler, gizli gibi duran merdivenler varmış meğer.

Bölgenin AKM tarafını da çok özel bulurdum. AKM’nin önündeki, alandan ayrılan geniş alan süper huzurlu bir buluşma alanıydı. Yanındaki, pahalı ama kaliteli duran Gezi Pastanesi ve yine okuyana garip gelecek ama AKM’nin yanındaki otoparkın altındaki devlet tiyatrolarının deneysel sahnesi. Orada bir oyuna gitmemiş olsam (kötü bir modern Hamlet) ben de şimdi herhalde karıştırıyorum, uyduruyorum derdim.

Ama en çok da -ki bu okunan bir blog olsaydı orayı kesin yazmazdım, 3 yıl önce de bu yüzden takılmış da olabilirim, çünkü duyulsun istemezdim- o otoparkın yanındaki dolmuş ve taksi duraklarının çay ocağı. Ya da benim İst.’da en sevdiğim restoran.

Orayı nasıl keşfettiğimle ilgili hiçbir fikrim yok. Ya bir arkadaşım götürdü ya da ben geçerken gördüm. Ama çok yedim. Kilim serili bir bank, önünde muşamba kaplı, alçak, masamsı birşey, diğer tarafında tabureler. Sonrasında 2. bir bankla biraz daha uzattılar. Ama toplam en fazla 8-10 kişilik bir yer. Menüleri de yıllarca değişmedi. Menemen, pilav ve ciğer. İstediğin kombinasyon alabiliyorsun tabi.

7 kişilik, İst’a özgü dolmuşların (önceden eski Amerikan arabalarıydı, korumayı beceremediler tabi) şoförleri ve taksiciler dışında giden de olurdu oraya. Daha çok da dizi çalışanları. Hem yer hem yanındakilerin ilginç diyaloglarını dinlerdin.

AKM boşaltılıp tüm meydan elden geçerken dolmuş durakları da taşınmıştı. Çay ocağı da yokolmuştu tabi. Ama sonradan dolmuşların yerine taksiler sıralasandığığ için yine konduğuyla ilgili çokça hayali bir fikrim var. Bakmaya da korkmuştum gittiğimde.

h1

Bill Clinton için geç değilse hiçbirimiz için geç değil

22 Ocak, 2016

Startalk diye bir program var Nat.Geo.’da. Neil deGrasse Tyson diye bir astrofizikçi, Richard Dawkins, Christopher Nolan gibi ünlülerle söyleşip seyircili stüdyoda bir komedyen ve bir bilimciyle o söyleşiyi yorumluyor. Geçen hafta Bill Clinton konuktu. Bahsettiği konular, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’ndan önce kendi büyük çarpıştırıcılarının (Desertron) olduğu ama ona kongreden parayı alamadığı için iptal olduğuna üzüldüğü, ama Genom projesini tamamladığı için memnun olduğu filandı. (Adamlar başka şeyler konuşuyorlar, bizim herhangi bir politikacının bilime bakışını düşünün bir de.)

Yalnız yaşlanmış. Ama bu, ülkesinin ilk First Gentleman’ı olup Hillary ile gezilere gittiği ülkelerin first lady’leri ile takılırken onu engeller diye düşünen var mı? Yoook.

Clintons -billclinton-eating

Burayı okuyanların malumudur, 2007’de seçimler öncesinde Gül ve Hillary’nin başkan olacaklarını, başkan ülkeye geldiğinde de Bill’in Hayrünisa ile flörtleşeceğini yazmıştım. Bunlardan hiç olası gözükmeyen olmuş, çok olası gözüken olmamıştı. 2 başkanlık seçimi sonrasında Hillary yine en büyük aday olarak başladı yarışa. Ne partisinde ne de karşıda öne çıkan bir isim yoktu. Başkanlık için gereken şeylerden birisi tanınırlık (bizde de öyle: Ekmel) ve tanınır tek bir Cumh.çi aday gözükmüyordu. Hillary için durum çok kolay duruyordu. Sonra Trump adaylığını açıkladı. Duyduğum anda parti adaylığını kazanacağına emindim. Başkanlık yarışı ise açık hale gelmişti.

Hillary’ye kendi partisinden de hiç beklenmeyen güçlü bir rakip çıktı, Bernie Sanders. Hillary ülke çapında önde görünse de 2 hafta sonra seçimi ilk yapılacak eyaletlerde Sanders önde.

Amerika’da parti içi yarışın saçma bir çizelgesi var. Eyalet seçimleri aynı anda yapılmıyor, böylece ilk yapılan eyalet seçimleri tamamen momentumu belirliyor. Bunu 2004 seçiminde acı bir şekilde yaşamıştım. O yıl Eylül’de gittiğimde ilk 10-12 gün otelde kalmıştım ve bu yüzden berbat hissediyordum. Önceki evimden yaz öncesi ayrılmıştım, yeni ev arıyordum ve oradaki 2 yıl sonrasında kalabileceğim arkadaşım yoktu. Gecesine 100-110 bayılırken ne zaman ev bulabileceğimi, yani bulduğumda ne kadar içeri girmiş olacağımı bilmiyordum.

O günlerin kahramanı Howard Dean olmuştu. Otelde 1 ya da 2 akşam Demokratik Parti adayları münazarasını izlemiştim. 7-8 aday arasında bir köşedeki bu Vermont valisi Amerika için resmen sosyalist kaçan fikirlerle ve dinamikliğiyle çok sivrilmişti. Büyük şirketler yerine küçük bağışlarla finanse ediyordu kampanyasını, bu yolla rekor para toplamıştı (demokrat parti için rekor, yoksa Bush’un 5’te 1’i), interneti kullanıyordu ve gençler onu benimsemişti. Ülke çapında da önde gidiyordu.  Ama ilk seçimin olduğu Iowa gibi küçücük bir eyalette 3. olunca birden tüm anketler değişivermişti. Ve Bush’a karşı kazanması mümkün olmayan (çünkü iyi görünmüyor, sevimli değil ve ünsüz) John Kerry kazanmıştı parti adaylığını.

Howard Dean-4

Sonrasında Dean partide önemli bir isim oldu, ama bir türlü bakan filan yapıp iyi kullanamadılar adamı. Keşke bu seçimde aday olsaydı. Clooney bir film yapmıştı onun adaylık sürecisini, Ides of March diye.

Bernie Sanders da Vermont’tan, senatör. Ailenin politikacılara giydirip duran (ve Sözcü okuyan) sinirli amcasına benziyor. Kendisini açıkça sosyalist olarak isimlendiriyor (gerçi abd usülü tabi). Gelir dağılımı konusundaki fikirleriyle çok kalp kazanıyor. Ben de sevdim adamı. Ama partinin solundan geldiğinden, hatta yakın zamana dek partili değil, bağımsız olduğundan -adaylığı kazanırsa- başkanlığı kazanması zor geliyor bana.

Bernie SandersBernie Sanders-2

Hillary’nin asıl 2004’te aday olması gerekirdi aslında. Parti adaylığını da rahat kazanırdı, Bush’u da yenerdi. Mevcut başkana karşı yarışmak çok zor diye bir anlayış var, o yüzden aday olmamış olmalı ama bahsettiğimiz Bush yani. 2008’i de Dean’in kaybetmesine benzer bir şekilde kaybetti Obama’ya. Parti içinde çok önde görünürken eyalet seçimlerinin hemen öncesinde Oprah’ın filan desteğiyle birden rüzgar Obama’ya dönmüştü. Üzülmüştüm, çünkü Obama sempatik olsa da liderlik karizması ve içi dolmayan değişim sözcüklerinden fazlasını vaat etmiyordu. Başkanlığı da orta oldu bu yüzden.

Hillary bir türlü başkan olamazsa üzücü olacak. Bir kadının başkanlığa bu kadar yaklaşması zoe. Ama ondan önce bir Clinton olmasından gelen bir sempatim var kendisine. Chelsea’yi de çok sevimli bulurdum ben. Düşünsene, kayınvalide ile kayınpeder Hillary ve Bill. Yazık oldu.

Clintons -1976-2

Trump’ın başkan olmasınıysa düşünemiyorum bile. O dünyada yaşanmaz. O, parti adaylığını kaybetmez gibi geliyorbana, henüz kesin olmasa da.

Başa dönelim. Bill’e yakıştırıyorsanız kendinize de yakıştırın. Takın takıştırın.

h1

Geçmemesi gereken her yerde geçen yol-1

24 Ekim, 2013

Aylardır A4 kapısı diyorlar, ben de bir türlü anlayamıyorum nereyi kastettiklerini. Evet, vişnelik, 100. Yıl filan, yurtlar tarafındaki kapıdan bahsediyorlar, biliyorum, ama ben bu kapı isimlerini niye bilmiyorum diyorum.

Aslında galiba o kapıların isimlerini hiçbir zaman tam öğrenemedim. Mantık sıralamasıyla gitmiyordu. İşte, hep önünden geçilen Eskişehir Yolu girişi vardır. İzmir’den Ankara’ya ilk gittiğinde bak, odtü dersin. Girişinde heykel olan bir okul. Bir de yurtlar tarafındaki kapı vardır. Bazen birinden girersin, ama öbüründen çıkman gerekir. Görevliye söylersin, kabul etmez, sen de kartını bırakıp diğer kapıdan çıkarsın. Sonra o kapıdan geri dönerken oradaki görevliye laf anlatmaya çalışırsın. Görevli kapının adını söyler, şu kapı diye, sen de he dersin.

Bazen de kapısız girmeler olurdu. İlk yıllarda Bilkent kapısı yokken oradaki tellerden az girmedim. Şimdi sevimli duruyor olabilir, ama giysileri tele takmamak, sonra ayakkabıları çamura bulamak yaşarken hiç de sevimli gelmezdi.

Oradan girmenin asıl yararı, mesafeden kazanmak değildi tabi. ODTÜ’ye girebilmek her zamanda önceden belli olmayan bir riskti. Olay olduğunda kesin almazlardı. Olmadığında da kafalarına göre almayabilirlerdi. Benimse sık sık girmem gerekirdi çünkü ülkenin (dünyanın?) girmesi en zor üniversitesinde sevgilim vardı (“bir sevgilim vardı” diyecektim ama o zaman birkaç sevgilimden biri oradaymış gibi duruyor).

Bazen Eskişehir Yolu’nda kapıdan önce tellerin arasından ormana dalardım. O ormanlık alandan girişteki kulübenin görüş alanından çıkmış şekilde içerideki yola çıkmak, bunu da bir an önce yapmak gerekirdi, çünkü ormanda jandarmaların dolaştığı rivayet edilirdi. Çift yönlü korku faktörü.

Birçok zaman da direk kapıdan girip kulübenin yanından soğukkanlı tavırlarla geçip (benim işte, hergün kartımı göstere göstere sıkıldım) dolmuş beklemeye geçerdim. Görevli gelen dolmuştakilerin kartlarını kontrol eder, o inince sakince ben binerdim. Sizin kartınız dendiğinde gösterdim dediğim, sorulduğu anda dolmuşun geldiği / otostopçu alacak arabanın durduğu da olmuştur.

Hiç yakalanmadım, giremediğim de sadece bir kez oldu sanırım. Sonraki yıllarda 4 dönem ders aldım, sadece birinde resmi belgem vardı, ama ders aksatmadan giderken hep girebildim.

Yıllar sonra odtü’lü olduğumda biraz da bu yüzden çok değerini bildim. Ama kendimi de tam bir odtü’lü görmedim -bu işler lisansla ilgili.

Okulum odtü’deydi, işim odtü’deydi, evim odtü’nün dibindeydi. Evimi pek severdim. O yüzden endişeyle merak ediyorum, nereden geçiyor bu yol diye.

odtü ormanı -talan -19 ekim -ilerideki beyaz araba ile büyüklüğünü kıyaslayın -zekituncay

Heryer de çamlık, makilikti. İşte yurtlar, sonra konukevi, yani bir alakamın olduğu bir kızın kaldığı yurt, ondan hemen sonra bizim hocaların lojmanı, o kız ilk akşam ayrılırken bana sarıldığında bizim hocalar görmüş müdür, sonra kapıya giden yokuş, yürüsek mi otoştop mu, yokuşun sağında jandarma karakolu, yürürsek nöbetçi ere selam verelim, kapı ve benim eve 10 dk yol. Tipi fırtınalı bir günde sadece okula gitmeye çalıştığım için o yolda hasta olmuştum.

O evde farklı gruplara mangal partileri verirdim. Salonda okunacak ödevleri duran öğrencilerle yiyip içtiğimiz de oldu. Ödevi veren de bugünlerde üniversiteyi temsil eden adamdı (dün araziyi gazetecilere göstermeye gitmiş de işçiler ona bile dayılanmış). Onu haberlerde gördükçe beni hatırlayanlar da vardır o öğrencilerin arasında çünkü az kopya davamız olmamıştı. Adam da benim tarafımı tutmamıştı.

Evin yakını da makilikti. Hatta birgün bir kızla o makiliğe piknik yapalım diye girdik de tartışmaktan piknik birşeye benzemediği gibi dönüşte girişi kitlemişlerdi, zor döndük.

Diğer taraf, hocaların villa tipi lojmanlarının olduğu taraf da ağaçlıktı. Oradan diğer kapıya dek geniş bir arazi çamlık. Her çamlık bir çiftin evi.

O yüzden şimdi: Söylesenize, nereden geçiyor bu yol? Anılarımın üstünden mi? Nereden geçtiniz, yaşanmış-yaşanmamış hayallerimin üstüne mi çıktınız?

odtü yolu hatırası -22 ek -dr a recep tekcan
“Odtü yolu hatırası” demiş sağdan 2. Dr. A. Recep Tekcan, belediye PR başkanı, bowling ve dart federasyonu başkanı. Dr. demiş miydim?

odtü -22 ekim -eskişehir yönü katliamı -tombirella

Kesilen ağaçlar-olaylar hep 100. Yıl tarafında derken bu fotoğraf iyice şaşırttı beni. Burası bayağı Eskişehir yolundan bakış, kapı da hemen sağda. Derken dün şu haritayı gördünce anladım:

odtü açılan yol ve avm

Üstte Eskişehir Yolu’ndan, kapının hemen sağından-doğusundan başlıyor yol, ormanın içinden lojmanlarla vişnelik (mez.der.) arasından geçip diğer kapının yakınından Dikmen’e doğru kıvrılıyor. Orman yerine geçebileceği boş araziler var diyenler vardı. Gerçekten de yukarıda yolun başladığı yerin hemen sağında Şap Enstitüsü var (ilk gördüğümde o ne yahu demiştim, hala aynı şeyi diyorum), boş araziler var.

h1

Dudaklarınız bayım, yanlış yere değiyorlar

9 Ekim, 2013

– Bu yıl Portakal’a gidecek zindelikte değildim. Aslında daha dün bile içimden geçiyordu, ama şu anki halime bakılırsa gitmeye kalksam sürünürmüşüm oralarda. Çok görmek istediğim birkaç film vardı, evvelsi gün baktım filmekimi’nin buradaki ayağında oynuyormuş bazıları. Ben de Aşgar Farhadi’nin Geçmiş’ine ve/veya Mavi En Sıcak Renktir’e gideyim dedim (bu ne güzel bir film ismidir, çünkü gerçekten de öyledir).

Mavi 9:30’ta başlayıp yarım civarı bitiyordu ve o saatte otobüs çok sorunlu. Parkedecek yerler kurdum o yüzden kafamda. Çıkışta bu tarafa geleceklere atlayın diyecektim. Hiç gerek görmem aslında, ama yine de aradım, hoppala, bilet kalmamış. Yuhh. İzmir’den bahsediyoruz yahu. İşte bunlar hep hype. Filmekimi değil, normal vizyon olsa bunun 10’da biri insan gitmez. Kanıtını da söyleyeyim: Aşgar Farhadi’nin önceki filmi, Nadir-Simin, Bir Ayrılık’ı -ki her fırsatta söylerim, 2012’nin en iyi filmiydi ve muhtemelen 2010’ların şimdiye dek en önemli başyapıtı- hem de Perş. 7 gibi nispeten dolu olacak bir seansta salonda tek başıma seyrettim. Sonraki seansta kimse gelmedi, kapattılar sinemayı. Nereden biliyorum: çünkü cüzdanımı düşürmüşüm, sinemada cüzdan düşürmek alışkanlığımdır, sonraki seans oynarken milletin arasında yerlerde cüzdan aramaya özel bir ilgim vardır, hep de bulurum; o yüzden dönmüştüm. Hatta böylece Bir Ayrılık’ı ülkede sinemada izleyen son kişi oldum, çünkü o, oynadığı son gündü ve en son da İzmir’de oynamıştı.

Geçenlerde iksv sinemanın başındaki genç kadın “artık insanlar festival dışında sinemaya gitmiyor” diyordu. Gerçekten de sırasıyla filmekimi, ist film fest ve IF’in yarattığı hype-moda, izlediğini oraya buraya yazmak için, geri kalmamak için, ve benzeri şekillerde bana iğrenç gelen istekler.

– Bir Ayrılık’ı İran’da 1.5 milyon kişi izlemiş. Bizde NBC’nin filmleri 100-150 bini zor geçiyor. Entellektüel düzeyde keşke İran olsak.

le bleu est une -planches
[filmin uyarlandığı grafik romandan, gerçek ismiyle, mavi sıcak bir renktir].

Sanırım çok öpücük dolu olan Mavi’den bağlıyor gibi olsun:
Dünyanın en güzel şeyi, çeneniz dişçi tarafından uyuşturulmuşken birinin dudaklarınızdan öpmesi. Tam birşey hissetmiyorsunuz, ama oralarda birşey dolaşıyor. Sadece yumuşak bir dokunma hissi. Karşınızdaki sabırlı biriyse, zamanla o hisler yavaş yavaş geliyor. En azından karşılaştırmalı hafızam öyle olmalı diyor şu an.

Yalnız, o uyuşturma sonrasında ağzınızı çiğnememeniz şart. Yoksa ağzınızın yarısı yara, o yaralar iltihap olabiliyor, hiç hoş olmuyor.

– Acillerden, nöbetçi eczanelerden fena halde bıktım. İltihap, ödem, enflamasyon kelimelerinden de cidden aynı şekilde. Yangı gibi berbat bir türkçesi varmış ama onu hiçbir dr. kullanmıyor. Yalnız, bu nöbetçi eczaneler nasıl iş yapıyor. Bir eczane açıp adını nöbetçi eczane koymak lazım.

Acil durumlar için bence her evde morfin bulunmalı. Yoksa, bu da olur:

cocaine toothache drops

– Daha Çarş. gününe dek evde cıbıla yakın, çoğunlukla tek şortla yaşıyordum. Cmt. kalorifer yandı. Salı günü bir tişörtle vapurda açıkta oturmuştum, Cuma akşam en kalın paltomu giymiştim. Zaten bu şehrin en büyük sorunu, 22 derece olmayı bilmemesi.

h1

Franca Rame

31 Mayıs, 2013

IMG_4940

Bu kitabın alınmasının biraz sefil bir hikayesi var. Dario Fo Nobel almıştı. Herkes de çok şaşırmıştı. Sonuçta, politik ve etkili oyunlar yazan ama edebi kimliğiyle bilinmeyen biriydi. Açıkçası o zamana dek yaşadığını bile bilmiyordum ben, zamanında yazdığı oyunları oynanan bir yazardı benim için. Birkaç ay sonra da Pisa’ya geldi oynadığı oyunla Dario Fo.  Biz de gittik.

Biletleri çok sevdiğim iş arkadaşım Cristina almıştı. Son günlerim diye bir hediye gibi düşünmüştü. Salonda Dario Fo’nun oyunla ilgili kitabını satan bir genç adam vardı. Ben de Cristina’ya almıştım. 12 bin liretmiş (arkasında yazıyor)-6 dolar filan-, kendime alamadım. Yoktu yanımda o kadar. Sonra oyun başlamak üzereyken tekrar kalktım, oyunun anısı olarak kaçıramazdım. Adam telaşla oyun başlıyor, yerinize derken alın size 8 ya da 9 bin liret, ok mi dedim. Tamam tamam hadi dedi adam. Ben de kitapla yerime döndüm.

Karısı Franca Rame ile oynuyordu Dario Fo. Bir anarşistin (karakolda) kaza sonucu ölümünü belgesel niteliğinde hicvediyorlardı. Kendi yakın tarihlerinden iz bırakan (bizde fazla olağan çoklukta yaşanmış) bir ölümü, JFK filmindeki gibi her ayrıntıyı didikleyerek inceliyorlardı. Olayın fazla komediye malzeme edilmesi çok içime sinmemişti benim. Çıkışta Cristina ile uzun uzun tartıştık. O bunu etkili bir protesto olarak görüyordu, ben bir ölüm komedi malzemesi olmamalı diyordum. Böyle böyle onun karşı tarafındaki evine kadar yürümüştük, ben nehrin tiyatroyla aynı tarafında otursam da.

Bir de izlerken adamı muhtemelen TRT günlerinden gayet iyi tanıdığımı farkettim.

Franca Rame - Dario Fo4

Çok güzel bir çiftti Dario Fo-Franca Rame. Her türlü işlerinde birliktelermiş 60 yıldır. Hatta belki Nobel’i beraber almaları gerekirdi diye düşünmüştüm. İşte o Franca Rame dün ölmüş. Tiyatroyla geçen ömrü dışında 2006’da senatoya girmiş, 2 yıl sonra duyguların buz gibi olduğu bir yer diyerek istifa etmiş. Zaten kadının hayatı epik bir roman gibi. 60’lar boyunca politik, hatta ajit-prop militan tiyatrosu yaptıkları için ’73’te faşistler tarafından kaçırılmış, hatta o sırada te ca vü ze uğramış. Bunu anlattığı bir oyun da oynamış.

pagina11

Ve bu yılın başında eşine bir aşk mektubu yazmış (bence eşinden çok tiyatroya bir aşk mektubu bu):

… “Çok üzgünüm çünkü işsizim. İşimi kaybettim.”
“Nasıl işini kaybettin? Sabahtan akşama bilgisayar başındasın, gözlerini kaldırmadan yazıyorsun, yazıyorsun.” (cevap veren, gökten yatağına inmiş bir yıldız.)
“Evet ama o benim işim değil. Ben tiyatroya doğdum. 8 günlükken sahnedeymişim. Hep oynadım. 8 günlükten 81 yaşına. Bir oyunumuz vardı, “Olağandışı İki Başlı”, Berlusconi üzerine bir taşlama. Ama ’83 yılıydı, kaç yıl geçmiş?”
“Bay Komik’i unutuyorsun. Çok şey yaptınız.”
“Haklısın. Ama artık o bile yapılmıyor.

Dario Fo’ya yardım etmekten mutluyum. O benim herşeyim. Metinlerini elden geçirmek, basına hazırlamak, ama özlediğim birşey var. Bu da yaşamı sevmeme engel oluyor.
Bu yüzden ölmek istiyorum.
Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum. Küveti doldurup bileklerimi kessem?
Ama sonra beni o kırmızılıkta bulanların yaşayacağı korkuyu düşünüyorum.
Pencereden mi atlasam? Ama aşağıda ağaçlar var ve ölmeyip her tarafımı kırmakla kalırım: ayak parmağımda kafaya alçılı.
Uyku ilacıyla kendimi zehirlesem… onu denedim zaten bir kere… 3-4 hap ve su… bir süre dayandım, sonra kafam masada sızdım.
Kısacası, ölmek çok zor şey.
Kısmen beni durduran şey, Dario’ya, Jacobo’ya (oğulları), aileme, Nora, Mattea, Jaele (ailenin en güzeli), tüm aileye, arkadaşlarıma vereceğim acı.
Cenazemi de düşünüyorum ve gülümsüyorum. Kadınlar, birçok kadın, yardım ettiklerim, yakın olduklarım, arkadaşlarım, düşmanlarım da… kırmızı giyinmiş, ciao bella’yı söylüyorlar.

Çalışmıyor olmak ne kadar üzücü.”
“Neden bir oyun sahneye koymuyorsun?”
“Ama Dario’yla o kadar alıştım ki. Onu ’51’de sahnede tanıdım… turnelere çıktım, başarı kazandım… hatta fazlasıyla. Yıllarca birşey yapmadıktan sonra 2012 Eylül’de Picasso oyununu iki kere oynadık. Ya şşşşimdi?
“Birçok sergilenmemiş materyalin var. Tek kişilik bir oyun sahneye koyabilirsin.”
“Haklısın. Evet, yapabilirdim… ama sonra Dario’yu akşamları televizyonunda karşısında izole bir şekilde düşünüyorum… sonra yatağa panjurları, kapıyı kapamadan gidiyor. Çarşafların arasında o dönüp durmaları hissedebiliyorum. O yüzden burada, onun yanındayım. Onu çok seviyorum… ama öyle üzgünüm ki… mutsuzum… merhaba, ben gidiyorum.

Dario, yazdığım herşey sana tiyatroya dönmezsem melankoliden öleceğimi anlatmak için. Büyük bir öpücük…”

Franca Rame - Dario Fo

Franca-Rame un Dario Fo -auf-der-B-hne

Biraz klişe olacak ama gerçekten artık böyle insanlar yapmıyorlar.

h1

Seğmenler’de yürürken ayağına dikkat et!

2 Nisan, 2013

Behsat’ın kızı (şaibeli kızı) Şule (I love you Şuleee, I love you Şuleee) çıktığı cinayet masası dedektifi oğlanla bir parkta oturuyordu. Gölün kenarında bir çardak. Ne güzel yer, ben bilmiyorum galiba bu parkı, yeni mi ki dedim.

image23

Sonra biraz daha geniş açı gösterdi, o aralıklı taşlar… Ah o taşlar…

image19

1. sınıfın bahar aylarıydı. Bir akşam sıkılıp öndeki yurttan Elif’i aradım, az sonra buluştuk, servise atlayıp Tunus’a geldik. Oradan da bir otobüsle Seğmenler. 2 gün sonra ikimizin de Calculus sınavı vardı. Aynı bölümde değildik ama tüm mühendislikler beraber alırdık bu dersleri ve Calculus ve Fizik sınavları bayağı korkutucu sınavlardı. Öyle bir akşam çalışmakla filan olmazdı, beş akşam filan çalışmak gerekirdi. O yüzden o sırada orada bulunmamız, çılgın denemese de bayağı maceracı bir hareketti. O saatlerde bizden başka çalışmayan mühendislik öğrencisi olduğunu sanmam. Oda arkadaşım şaşırmıştı mesela çıkmama.

Yürüyorduk, gölün bir tarafındaki yolda, araları da birkaç santim açık aralıklı taşlar vardı. Altlarından da çok hafif bir su akıyordu. Bir parkta öyle bir yol olması kötü bir plan gibi geliyor, bunun küçük çocuğu var, engellisi var, yaşlısı var, ama o iki noktayı bağlayan tek yol o değildi. Ama biz tabi ki oradan yürüdük. İnsan orada yürüyorsa doğal olarak öncelikle yere bakar, ona dikkat eder. Ama artık ben kızın nasıl aklını başından aldıysam diyecektim ama ciddi olmadığım cümlenin gelişinden pek belli olmadı; gülüyorduk sanırım ve ayağını o aralığa kıstırdı. Hatta baştan çıkmadı da biraz uğraşınca çıktı ayağı ve bayağı da acıdı. Sonra kolunu benim omzuma koydu, ilerideki oturma yerlerine gittik (2. resimde solda duvar dibinde uzanan banklar). Ama tüm bunlar hiç de filmlerde gördüğümüz gibi romantik filan olmadı. Bu tamamen ayağı sıkışan/burkulan kişinin (ki tabi ki hep kızdır) tepkisiyle ilgili. Elif’in de canı yanmıştı ve bana da biraz ters laflar etmişti. O durumda da sana yapacak birşey kalmıyor. Herkes Meg Ryan değil.

Elif’le bir yıl önce birkaç ay beraberdik, sonra ayrılmıştık. Onla vakit geçirmeyi özlemiştim, aklımdan tekrar beraber olsak mı ki gibi birşey geçmişti, ama çok da kesin bir şekilde değil, birşey demeyebilirdim de. Zaten ben bu konuda ağzımı açmadan o açtı. Tezcanlı bir şekilde direk “gelirken bugün sen tekrar beraber olsak mı diyebilirsin diye düşündüm, benim de aklımdan geçti” gibi birşey dedi. Sonra da “biraz düşünelim, sonra konuşalım istersen” dedi. İyi, tamam dedim, valla başka tek kelime yorumda bulunmadım.

Sonraki gün deli gibi çalıştık sınava (bu 2 ders, 2’şer dönem, dönemde 3’er sınav, yeni en az 50 akşamımı filan bu derslerin sınavlarına vermişim). Sınav geçti, birkaç gün daha geçtik, buluştuk ve ı-ıh dedi Elif. Yani ben teklif bile etmediğim birşeyde reddedilmiş oldum.

Hatta o günlerde bu olayın küçük ölçekte benzeri birşeyler daha yaşanmıştı ki oda arkaşıma “2 haftada birşey teklif etmediğim 3 kız tarafından reddedildim” dediğimi hatırlıyorum. Birisi, bu gruba sokmak için benzetmeyi zorladığım basit bir olaydı, öyle hatırlıyorum ama neydi, kimdi hatırlamıyorum. Diğeri de çok önemli birşey değildi. Daha çok benim dışımda gelişen şeylerdi kısacası. Ama tüm bunlardan, çok da farkında olmadan ne öğrenmiştim? Kızların reddetmeyi pek sevdiğini.

h1

Kasırga nostaljisi

30 Ekim, 2012

Amerika’nın doğu kıyısında kasırga zamanı. Her yıl vuran, birkaç yılda bir de fena vuran kasırgaları bizzat yaşadığımdan direk o günlere döndüm.  İki ya da üç kötü kasırgaya denk gelmiştim. 

İlki en fenasıydı. 3. yılımın başlarıydı, ve ben o aralar her yaz sonrası olduğu gibi yine ev bulma derdindeydim. Sevmediğim Virginia tarafında genç bir kadının yanına taşınmıştım geçici olarak, 1-2 aylığına. 30’larında, bayağı takıntılı biriydi. Görüşmeye gittiğimde iyi anlaşmıştık, ama zamanla sinir olmaya başladık birbirimize. Bazı tava-tencerelerini saklardı mesela. Evin ısıtması gayet soğuk derecelere ayarlar, en rüzgarlı-soğuk havalarda bile pencereleri açık tutardı ki yanlış hatırlamıyorsam o gün bile açmıştı.

Akşam 9-10 civarı elektrikler gitmişti. Öyle bir durumda televizyondan bile haber alamamak kötüydü ama daha fenası son derece sıkıcıydı. Ben de o sıradaki sevgilime şöyle bir mail yazmıştım (kişisel birşey değil, bir English Patient güzellemesi şeklinde):

Saat 11’i geçiyor, elektriğimiz kesileli birkaç saat oldu. Eski laptop’ımın kalan piliyle yazıyorum bunları, o da birazdan bitecek. Heryer karanlık, sadece birkaç sokak lambası yanıyor ileride ama onlar da birer birer sönüyor.

Bugünü evde geçirmistik, metro çalısmayınca tüm her yer kapanmıştı. Gün boyu pek de öyle abartacak birşey yok derken aksam beklediğimizden de fazlası geldi. Yeni ev arkadaşım Jacquelyn’e demistim, pencereleri açık bırakma, öldüreceksin bizi diye. Şimdi camlarımızın bir kısmı yok. Soğuk da iyice bastırdı.

Çok değil bir saat kadar önce ürkütücü bir sessizlik vardı heryerde. Herşey durmuştu. Kendimi kışın bir deniz kıyısına gitmiş gibi hissetmiştim, heryer boş ve huzurlu. Oysa şimdi, biliyorum penceremin önündeki büyük elektrik direği birazdan devrilecek. Her rüzgarda daha fazla sallanıyor, seyretmesi gerçekten çok garip.

Yıldırım düşüyor sürekli yakınlara. Her seferinde bir süre durup dinliyorum.

Ekran titriyor, pilim bitecek birazdan. Biliyorum buraya gelecek ve bunları göreceksin. Beni burada bırakmayacağını da biliyorum.

Pilim bitiyor. Sana söylemek istediğim daha çok şey olduğunu yazarak bitiriyorum.

Hosçakal.

h1

Bereketli Topraklar Üzerinde

1 Kasım, 2009

GDO’lu ürünlere vize çıktığını Defne Hanım’ın blogundan öğrendim (tüm konuyu oradan öğrendiğim gibi) ve çok üzüldüm. Oysa Express’in Eylül-Ekim sayısında GDO’ya hayır platformu üyesiyle yapılan söyleşiden bu yönetmeliğin çıkmayacağını anlamıştım (Tarım Bk.lığı karşıydı, önce yasa çıkması gerekiyordu).

Bazı konular var ki birçok farklı yönleri var ve üzerlerine net bir fikre sahip olmak çok zor. Bu konu onlardan değil. GDO’lu ürünlerin veya GDO’lu tarımın hangi yönüne baksan elinde kalıyor. Direk sağlığa zararlı olmaları çok mümkün, kalıtımsal zararlar bırakmaları olası, pahalı, dışarıya bağımlılık yaratıyor, bağlayıcı anlaşmalarla kendi tohumlarını kullanamaz oluyorsun, yakınlardaki doğal tarım üretimine gen atlamasıyla zarar veriyor, dirençli bakterilere yolaçıyor-doğanın dengesini bozuyor, vs.

Bu durumda böyle bir yönetmeliğin geçmesi, istediği kadar kısıtlayıcı madde barındırsın (biz çok iyi biliyoruz o kısıtların pratikte nasıl işlediğini), ülkene ihanettir. (Böyle kararlar da tipik olarak sağ iktidarlarda çıkar zaten. sırf bu yüzden, yani tipik paragöz sağ bir iktidar olduğu için bile akp lanetlenmelidir -2 yıl önce çeşitli sebeplerle oy verenleri hatırlıyorum da, hatta bloglar arası bir tartışma bile yürümüştü).

Çarş. gecesi Genç Bakış’ta da tartışıldı GDO’lar. Çok doğru konuşanlar -özellikle Ziraat Müh.leri odası başkanı- dışında destekçileri de vardı GDO’nun, Sabancı’dan bir hoca ve programın yapıldığı Ankara Üniv. tarla bitkileri bölüm başkanı. 2.si biraz daha ılımlı olsa da ilki ateşli bir taraftarıydı alien üretiminin. Bu işte hiç anlamadığım birşey. GDO tohumu satan şirketler tarafından desteklendiklerine inanmıyorum (ya da inanmamak istiyorum). Bu durumda neler okuyorlar da zararlı olmadıkları, hatta yararlı oldukları hükmüne varıyorlar?

Bir de bir kız öğrencinin sorusu vardı. “GDO’lu ürünlerin sağlığa zararlı olduğunu biliyoruz da (‘tahmin ediyoruz da’ olmalı doğrusu) dünyada aç çok insan var ama yeterli besin yok. Bu tohumlar üretimi artırdığına göre (bu konuda çelişkili veriler var, hatta üretimi artırmıyor olmaları daha mümkün) kanserli de olsalar hiç yoktan iyidir. Aç kalmak mı daha iyidir, kanserli de olsa birşey yemek mi?”.

Dumura uğratacak sözler. Böyle bir mantığı ben de gütmüştüm zamanında. İngilizce dersinde debate yapıyorduk iki grup halinde. Ortaokul hazırlıkta. ‘Uzaya mı gitmeli, yoksa o parayı Afrika’daki aç ülkelere mi göndermeli’ idi konu. Kendim seçsem uzayı seçerdim ama bizim gruba açları tutmamızı söylemişti hoca. Son konuşmayı ben oldukça ağdalı sözlerle açlar… açken… diye yapmıştım ve o sayede sınıftakilerin oylarıyla biz kazanmıştık. Yalnız, dersin sonunda duygu sömürüsü yaptığımı söylemişti bana oy verenler bile. Bence de öyleydi. Yani bu mantıktaki ucuzluk 12 yaşında bile farkediliyor. Ama hadi o yaşta öyle düşünebilirsin, veya hadi diyelim 14-15. Ama üniversite öğrencisiysen insaf yani.

___________________

Konu ile ayrıntılı bilgi için en iyisi Defne Hanım’ın blogunu takip etmek. Çok özet bir tavsiye notu isterseniz, ülkemize -de facto olarak- girmekte olan GDO’lu ürünler mısır, soya, kanola ve pamuk. Sonuncusunu yemediğimiz için diğerlerine yoğunlaşırsak kanola ve mısırözü yağı, soya lesitini barındıran bisküvi-çukulata ve benzerleri, mısır şurubu kullanmış olması muhtemel hazır ürünler (gazoz, kola, bira -sadece Efes’te şeker var, zaten birada şekerin ne işi var-, yine marketlerin bisküvi koridorunda olan herşey, dışarıdan aldığınız şuruplu tatlılar, vs.), yani gayet uzun bir liste olağan şüpheliler. GDO’lu yemlerden beslenen tavuklar gibi ikincil etkiler de sözkonusu.

h1

“Ben tüm hayatımı burada Clara ve Peter’le geçirmek istiyorum dede.”

4 Eylül, 2009

Yıllar önce biri, eski bir sevgili, ‘hayattan beklentin ne’, veya ‘en çok istediğin şey nedir’ anlamında bir soru sormuştu. Onun beklentisi biraz klasikti, sıcak ve eğitimli bir yuva. Ben böyle soruları ciddiye alan biri olarak normalde pat diye cevap veremem, ama o gün hiç beklemeden çok yakın bir arkadaş grubu demiştim. Ama tabi, öncesinden düşünmüştüm, bir numaralı dileğimin içinde birinin, yani bir hatun kişinin olması gerek. Mesela, bu ilkine bağlanabilir, özel birinin de bir parçası olduğu bir arkadaş grubu diye. O özel kişi grubun içinden çıkabilir mesela (4 Nikah 1 Cenaze’de Charles-Hugh Grant, kendisine aşık olan Kristin Scott Thomas’la beraber olsa fena mı olurdu?) veya sonradan eklenir (Amerikalı’nın, yani Andie Mc Dowell’ın yaptığı gibi). Ama tabi aslında özel biri olsa olsa 1.5. dilek olabilir, dilekleri tekil parçalara ayırmak gerek çünkü. Yoksa, silerken ovaladığın lambadan çıkan cin sorar 3 isteğini. Sen de başlarsın, Pasifik’teki büyük adalarımın mali işleri için şirketime Porsche’la giderken önünde son anda durduğum Vespa’yı kullanan ve Real Madrid-Barcelona maçına bileti olan güzel kız diye…

Neyse, o da (Vespa’daki kız değil, muhabbete geri döndüm) ‘biri bile bulunmuyor, bir grubu nasıl bulacaksın’ demişti. Ben de doğru yerde bulunabiliyor diye geçirmiştim içimden. Bulur gibi olduğum zamanlar oldu çünkü. Birara ortaokulda, birçok zaman lisede, yaz tatillerinde bazen oğlanlarla, bazen kızlarla (ama genelde ayrık), üniversitedeyken bir dönem sanki tiyatro grubumla, ama ondan çok film festivali yaptığım grupla, arada yine lise sınıfımla, devamında da yeni birileri olmadan yine tekrardan lise arkadaşlarımla. Ama zaman geçtikçe anladım ki o filmlerdeki, dizilerdeki hayat orada, pelikülün üzerinde kalacak. Zaten o değil midir beni ve adını koymadan birçok insanı etkileyen şey? 4 Nikah’ı söylemiştim, ayrıca aynı formülü güden İngiliz filmlerinde, Hugh Grant’in kendisini yeni birisiyle tanıştırmak için uğraşan arkadaşlarının olduğu Notting Hill’de, Bridget Jones’un, o Darcy ile sarılırken araba camına yapışıp seyreden arkadaş grubunda, sonra Seinfeld’de, Friends’te, çok sevmesem de How I Met Your Mother’da, daha öncesinde Dawsons’ta ve onun taklidi Kavak Yelleri’nde, Kuzeyde Bir Yerde’de, Cold Feet’te, sevimsiz Sex&The City’de, hatta Toy Story’lerde, Dead Poets Society’de ve çoğu okul filminde, ve Oceans serisinde…

Böyle gruplarım hiç kalmadığı gibi olan tekil dostluklarım da eridi. Zaman ve uzaklığı kaldıramıyor insanlar. Veya dirençsiz çıkıyor ilişkiler. Bu açıdan bakınca ve yarışma programlarında dostlarını stüdyoya getiren insanları gördükçe -ki bu benim en önemli sorunlarımdan biridir: 1. Roland Garros’u kazanınca tribüne çıkıp kime sarılacağım, ve 2. Bir yarışma programı için beraberimde stüdyoya kimi götüreceğim- kabul etmem gerektiğini anlıyorum. Madem esas isteğim buydu, ben bunu başaramadım.

İstemiştim ki iyi, kötü birşey olduğunda anlatacak birden çok insanım olsun; sırlarımızı bilelim, ve en zayıf ve en güzel yanlarımızı; birimizin bir derdi için ikiden fazla kafadan ses çıksın; iki kişi arasında bir sorun olduğunda hep beraber uğraşalım iyileştirmeye; aramızda 3 Silahşörler ruhu olsun; biri bir ilişkiye başladığında en önemli kriterlerden biri grubun da sevmesi olsun, hatta o yeni çıkılan kişi biraz çekiştirilsin; bayramlarda, yılbaşlarında, tatillerde kimle demeyelim, nereye diyelim; birlikte olmak, çoğunlukla farkında olunmayan ama arada bir sıcaklığı içine kadar işleyen bir güzellik olsun.
Olmadı.

h1

Piyano için 92 eser

17 Haziran, 2009

Dün yanlış saymadıysam 92 piyano parçası dinledim. Sabrımı da takdir ettim. Çocuk gösterilerinden oldum olası imtina ederim. O, anne-babaların çocukları diğer anne-babalara kendilerini göstersin basıncı, çocukların ileride ne türlü travmalara yolaçacak endişeli halleri, karşılaştırmalar, sürekli video-fotoğraf çekimleri, ortamın ağır havası… Bence çocuk gösterisi dediğin ancak hepsinin dansedip eğlendiği bir gösteri olmalı (sonra perde inince de arkada başbakan bir kızla öpüşürken görülmeli -yoksa bu bir filmde var mıydı?).
Ama yıllardır kaçıyordum, dün artık bahanem kalmamıştı. Beklediğim kadar korkunç değildi neyse ki. Hatta bazı çocuklar çok iyiydi.

Gösteri sırasında kendi öğrenim zamanlarıma gittim. Doğru dürüst bir yönlendirme olsa neler olabilirdim. Hadi ilkokul, ortaokulda olmadı, ama benim küçücük bir lisem vardı (kaldı ki büyük olsa ne olur, daha fazla rehberlikçi bulundur). Orada ne iş yapardı rehberlik öğretmeni hanım? Herkese tek tek bak şu dersin iyi, şu testte çok iyisin, neyle ilgileniyorsun, bir başkasına voleybolda çok iyisin, beden terbiyesi ile konuşalım, Amerika’da bir üniversitede burs ayarlamaya çalışalım, vs. demesi gerekmez mi? (hatta ideal olarak bu konuşmalar ortaokulda filan başlamalı). Ben kendisiyle bir kere konuştum. Organize bir kopya olayında müdür ve yardımcısının son kararını (the final verdict) beklerken bizi çağırmıştı, atılmanız çok olası, kendinizi hazırlayın demişti. Hatta oğlanlardan biri ağlamıştı galiba. Ben hiç inanmamıştım öyle birşey olacağına. Hatta bu hareketi hayatımda gördüğüm en densiz hareketler arasında saydım. Neyse ki hoş bir kadındı.

{Postun bu noktasında yine 40 dk. mola verdik. ve yine bol bol sallanma. bu sefer üstüme kot mont, altıma koyacak gazete, yanıma bol nevale aldığımdan daha rahat. ama belki tanıdık olmasından, belki saatin 2 saat daha erken olmasından daha az büyülü. Sonra yine karanlıkta bilinmedik sulara yelken açtık ve yine şoförü Karun Hazinelerine doğru dümen kırmaya ikna edemedim}.

Devam etmeden önce piyano için yazılmış en güzel eserlerden Chopin’in valsini (opus 69, no.2) koyalım pikaba.

92 eseri dinlerken dalıp gidecek bolca vakit vardı. Benim böyle gösterilerim olmadı dedim başta. Sonra hatırladım. İlkokulda bir yılsonunda bir şarkı söylemek için çıkmıştık sahneye. Üç kişi o zamanlar popüler olan ‘neler oluyor şu hayatta’nın sözleriyle oynayıp haylaz öğrenci şarkısı haline getirmiştik. Yalnız (bu ayrıntıyı hatırladığıma sevindim), tam çıkmak üzereyken bir oğlan çıkmak istemedi, utanıp. Biz de hemen yeni birini aradık koltuklar arasında, çünkü üç kişilik yazılmıştı şarkı. Neyse ki birini ikna ettik. Ve kazasız belasız üç kişi çıktık. Hoş olmuştu, tek bir mikrofona eğilerek. Ama tabi hiçbir kaydı yok. Zaten bugünün ruhunu taşıyan birkaç kişi dışında veli de yoktu.

Sonra sınıftaki birkaç ortaokul gösterisi de var, ama şimdi onları anlatmak hafif utandırıcı.

___________________________________

Mim adı verilen şeylerdeki sorular bana ortaokulda kızların anı defterlerindeki anketlerden daha anlamsız geliyor (bana ne mesela, birinin okuduğu kitabın 26. sayfasının 4. satırıdındaki cümleden), ama anlatacak hoş ilkokul gösterileri olanlar anlatsa hoş olabilir.