Archive for the ‘pelikül’ Category

h1

and introducing… Leon rolünde Sümeyyye

25 Şubat, 2014

nikitabdheader

Nikita ne müthiş film. Son zamanlarda sık sık anımsıyorum. Geçen ay Leon’la beraber tv’de oynamıştı, ama ondan değil. Geçen hafta NBA all-star’da üçlük yarışmasını kazanan Belinelli’ye Leon diyorlarmış, cidden benziyor, ama ondan da sayılmaz. Yeri gelirse anlatırım, hoş bir hikaye benim için.

Bugün düşündüm de iyi bir western, kötü bir tarihi ‘kılıç filmi’, ’60’lerin Fransız suç filmleri ve ’70’lerin Holivud’unu niye seviyorsam Nikita’da da o var. Sahici bir macera, insanı içine alan bir atmosfer, çekici bir konu.

Nikita

Çok da tanıdık gelmişti bana, suça bulaşıp gizli servisin kullandığı kız, aylarca sıkı çalışma ardından götürüldüğü doğumgünü yemeğinin yine iş çıkması, o restoranın kaçış duvarının örülü olması, ona kadınlık anlatan ustalar ustası Hanna Schygulla, sonra tanıştığı sevimli kasiyer adam (demek ben ondan kasiyerlerle kafayı bozdum), onunla çok hoş bir ilişki yaşarken bir yandan ‘yaptığı’ işler, ve önemli bir işte çok zorda kalınca işi toparlaması için gönderilen temizlikçi.

Temizlikçiye gerçekten de temizlikçi diyorlardı ve adam öyle sağlam bir film karakteriydi ki bir sonraki film o oldu. Leon, sevimli olsa da o -uğraşılmış- sevimlilik aynı zamanda filmin başarısından da yiyordu biraz. İlk filmde temizlikçi Viktor’u çekici yapan o sevimli taklitleri değildi zaten.

Nikita -the-cleaner

Bu akşam işte tüm bu kayıtlar yine aynı filmi hatırlattı. Zorda kalınca paraları sıfırlaması için gönderilen Sümeyyye aynı bir Viktor-Leon.

Yalnız, durum gerçekten içler acısı. Ne olursa olsun, (bir uçta) nefret et, (diğer uçta) oy ver, farketmez, böyle bir ülkenin (yani bir kültürü, tarihi, gelenekleri olan büyük bir ülkenin) başbakanının bu duruma düşmesi çok üzücü. Hepimiz için utanç verici. (‘Biz niye utanalım, o utansın’ diyen olacaktır, ama) Ben hep aynı şeyi iddia ederim. Herkes başa geçmek ister. Tam bir deliyi, bir salağı da seçsen o da başbakan olur. Sorun seçendedir. Böyle bir adamın %50 ile seçildiği bir ülke bu. Bu ülkenin gördüğü en büyük utançlardan birini yaşıyoruz.

Ve tabi ki bunu biliyorduk. Ben birkaç yıldır kafayı yiyordum, chp niye kısır gündemi takip ediyor da yolsuzlukları araştırmıyor diye. Hepsi de (en azından birçoğu da) önümüzde duruyordu. Emlak, sit alanı, çevre koruma kurulu, vb. yolsuzluklarının yeralmadığı hafta geçmiyordu gazetelerde. Ama öyle bir kanıksama dönemi geçiriyoruz ki bu resmen bizi salak bir toplum yapmış. Bir ‘ayakkabı kutusu’ imgesi gerekiyor illa bize. Ama o kutudaki para ile ev alınmış olsa kimse umursamayacak. Bu son konuşma da bu aptallığımızın vurgusu zaten. “Yeter ki evinde para bulunmasın, git ev al” deniyor açıkça. Çünkü ev olunca iş karışacak, bizde amaaan, almış işte filan diyeceğiz. Gemi bile kesmiyor bizi, ev mi kesecek…

tayyyip -sümeyyye

Ve işin 2. bir yüzü var. Diğer bir rezil tarafımız. Bunları açıklayan, gündemi istediği gibi değiştiren, elinde belli ki her kesime karşı kozları olan ve bunları yeri geldiğinde açıklayan bir grup var. Onlar ne oluyor bu durumda? Demokrasi savaşçısı mı? Hayır, Tayyyip’e gösterdiğimiz tavrın aynısını onlara göstermemiz gerek.

17 Aralık’tan sonraki haftada da aynısını düşünmüştüm. Bu, muhalefet için çukulatalı dondurma. Al, istediğin gibi hazıra kondun, iktidarın her türlü tutarsızlığı döküldü, sana yemek kaldı. Ama çok büyük fırsat teptiler. Chp’nin yapması gereken, bu kavgada taraf tutmak değil, Akp’ye “Yolsuzlukların üzerine git, ben de cemaate karşı mücadelende yanındayım” demekti (ve “nihayet anladın, biz yıllardır söylüyoruz sana”. Hele ki Chp’lileri bile yanına çekmeye çalışan, yardıma muhtaç bir akp vardı. Ondan sonra Tayyyip’in Chp’ye karşı diyeceği hiçbir şey kalmazdı, çünkü her lafın sonu “adamlar haklı”ya çıkardı.

Yine aynı durum. Ortaya çıkanları lanetlemek, bunların kaydedilmesini de lanetlememek anlamına gelmiyor. O pislik, bunlar da pislik.

İnsan doğal olarak Jaguar’ı delen davul günlerini özlüyor. Bir hediye Jaguar’dan erimişti Anap. Eski saf günler işte.

h1

Dudaklarınız bayım, yanlış yere değiyorlar

9 Ekim, 2013

– Bu yıl Portakal’a gidecek zindelikte değildim. Aslında daha dün bile içimden geçiyordu, ama şu anki halime bakılırsa gitmeye kalksam sürünürmüşüm oralarda. Çok görmek istediğim birkaç film vardı, evvelsi gün baktım filmekimi’nin buradaki ayağında oynuyormuş bazıları. Ben de Aşgar Farhadi’nin Geçmiş’ine ve/veya Mavi En Sıcak Renktir’e gideyim dedim (bu ne güzel bir film ismidir, çünkü gerçekten de öyledir).

Mavi 9:30’ta başlayıp yarım civarı bitiyordu ve o saatte otobüs çok sorunlu. Parkedecek yerler kurdum o yüzden kafamda. Çıkışta bu tarafa geleceklere atlayın diyecektim. Hiç gerek görmem aslında, ama yine de aradım, hoppala, bilet kalmamış. Yuhh. İzmir’den bahsediyoruz yahu. İşte bunlar hep hype. Filmekimi değil, normal vizyon olsa bunun 10’da biri insan gitmez. Kanıtını da söyleyeyim: Aşgar Farhadi’nin önceki filmi, Nadir-Simin, Bir Ayrılık’ı -ki her fırsatta söylerim, 2012’nin en iyi filmiydi ve muhtemelen 2010’ların şimdiye dek en önemli başyapıtı- hem de Perş. 7 gibi nispeten dolu olacak bir seansta salonda tek başıma seyrettim. Sonraki seansta kimse gelmedi, kapattılar sinemayı. Nereden biliyorum: çünkü cüzdanımı düşürmüşüm, sinemada cüzdan düşürmek alışkanlığımdır, sonraki seans oynarken milletin arasında yerlerde cüzdan aramaya özel bir ilgim vardır, hep de bulurum; o yüzden dönmüştüm. Hatta böylece Bir Ayrılık’ı ülkede sinemada izleyen son kişi oldum, çünkü o, oynadığı son gündü ve en son da İzmir’de oynamıştı.

Geçenlerde iksv sinemanın başındaki genç kadın “artık insanlar festival dışında sinemaya gitmiyor” diyordu. Gerçekten de sırasıyla filmekimi, ist film fest ve IF’in yarattığı hype-moda, izlediğini oraya buraya yazmak için, geri kalmamak için, ve benzeri şekillerde bana iğrenç gelen istekler.

– Bir Ayrılık’ı İran’da 1.5 milyon kişi izlemiş. Bizde NBC’nin filmleri 100-150 bini zor geçiyor. Entellektüel düzeyde keşke İran olsak.

le bleu est une -planches
[filmin uyarlandığı grafik romandan, gerçek ismiyle, mavi sıcak bir renktir].

Sanırım çok öpücük dolu olan Mavi’den bağlıyor gibi olsun:
Dünyanın en güzel şeyi, çeneniz dişçi tarafından uyuşturulmuşken birinin dudaklarınızdan öpmesi. Tam birşey hissetmiyorsunuz, ama oralarda birşey dolaşıyor. Sadece yumuşak bir dokunma hissi. Karşınızdaki sabırlı biriyse, zamanla o hisler yavaş yavaş geliyor. En azından karşılaştırmalı hafızam öyle olmalı diyor şu an.

Yalnız, o uyuşturma sonrasında ağzınızı çiğnememeniz şart. Yoksa ağzınızın yarısı yara, o yaralar iltihap olabiliyor, hiç hoş olmuyor.

– Acillerden, nöbetçi eczanelerden fena halde bıktım. İltihap, ödem, enflamasyon kelimelerinden de cidden aynı şekilde. Yangı gibi berbat bir türkçesi varmış ama onu hiçbir dr. kullanmıyor. Yalnız, bu nöbetçi eczaneler nasıl iş yapıyor. Bir eczane açıp adını nöbetçi eczane koymak lazım.

Acil durumlar için bence her evde morfin bulunmalı. Yoksa, bu da olur:

cocaine toothache drops

– Daha Çarş. gününe dek evde cıbıla yakın, çoğunlukla tek şortla yaşıyordum. Cmt. kalorifer yandı. Salı günü bir tişörtle vapurda açıkta oturmuştum, Cuma akşam en kalın paltomu giymiştim. Zaten bu şehrin en büyük sorunu, 22 derece olmayı bilmemesi.

h1

Network olmasa The Newsroom olmazdı

20 Eylül, 2013

Ülkenin iki kutbu arasında dönen laf atışmaları arasında en yabancılaştığım konu, iki tarafın birbirini daha fazla emperyalizmle, abd-israil yanlısı olmakla suçlamaları. Gittiğim forumlarda, yerel meclislerde, ya da internetteki biraraya gelelim oluşumlarında hep anti-emperyalizm geçiyor. Konu emperyalizm değil arkadaşım, hala anlamadın mı? Emperyalizm derken İspanya’yı da kapsıyorlar mı acaba? Çünkü Haziran sonu, Temmuz başında Mango ve Zara indirime girdiğinde azalan eylemci sayısını da hesaba katmak gerek. İşte tam o an:

taksim -23 haz -Fellini'ye sevgilerle
Moda blokçularının direnişe katkısı yadsınamaz. Yine de ‘bizi bırakıp nasıl gidersin’ diye bakıyor vefası eylemciler. 

En basit ve salak örnek, The Newsroom gibi bir diziyi izleyen kolay kolay Amerika’ya laf edemez. Çünkü sadece ‘iyi iş’ten değil, kötünün ve art niyetlerin en kolay hakim olduğu mecrada, yani ‘haberlerde’ nasıl iyiden ve doğrudan yana olunabilineceğini gösteriyor.

Hatta eleştiriyi de oradan almış. Ama dizi saf bir iyilik barındırıyor, eleştirenler değil. Bazen biraz fazla holivut filmine dönmüyor mu? Kesinlikle. Bunun, anlatılanı bastırdığı da oluyor bazen. Ama popüler bir diziden daha fazlasını beklemek haksızlık. Birçok zaman diyaloglar öyle bir zeka barındırıyor ki afallayarak izliyorsun. Üstüne, karakterleri benimsiyorsun, son yılların tarihi olaylarına içeriden bir yerden bakıyorsun, habercilerin üzerinde baskı kuran erk sahiplerine karşı heyecanla taraf tutuyorsun ve üst düzeyden politik tartışmalara şahit oluyorsun. Tam bir seyir zevki.

Bizim habercilerimizle olan farkları, sadece güçlüye karşı dik durmaları değil, haber yapmayı bilmeleri ve habercilik ilkelerine olan bağlılıkları. Bunlarını öğrenmek de bazen o zevkin parçası. En basiti: bir haberi iki farklı güvenilir kaynaktan doğrulatmadan verme.

the newroom-1-2

Dizideki özellikle iki fikir beni damardan yakalıyor: hala iyi işler yaparak hayatı iyileştirme fikri, ve ülkece aynı şeyi izleyip aynı şeyden etkilenme ortaklığı fikri. İkisi de artık hızlıca nostaljiye kayan fikirler.

Bana batan tek tarafsa karakterlerin basitliği. Koskoca yapımcılar filan ama iş ilişkilere gelince hepsi fazlasıyla şapşallaşıyor. Onları bize benimsetmenin yolu herhalde bu. Ekon doktoralı güzel kız, karşı cinsle ilgili tek şey bilmiyor. Veya iki yakışıklı ve usta (kirlenmiş bir kelime) yapımcı olmayacak bir kızı seviyor.

Böylece, izlemeye başlamanız için gereken şeylerin çoğunu da söylemiş oldum. Çarş. ve Cmt. 22, Pz. 19’da.

the-newsroom

Bu hafta Newsroom bittiğinde Network filminin tanıtımı girdi. Network, tv haberleri ile ilgili yapılmış açık ara en iyi film. Newsroom’la organik bağları da var. Haber stüdyosunda çalışanların dağılımı ve sunucunun idealizmi mesela. Veya Newsroom’daki Jane Fonda’nın pelikül kardeşi Faye Dunaway’in varlığı. Ama asıl benzerlik filmin mirasında olmalı. İzleyenler her bölümde anacaktır filmi. Zaten bir yorum, Newsroom için Blackberry’si olan Network demiş.

Network Cuma (20 eyl) 22’de.

network2

network -howardbeale1976

Bu arada, tv haberleri ve anchor demişken bizim özel televizyonlarla doğan 20 filan yıllık anchor’lık tarihimizde 4 önemli anchor çıkardık: Uğur Dündar, Ali Kırca, Birand, Can Dündar. Hani diyorum, hayattaki 3’ünü yakınlarda gören haber versin de yaşadıklarından endişe etmeyelim.

h1

Sevgimiziinn, aşşkımızınn üüstünnden sene geçti, yağmurr geçti, karr geçti

12 Nisan, 2013

Filmlerde, dizilerde gençlerin aşklarını izlemek çok da anlamlı değil aslında. Binbir çaba, gayret, en sonda biraraya geldiler diyelim. Film bittikten sonrasında ne olacak? En fazla 3 yıl sonra aşk bitecek, ya ayrılacaklar ya ayrılmayı düşünecekler, yeni insanlara kayacak akılları. Birbirlerine duyduklarını büyük bir sevgi değil, uçucu bir tutku, neredeyse bir saplantı olduğunu anlayacaklar, vitrindeki çantaya duyulan gibi sahip olunca zamanla biten birşey. Ya orta yaşlılar öyle mi? Değer bilirler. Hayattan beklediklerini bilirler, mükemmeli hedeflemezler, insanı hedeflerler. Gönüllerinin neye meylettiğini de görmüşlerdir artık. Mantık peşinde karar alanları söylemiyorum tabi, orta yaş aşklarını kastediyorum. Önce yaşayıp deneyimlemelisin, değmeyenleri görmelisin, aldatanları görmelisin, uyuşmadıklarınızı görmelisin, maddiyatçıları görmelisin,,, ki (kafamı yana eğip geniş bir açıyla düzleştirerek büyük bir ki yaptım) değer bilesin.

Çok nadiren da olsa çıkıyor sinemada, tv’de böyle aşklar. En klasik aşk filmlerinden -3 kere çevrilen- Love Affair (An Affair To Remember) geliyor aklıma. Haneke’nin Aşk’ı başka tabi. Bizde 2. Bahar var, bir de Canım Ailem. Canım Ailem’i aşağıda devamını izlemek istediğim diziler arasında görenler burun kıvırmıştır -emin gibiyim buna-, ama geçen ay boyunca her gece tekrarını izledikçe bir klasik olduğunu anladım. Vasat demişim burada daha önce. Evet, biraz karikatürize, bazen fazla masalsı bir dünya, ama aynı Münir Özkul-Adile Naşit aileleri gibi.

Seyrettikçe düşündüm de böyle dünyaları yaratmak kolay değil. Hele de, birbirlerini 20 yıl beklemiş çifti. [Samim (ne isim), Meliha’yı nikah masasında bırakıp (buna cold feet diyorlar) yurtdışına kaçmıştır. Yeğenlerine sahip çıkmak için geldiğinde karşı evdeki Meliha ile karşılaşır, “Samim seni öldürürüm” sahnesi yaşanır.]

canim-ailem_41081

Şu an böyle herkesin izlediği bir dizi yok. Olmayınca da anlaşamıyoruz, paylaşamıyoruz. Aynı şeyi izlemeyince mesela camdan cama ne hoş olacağından konuşamıyoruz, veya biri “ben buradaki büyük oğlanı iyi bir dövmek istiyorum” demiyor, içimizin yağları erimiyor.

Dizinin 3 sahnesini göstermek istiyorum, bir kişi bile izleyecek olsa ona:

– İlkini daha önce de göstermiştim. İlker Aksum gerçekten inanılmaz oynuyor. Feride Halim’e aşkını ilan etmiş, cevap bekliyor, ama Halim için o eski nişanlısının ablası ve hep aileden biri olmuş. Açınca direk 44:50’ye gidiyor, 4 dk izliyorsunuz, 48:50’de bana her izleyişimde olduğu gibi- gözleriniz doluyor.

– İlişkinin devamı. Feride Halim’in aklına girer bir kere. Sonra da başka bir oğlan çıkar ortaya (garantili formül: önce verip sonra geri çekmenin etkisi) ve Halim de aşık olur. Söylemek için şık bir restoranda yer ayarlar, Ozan Güven’den yardım ister, o kim olduğunu söylemeden Feride’yi oraya götürür. Ama o akşam Halim’in akrabası Gülendam fazla katmerden fenalaşır, hastaneye kaldırırlar, bu da gerisi (1:16:15’te başlıyor, Gencebay’ın Aklım Takıldı’sı eşliğinde).

– Ve bir Samim – Meliha klasiği. Meliha’nın doğumgünü. Samim bütün gün unutmuş görünür, oysa bir sürpriz hazırlar. Kardeşi Feride Meliha’yı çaktırmadan sahile götürecektir, ama kebaba dalınca kaçırır. Samim’in rakibi Aziz Meliha’yı gittiği yerde bulur, evlenme teklif eder. Sahne başlar (1:13:55’te).

canım ailem7

Ayrıcana: Şebnem Bozoklu’yla Meliha aynı kişi değil bence. Olamaz yani.

– Onur Ünsal ne sevimli oğlan gerçekten. Beni de andırıyor, yani küçüklüğümü.

– Geçen gün Küçük Kıyamet’te de izleyip bayıldım. İlker Aksum şu an en hayran olduğum Türk oyuncu. “Sevda ne zor şeymiş anam babam.”

– Dizi bitince keşke devamını çekseler dedim. Sonra, geçenlerde bir programda Şebnem Bozoklu’nun Uğur Yücel’le yeni birşey üzerinde çalışacaklarını çıtlattığını hatırladım. İkisini birleştirince… olmaz ama keşke olsa.

canım ailem9

h1

Yürüyün Anacım!

26 Şubat, 2013

Exercise_Graphic_500

Sanırım grafik çok söyleyecek şey bırakmıyor. Gerçi yazıdaki sayılar grafikle tam örtüşmüyor. Haftada 75 dk fiziksel aktivite hayatı ortalama 1.8 yıl, 450 dk (7.5 saat) 4.5 yıl uzatıyor diyor, grafiği aldığım haber. Haber 2.5-5 saat arası hızlı yürümeye denk fiziksel aktivite ömrü 3.4 yıl uzatıyor diyor, grafik aynı süre için haftada 10 saat aktivite gerekir diyor, ama önemli değil (muhtemelen grafik hatalıdır). Hayat hesabı yapmayacağız nasılsa. Yani aktivite şart.

Haftada 2.5 saat orta tempoda ya da 1.25 saat hızlı tempoda egzersiz diyormuş Amerikan Sağlık Enstitüsü. Bence en ideali de yüzmek veya yürümek. Çok da hoş birşey. Ama gayet hızlı bir yürüyüş. Hergün ideali 1 saat, olmadı yarım saat. Önünüze çıkan kızlara, oğlanlara kapılmayacaksınız (temponuzu bozarlar, yoksa başka birşeyden değil, siz direk havaya bakacaksınız).

Hayatımın açık ara en zindelikten uzak, hatta gayet sağlıksız zamanlarını geçirdiğimden bunu ben de yapmaya başlamalıyım deyip dün gece çıktım. Gündüz hava çok güzeldi ama oynayamamıştım yerimden. Bazen alışverişte hızlı yürüyeyim diyorum, kocaman Karfur’da mesela, ama ikide bir durmak gerekiyor, olmuyor. Neyse, dün gece deniz kenarında tek bir insan bile yoktu. Çok garip buldum ben bunu. Yarım saate yakın yürüdüm ama tek bir insan bile görmedim (tam doğrusu, ileriden geçen birini gördüm). Yazın bayağı bir insan oluyor o saatte. İşler Güçler şarkısı bahanesiyle yazmıştım, o saatte oturacak yer arayan çiftler, sarhoşlar, bisikletle gezen genç bir çift (ki onlara gerçekten özendim), belediye bahçıvanları, çöp toplayanlar, av peşinde çapkınlar, erkek erkeğe oturanlar, oğluna basket-şut çalıştırmaya gelmiş babalar, basket oynayan ama o topu ilk defa görmüş izlenimi veren adamlar… Ama ılık bir kış gecesi kimse yoktu işte. Sanki herkes Oscar izlemek için evine koşturmuştu.

– Hayatta -ne yazık ki- en büyük uzmanlık alanlarımdan biri bu Oscar törenleri. Hatta ülkede benden çok izlemiş kimse olmayabilir. Bu da gördüğüm en keyifsiz törenlerden biriydi. Edepsiz -ama yetersiz- bir sunucuya ve insanın gördüğü anda içini ısıtan B.Streisand’a rağmen. O nasıl bir insandır ki hep bu etkiyi yaratır, sesi de nasıl yumuşaktır.

– Tüm olayın en ilginç noktası Ben Affleck’ti bence. O ve Matt Damon, iki yeniyetme, hatta neredeyse tıfıl iki oyuncu olarak -Good Will Hunting’le- senaryo Oscar’ını alalı (ki o iki sıradan görünümlü tipin bunu yapabilmesi bana hep çok ilginç gelmiştir) 15 yıl olmuş . Vay anasını! Ondan sonra adam yavaş yavaş dibe vurdu. Artık bitik bir oyuncu, filmleri hiç iş yapmıyor denirken yönettiği film hakkıyla en iyi film oldu. Hatta yönetmen olarak aday gösterilmemesi gibi bir haksızlığa bile uğradı. İşte o yüzden orası düşler diyarı. Ve sanki sürekli ilham verici birşeyler oluyor da biz o ilhamları almamak için uğraşıyoruz.

h1

Geceyarısı Sonrası Filmleri

20 Şubat, 2013

Sanırım ben birara erdim, ama ne ara, onu bilmiyorum.

Pz. gece-sabah uyumak üzereyken aklıma geldi, geceyarısı oynayıp duran filmleri yazacaktım ben. Ama son zamanlarda pek oynamıyor diye düşündüm. Atv’de çok tekrarlayan Casanova uzun zamandır oynamıyor mesela, hep dizi gösteriyorlar diye düşündüm. Bu durumda yazmanın da anlamı olmayacaktı. Aradan 14-15 saat geçti, karşımda Casanova başladı. Bu durumda bu filmleri yazmak elzem oldu.

Bundan 5-10 yıl önce daha çok macera-aksiyon filmleri oynardı. Sık tekrarlayan filmler deyince Cehennem Silahı serisinı, Julia Roberts’lı Pelikan Dosyası, Komplo Teorisi’ni, Mel Gibson-Goldie Hawn filmlerini, ya da Denzel Washington ağırlıklı seri katil filmlerini saymak gerekirdi. Ama son 3-5 yılda en çok bu filmler çıkıyor karşınıza. Televizyon seyreden biri bu filmlere, daha çok gecenin bir yarısı illa ki rastlar:

– CASANOVA: İçlerinde en çok tekrar eden bu. Nasıl oluyor bilmiyorum. Mesela, “Hıdır, yavrum, 12-2 arası bir boşluk var, arşivden bir film kap gel” diyorlar, Hıdır da hep rafta kapıya en yakın filmi mi kapıp getiriyor ki?

David_Tennant is Casanova by_pie_liner

Casanova, annesinin bir yatılı terkettiği, hiç konuşmayan bir çocuktur. Bir gün çok şişman bir kız bir bezle onu temizlerken (- Devam edeyim mi? – EVEEET!) konuşmaya başlar, sonra da bir daha susmaz. İstenen her kılığa bürünür, istendiğinde avukat, doktor veya astronom (- Biz astrolog istemiştik – Evet, ben de astrolog demek istemiştim) olur. Kadınlar onun sahtekarlığının içindeki dürüstlüğe hayran kalır (“Yalan söylüyorum, biliyorsun” tarzı bir tarz).

Bir baloda tanıştığı bir kadınla karşılıklı aşık olurlar, ama kadın nişanlıdır ve nişanlısı zengindir. Sonrası yarı sevimli yarı acıklı bir hikayedir. Casanova bu sırada farklı kadınların birinden diğerine atlar. Birisi de erkek rolü yapıp aryalar söyleyen siyah bir kadındır.

İngiliz televizyonlarının 2000’lerin 2. yarısında en sevilen iki dizisinin iki yakışıklısı, Dr. Who’dan David Tennant ve Spooks (MI5)’tan Rupert Penry-Jones oynuyor filmde.

David TennantRupert Penry-Jones2-2

Aslında BBC’nin bir mini dizisiymiş Casanova. 60’ar dakikalık 3 bölüm, bir şekilde 2 saat oynatıyor atv. Kadroda ilk ismi geçen Peter O’Toole’u hiç görmemiş olmam da bundan herhalde.

DANSÇI OLMAK İSTİYORUM  (Gone for a Dance – J’aurais voulu être un danseur):

Eminim 2.-3. filmler bir paket halinde gelmiştir kanal D’ye. Çünkü tarz aynı, başrol oyuncusu aynı. Artık D’de olmasa da yavru kanalları tv2’de mutlaka rastlarsınız bu iki filme.

Bu film içlerinde açık ara en başarısızı. Bir filmi dolduracak net bir hikayesi de yok. Ama hoş dans sahneleri ve kendisini izleten Vincent Elbaz’ı var (İngiliz Rufus Sewell’a çok benziyor Elbaz, onun Fransız versiyonu). Vincent Elbaz dansetmek istediğini farkedince tüm işlerinden kovulur, evini, ailesini terkeder. Bir yandan da tanımadığı babasının büyük bir dansçı olduğunu sanmaktadır. Öyle.

Ma vie en l'air2005real : Remi BezanconVincent ElbazCOLLECTION CHRISTOPHEL

– HAVADAKİ HAYATIM  (Ma Vie en l’Air):

İşte bu çok sevimli bir film. Vincent Elbaz sevgilisinden ayrılmış, uçmaktan korkan bir uçuş simulasyonu denetimcisidir. Apartmana yeni tanışan Marion Cotillard’la birbirlerini severler. Bu sırada, eski ve nobran sevgili tekrar ortaya çıkar. Hayır diyemeyen Vincent eski sevgilisine döner, onun isteğiyle biriktirdiği dergileri atar, evinde yaşayan arkadaşını gönderir. Aynı reddemeyişle evliliğe doğru gitmektedir. Bu sırada, arkadaşından Marion C.’ın Fransız Guyanası gibi bir yere gittiğini öğrenir ve uçağa atlar. Korkusunu yenmeye çalışırken uçağın motorlarından biri durur. Uçağın pilotu da simulasyonda birkaç kez başarısız olsa da kıyak yapıp geçirdiği yaşlı pilottur.

– BUDAPEŞTE’DE GERGEDAN AVI  (Rhinoceros Hunting in Budapest):

Budapeşte'de GErgedan Avı

İçlerinde en ilginci bu. Bir romantik komedi-karanlık aşk filmi arası. Gece geç vakitlerin bulanık kafasına çok uygun. Genç bir adam, durduk yerde kendisini bırakıp terkeden sevgilisinin peşinden Paris’e gelir. Çok sevdiği sevgilisi, sadece bir bant kaydı bırakarak ayrılmıştır. Onun izini sürerken karşısına hiçbir şeyi olmayan, hatta giysileri de olmayan çılgın bir kız çıkar. [Klasik bir sinema yalanıdır bu kızlar, gerçek hayatta yaşamazlar, bir tek pelikül üstünde soluk alıp verirler]. Kız onun evine sığınır. Peşinde de -tabi ki- kötü bir adam vardır.

Sonra genç adam eski sevgilisinin Budapeşte’de olduğunu öğrenir, yola çıkar. Tanıştığı kız da gelir onunla. Eski sevgilisi Nick Cave’in (evet, bizzat kendisi, majesteleri) yönettiği, hayal alemini andıran bir randevu evinde çalışmaktadır.

……..

Bunlardan başka bir de, patronundan kaçmak için Galler’de bir köye sığınan, tanınmamak için de fırıncılık yapan (adı da The Baker zaten), ve -tabi ki- orada bir kadına aşık olan bir kiralık katilin hikayesinin olduğu bir film var, ama o henüz bu diğerleri kadar oynamadı.

h1

Kasırga nostaljisi

30 Ekim, 2012

Amerika’nın doğu kıyısında kasırga zamanı. Her yıl vuran, birkaç yılda bir de fena vuran kasırgaları bizzat yaşadığımdan direk o günlere döndüm.  İki ya da üç kötü kasırgaya denk gelmiştim. 

İlki en fenasıydı. 3. yılımın başlarıydı, ve ben o aralar her yaz sonrası olduğu gibi yine ev bulma derdindeydim. Sevmediğim Virginia tarafında genç bir kadının yanına taşınmıştım geçici olarak, 1-2 aylığına. 30’larında, bayağı takıntılı biriydi. Görüşmeye gittiğimde iyi anlaşmıştık, ama zamanla sinir olmaya başladık birbirimize. Bazı tava-tencerelerini saklardı mesela. Evin ısıtması gayet soğuk derecelere ayarlar, en rüzgarlı-soğuk havalarda bile pencereleri açık tutardı ki yanlış hatırlamıyorsam o gün bile açmıştı.

Akşam 9-10 civarı elektrikler gitmişti. Öyle bir durumda televizyondan bile haber alamamak kötüydü ama daha fenası son derece sıkıcıydı. Ben de o sıradaki sevgilime şöyle bir mail yazmıştım (kişisel birşey değil, bir English Patient güzellemesi şeklinde):

Saat 11’i geçiyor, elektriğimiz kesileli birkaç saat oldu. Eski laptop’ımın kalan piliyle yazıyorum bunları, o da birazdan bitecek. Heryer karanlık, sadece birkaç sokak lambası yanıyor ileride ama onlar da birer birer sönüyor.

Bugünü evde geçirmistik, metro çalısmayınca tüm her yer kapanmıştı. Gün boyu pek de öyle abartacak birşey yok derken aksam beklediğimizden de fazlası geldi. Yeni ev arkadaşım Jacquelyn’e demistim, pencereleri açık bırakma, öldüreceksin bizi diye. Şimdi camlarımızın bir kısmı yok. Soğuk da iyice bastırdı.

Çok değil bir saat kadar önce ürkütücü bir sessizlik vardı heryerde. Herşey durmuştu. Kendimi kışın bir deniz kıyısına gitmiş gibi hissetmiştim, heryer boş ve huzurlu. Oysa şimdi, biliyorum penceremin önündeki büyük elektrik direği birazdan devrilecek. Her rüzgarda daha fazla sallanıyor, seyretmesi gerçekten çok garip.

Yıldırım düşüyor sürekli yakınlara. Her seferinde bir süre durup dinliyorum.

Ekran titriyor, pilim bitecek birazdan. Biliyorum buraya gelecek ve bunları göreceksin. Beni burada bırakmayacağını da biliyorum.

Pilim bitiyor. Sana söylemek istediğim daha çok şey olduğunu yazarak bitiriyorum.

Hosçakal.

h1

Geç bir festival günlüğü

23 Ekim, 2012

[Editörün notu: Geçen gün burada gugıl reklamları gördüm, ama sadece bir gün, sonra da geldikleri gibi kayboldular. Blogşpot’ta -1 milyon tıka 5 dolar gibi anlaşmalarla- kendi bloğuna reklam alanlara gayet kıl olan biri olarak bunun tabi ki benim değil, wordpress’in işi olduğunu söylemem gerek. Umarım geri getirmezler ki ben de wordpress’in merkez ofisini soymak zorunda kalmam. Şimdi yoğun grip yüzünden geç kalan festival günlüğüne geçelim.]

Salı: İlk gittiğim film bayağı gecikti. O hiç önemli değil de sahneye çıkan yönetmen “filmi sabaha karşı tamamladık, sonra uçağı kaçırdık, yolda da polis durdurdu” dedi. Ah, o ka ka polis. Yalnız, ben aynı bahaneyi, hele ‘yolda polis durdurdu’ sözünü birkaç yıl önce bir kere daha duymuştum. O çok daha inandırıcıydı ama. Zaten polis olsa olsa 5-10 dk.nı alır. Ama sanki bu adamların film çekmedeki gayeleri bu anları yaşamak. O koşuşturmaca, polise “portakala film yetiştiriyoruz”, seyirciye “polis durdurdu” demek. Neyse, hem film bitmemişse bu festival komitesi uluslararası yarışmaya Türkiye’yi temsilen katılan filmi izlemeden mi seçiyor yani?

– Film sonrası söyleşide oyunculardan biri, aynı zamanda filmin iki yapımcısından biri olan, Behzat’ın temiz yüzlü Cevdet’i, filmin teknik sorunlarından dolayı gayet üzgün görünüyordu. Ben de çıkışta üzülmeyin demek istedim. Yanına gidip post-production canınızı sıkmış gibi dedim. Öyle, çok hatalar vardı dedi. Ben de “ne olacak, daha uğraşırsınız, NBC bir yıl harcıyormuş bir filme” gibi birşeyler diyeceğime “Cevdet’i öyle sempatiyle izliyorum ki üzülürseniz üzülürüm” dedim. Sonra da “hatta bir arkadaşıma daha yeni ‘gerçekten ziraat mühendisiymiş, ama iş bulamayınca oyuncu olmuş gibi duruyor’ demeyi düşünmüştüm” dedim. Bu laf aslında o tereddütlü dürüst çocuğu iyi oynadığını anlatmak içindi ama hiç öyle durmadı.

– Söyleşide bir seyirci Bela Tarr, Sokurov gibi yönetmenlerin adını anarak yorum yapmıştı (adı anılan yönetmen ne kadar yetkin olursa yorum da o kadar özenti oluyor), çıkışta aynı adam etrafında 4-5 kadına “ben bir film çekseydim…” diye bir başlayan birşey anlatmaya başladı. Herhalde kadınlar “beni oynat” gibi birşey demiş olmalı ki adam “hanginiz teca vüze uğramak isterdi?” dedi (filmde öyle bir sahne vardı), kadınlar gülüştüler. Sonra bir tanesi “filmde se ks olsun, sonra zarafet olsun” dedi. Ah, bu kadınlar beni öldürecek.

Çarşamba: Film bittiğinde Cem Özer’in arkasından dışarı çıkan adam Istvan Szabo muydu? Oydu tabi. Ben koskoca Szabo ile, yani Zoltan Fabri ile beraber Macar sinemasının iki yarısından birisi olan bu adamla aynı salonda film mi izledim yani? Szabo uluslararası jüri başkanı olduğuna göre demek bu film de yarışma filmiydi. Dışarıda elini sıkıp birkaç kelime söyledim. Çok naziksiniz deyip teşekkür etti. Bugün Istvan Szabo’nun elini sıktım, daha ne olsun?

Yalnız,  film sonrası kısacık söyleşide 20 kişiysek çıkışta 19’u lüks minibüslere bindi, bir ben soğukta otobüs beklemek üzere durağa yöneldim. 23:30 filandı, en azından yağmur yağmıyordu.

Perşembe: Hayvanlar beni sever demiş miydim? 5 ördek ve ben, Ramiz’in yarı köfte-yarı sucuğunu paylaştık. Ben pek doymadım.

Cuma: Kapanış partisinde Zerre ile ödül kazanan yönetmen ve yapımcı önümdeki gruptaydılar ve sakal ve boyut bakımından aynı Coen kardeşleri andırıyorlardı. Uzun olan etrafındaki kızlara çeşitli dans figürleri yapıyordu, ama bir sırık ne kadar dans edebilir ki? Ben bir sırığın estetik zevkinden de şüphe ederim diyerek haddini aşan ve festival bünyesinde çok tartışma yaratan bir sözle bitireyim. (Adamın soyadı da Tepegöz’müş bu arada).

§  Yukarıdaki hamfendinin istediği tarzdaki filmin tam karşılığı Sylvia Kristel filmleri olmalı. Hele kısa saçlı haliyle gerçekten güzel kadındı S. Kristel. Kendisinin yüce anısına filmin, kendisinden de zarif şarkısı (ki Anılar 9 kasetinin de vazgeçilmez parçalarındandı zamanında) (& temin ederim ki link, ofis yerinde bile açılabilecek kadar masum).

h1

Rumuz Goncagül

11 Ekim, 2012

– Yaz boyu kapının yanında güneş kremi durur. Ben hiç sürmem aslında. Daha 3-4 gün önceydi, evden çıkarken gözüme ilişti, canım istedi. Bir gün önce güneş bayağı yakmıştı. Kollarımı bir güzel sıvadım kreme. Sonra vapurda sürekli kolumu yemek istedim. Tam bir deniz-plaj kokusu. Bu yıl da hiç denize girmediğimden pek özledim o kokuyu.

– Daha önce de demiştim, fesybuk’a bir tiyatro festivali için kaydolduğumu. Dolayısıyla oradaki bağlantılarım da genelde İtalyan sokak tiyatrocuları. Biri ki çok sevimli birine benziyor, 2 gün önce oyununun resmini koyup herkesi çağırmış:


[Gerçi resimden de anlaşılıyordur ama: “Ciddi bir kız, yalnız bir adamla tanışmak istiyor, en fazla 70“]

Ben de ‘aynı Rumuz Goncagül’ dedim. Daha doğrusu, “25 yıl önceki bir Türk filmine çok benziyor” dedim. Filmden de Türkan Şoray’ın annesiyle (Altan Karındaş sanırım) bir bankta talihlilerini beklediği bir resmi koyayım istedim. Hatta o sırada Müşfik Kenter, Macit Koper veya Yavuzer Çetinkaya elinde gülle geliyor olsun (onu böyle efsanevi -elit- isimler istemişken o bir sakallıya (Hakan Balamir) varır [Aristokrasiye karşı sosyalizmin zaferi!]).

Ama nerde… Filmle ilgili hiçbir resim olmadığı gibi, fragmanı bile yok. Sadece bir yerde 6-7 parça halinde filmin bütünü var. Ben de o bölümlerden, içinde en benzer sahneler olan birinin linkini verdim. O da “izledim, ama Türkçe. Anlamak isterdim” diye yazmış. Sonra da altyazılı versiyonları sormuş.  Nette yok, ama belki dvd’sini bulurum dedim. O ‘en azından İngilizce altyazılı’ diye ısrar edince de ‘tamam, kesin bulurum’ dedim.

Kısacası, dvd’sini bulabileceğimi bilen biri varsa, ya da fikri olan, ya da Beşiktaş’taki ünlü dvd’cinin önünden geçen-telefonunu bilen (Beşiktaş’ın tam ortasında, Mimar Sinan’ın karşısı bir bina, 2. katta: büyük olasılık yoktur, ama bir yerde varsa onda vardır) ya şimdi konuşsun, ya da hatırlayınca. Olmadı, Sultan’a soracağım ama ayıp olacak. Kadına ilk sözlerim ‘Rumuz Goncagül’ün videosu’ olursa alınır tabi.

– Assange’ın hikayesi, başından geçenler inanılmaz değil mi? U2’nun şarkısını biraz değiştirip gece gündüz stuck in a building, can’t get out of it diyebilir. Şimdi de Gaga onu ziyaret etmiş, habere göre 5 saat yemek yemişler. Ama 5 saat yemek yenmez ki. İşin gerisini bilmem ama müthiş bir ikili olurlar gerçekten. Megaloman psikopatla narsist teşhircinin aşkı. Çocuklarını düşünemiyorum.

h1

Kan yahu Kan, bildiğin Kan

1 Haziran, 2012

Geceyarısını geçe bir saat evde oturuyordum. Geçen hafta tam bu saatler. Uykum yoktu, canım da hiçbir şey yapmak istemiyordu. Ne yapsam diye bile aklımdan geçmiyordu, herşey son derece boş, bayat ve anlamsız geliyordu. Canının çok sıkılması bile bir bakıma bu bayatlıktan iyidir, çünkü sonra geçer; oysa bu anlamsızlıkta, böyle böyle günler, haftalar, aylar hem de beşer onar geçiyordu. İnsanlar yaşarken ben ölüyordum. Bari saate bakayım dedim, saniyeyi izleyeyim. Kol saatimi buldum, pili bitmiş. Telefonun saatinde saniye yoktu. Bilgisayarın saati elektronikti tabi, o kareli karakterlerin birbirine dönüşüp durmasında kol saatinin saniyesinin ilerlemesindeki hareket, devinim yoktu.

Saate bakarken yaptığım şeyden hiç hoşlanmıyordum. Bir süre sonra planlamadan, ölçüp biçmeden, hatta karar bile almadan kalktım. Telefonu alıp çevirdim, 366 21 12. – İyi sabahlar Mösyö Templar. – İyi geceler. – Hemen bir tane gönderiyorum. – Evet, lütfen. – Acılı mı istersiniz acısız mı? – Efendim? -Bir şaka yapayım dedim bay Templar. Bu saatte açılmak gerekiyor. – Ben de nereyi aradım diyordum. – Arkadaş hemen geliyor. – Oldu, teşekkürler.

Cüzdanı aldım, içeriden pasaportu buldum, picamalarımı değiştirme gereği duymadım. Çorap bile giymeden ayakkabıyı giyiyordum ki elimdekiler için bir cebimin olmadığını farkettim. Oradan kot montu geçirdim üstüme, ama o görünüşü beğenmedim. İçeriden keten ceketi giydim. Bir keten ceket, içine-altına ne giyerseniz giyin bir şeye benzetir.

İndiğimde taksi gelmişti. Bindim, nereye gidiyoruz abi dedi benden küçük olmayan şoför, Kan dedim. Tabi abi dedi, başka bir tepki vermeden.

Taksiyle yolculuğun başka yollara göre avantajları oluyor. Bir defa istediğinizde konuşabileceğiniz biri var, istemediğinizde de susuyor. Şimdi hatırlamadığım birşeyler anlatıyordu mesela başta şoför, ben cevap vermeyince sustu. Ben körfezi seyrediyordumo sırada boş gözlerle.

Bir süre sonra “abi, benzin almak gerek. Gerçi çok almaya gerek yok, gerisini yurtdışında alırız, orada çok daha ucuz” dedi. “Şey yapalım mı, sizin için farketmiyorsa benzinciyi ben seçsem, hangisinde daha iyi mağazalar varsa orada duralım”. Tabi abi dedi. Birçok dizide böyle benzincideki outlet’lerden giyiniyorlardı, ben de şimdi yoldan alacağım diye lc waikiki veya colin’s’e mecbur olmak istemiyordum (onlardan da birşeyler almışlığım vardır ama mecburiyet başka). Bir yerde mudo, mavi filan gördüm, “burada duralım” dedim. Durduk, o benzin alırken ben mudo’da oyalana oyalana birşeyler giyip çıkarıyordum. Kabinden çıktığımda şoför oradaydı, “abi feribota yetişmek için çıkmamız lazım” dedi. Ben de hemen üstümdekileri ödeyip kendi giysilerimi bir torbaya atıp bindim arabaya.

Ben saf saf kuzeye doğru gideceğiz, Edirne’den çıkacağız sanıyordum, hatta bana sorsanız İstanbul’dan geçeceğiz bile derdim (oysa İst. ne alaka, Çanakkale varken). Bunları düşünmüştüm arabaya yürürken, oysa şoför benzin alırken arabadaki feribot çizelgesine bakmış, bir saat sonra Çeşme’den İtalya’ya bir feribot varmış; hem de çizmenin topuğuna yakın Bari’ye, Birindisi’ye filan değil, neredeyse dizin arka kısmına yakın bir hizadaki Rimini’ye. Böylece oradan direk batıya giderek Kan’a varabilirdik.

Feribota bindik. Araba bölmesi aşağıda ve karanlıktı. Şoför ben yukarı çıkıyorum abi, bu uluslararası gemilerde kollu kumar makinaları var, sen de gelecek misin abi, dedi. Yok dedim, ben uyuyacağım. 3’lü koltuğa yayıla yayıla uyudum. Uyandım, yine uyudum. Arada kalktığımda radyoyu açıyordum, Yunan ezgileri filan çalıyordu, ama çok sürmeden yine uyuyordum. Böyle bayağı vakit geçti.

Sonra birkaç dilde ‘yerlerinizi alın, varıyoruz’ anonsu geldi. O ilk uyarıymış. Şoför yoktu meydanda. 2.si geldi, hala yoktu. Gelmezse ben naparım diye düşünüyordum. Arkadakiler hareket etmemizi bekleyecek. Anahtar orada ama adamı orada bırakıp gitmem herhalde. Neyse, 3. anons yapılırken bindi. “İyi kazandım abi” dedi. “Tabi, bunun sana bir faydası yok, senden yine taksimetreyi alırım ama feribot biletini paylaşırım. Biz de geziyoruz sonuçta.” O yolu feribot yerine kuzeyden arabayla gelseydik kaç yazardı taksimetre diye düşündüm ben de.

Sonra batıya doğru gitmeye başladık. Ben etrafı seyrediyordum. Ama çok acıkmıştım. Sık sık durup sandviçler aldık. Zaten geçtiğimiz yerler, Bologna, Parma’nın az güneyi filan, en iyi salamların olduğu yerlerdi. Ama az koyuyorlardı sandviçe. Ben de arka koltukta onları açıp açıp birleştiriyordum. Bayağı bir yedim, Genova’ya gelmeden uykum geldi, yine devrildim yana.

Bir ara Fransa’ya girmişiz. Hiçbir sınır, gümrük filan yoktu da şoför “abi, Fenerli Bienvenu Fransa’ya transfer olmuş” dedi gülerek. Başımı kaldırdığımda bir levhada ‘Bienvenu a France’ yazısını gördüm. Acaba espri mi yaptı, yoksa Bienvenu gittiği için mi sevindi diye düşünüp espri olasılığını tercih ettim.

Yine uyumuş olmalıyım, hava hafiften kararmıştı bu arada. Ben gözümü açarken (bilmiyorum hangisi önce geldi) şoför de abi geldik dedi. A, ne güzel. Ama kalkınca gördüğüm şehir pek de tanıdık gelmedi. Yıllar önce bir kere gelmiştim Kan’a, deniz kıyısında sıradan bir kasaba. Birşey demeden biraz daha bakınayım dedim, ama burada deniz varmış gibi durmuyordu. Sonra daha büyük bir şehre girmiş gibiydik. En önemlisi de Akdeniz havası yoktu etrafta. Burasının Kan olduğuna emin misin, belki daha gelmemişizdir dedim. Yok abi, dedi, şehre girerken levhada gördüm. Biraz turladık. Hiçbir yerde de yazmıyordu ki emin olalım. Bizde olsa her yerde Köyceğiz Kaymakamlığı, Köyceğiz Belediyesi yazar, burada Municipal deyip geçiyordu.

Çaresi yok, birine soracağız dedim ben. Durduk. Bilindik tipte, yardımcı olabilecek yaşlı bir amca geliyordu karşıdan. “Ekskuze mua”, hay Allah, nasıl soracağım şimdi, “nous perdu, c’est Kan?” (biz kayıp, burası Kan mı?) No, Kağ dedi adam hemen. Yani c-a-n-n-e-s? No dedi, c-a-e-n. Sonra kalın camlı gözlüklerini kaldırıp bir bana, bir  arkadaki şoföre, bir de sarı arabaya baktı yadırgar gözlerle. Pas Cannes, Caen, hahaha, Caen, gülerek uzaklaştı, ileride arkasını dönüp yine Caen Caen hahaha dedi bize. Öyle kaldım.

Neymiş abi, dedi şoför. “Allah cezanı vermesin, Kan değilmiş. Yani Cannes degil, Caen. Takımı var ya 1. ligde.” “Biliyorum abi, 4. bitirdiler ligi, hatta ben bir kere iddaa’da para kazandım üstlerinden.” Durduk. “Ya, ne bileyim abi, ben bir kere bir gurbetçi getirmiştim buraya.” Ben cevap vermiyordum, tüm hevesten sonra kötü bir hayal kırıklığı olmuştu. “Peki abi, Cannes yerine Caen olsa olmuyor mu? O da Kan, bu da Kan.” Olmuyor dedim hafifçe. Açtı torpido gözündeki haritayı, baktık, ta nerelere gelmişiz, neredeyse Manş. “İstersen götürürüm ben abi, sen sıkma canını, hem para da almam.” Günlerden neydi ki, artık hesabını da şaşırmıştık. Ama onu öğrenmek kolaydı, dibimizde bir gaste bayi vardı (telefonlara bakmak aklımıza gelmedi). 26’sı Cumartesi. O kadar olmuştu demek yolda. Az uyumamıştım. Yok dedim, anlamı yok, yarın bitiyor festival, biz gidene dek Pazar olur zaten.

O gece orada kalalım, sonra döneriz dedik. Hemen ileride görünen bir otele gitmek için arabadan giysi torbalarımı alırken hala ofluyor, hayıflanıyordum. Bir daha Fransızca bilen bir şoför isteyecektim. Bayağı da fark var, Kânn değil, Kağ.

h1

Herkese hitap eksiltir

26 Şubat, 2012

Sık sık bahsettiğim gibi, ben hayatımı Oscar tahminleri yaparak kazanıyorum. Ne duydum, arka sıralardan birisi “ya soyduğun müzeler?” mi dedi? Evet, o ve benzeri konularda iyi bir ‘alıcı’ olabilirim, ama çok kötü bir satıcıyım. Bir kere elime geçince bir türlü bırakamıyorum. Elime alınca bazılarına yakından cidden hayran kalıyorum. Diğerlerini de beğenmeyi öğreneyim diye saklıyorum. Yalnız, asacak yer sorunu oluyor. Bir Cezanne’ı salonuna asamazsın ki. Bir misafir gelir, şüphelenir filan. Bir banyoya asabiliyorum ki orası da 1-2 tane anca alıyor. En son aynayı çıkarıp oraya da bir tane astım ama sabah kalkınca neye benziyorum diye bakınca ‘dirseğine yaslanmış İtalyan genç kız‘ı görmek ilginç oluyor.

Hayatını kazanma konusu sorun değil de bunu kız babalarına anlatmak büyük dert oluyor. Tipik bir konuşma şöyle gidiyor:

– Demek Oscar tahminleri yaparak hayatını kazanıyorsun? Nasıl yani, herşeyi biliyor musun?

– Herşeyi bilmek gerekmiyor efendim. Ortalama kategoride 5 aday oluyor. Bilme olasılığı %20. Bahis şirketlerinin karını da koyunca %25-30’un üstünü bilince kazanmaya başlıyorsunuz. Tabi, bazen favoriler oluyor, onları da düşününce %40 diyelim.

– E, çoğunlukla kimin kazanacağı belli oluyor zaten.

– Doğru tabi, mesela bazı oyuncu dallarında öyle efendim. Ama 24 dal var, çoğunu, kısa filmleri, belgeselleri filan kimse önceden bilemiyor.

– (Şöyle bir süzer) Senin yaptığını herkes yapabilir gibi duruyor biraz araştırınca.

– Ama bunun nasıl bir çaba ve uzmanlık gerektirdiğini bilseniz. Filmleri takip et, havayı kokla, gidip akademi üyelerinin çöplerini karıştır, gerekirse gittikleri restoranlarda garsonluk yap… Tabi, bir de yılların getirdiği…

– Sürprizleri de biliyor musun peki?

– Bazen. Mesela evvelsi yıl herkes Avatar kazanır diyordu, hatırlarsınız belki, ben Hört Locker demiştim.

– Hart lakır diyorsun galiba. Pöh, Avatar dururken. Filinta gibi mavi kızlar üzerine üzerine geliyordu be.

– Tabi, çok haklısınız Sayın Kızıgüzel.

Bu sezon, yani geçen yaz sonrasındaki birkaç ayda en merak ettiğim film Artist’ti. Bir resmi bile beni cezbetmeye yetmişti. Filmekiminde ve altın portakalda oynamıştı, ikisinde de kaçırmıştım. Vizyona girecek gibi de değildi, tam bir festival filmiydi (Holivut onu keşfedip bayılana dek). Sonra gezici festivalde İzmir’e geldiğinde bir sinema derneğinin işletmesini alıp onarmakta olduğu bir sinemada izledim. Fuayede ustalar çalışıyordu,  kızlar içerdeyken tuvaletlerin kapısını erkekler kapıyı bekliyordu. Salonun perdesi bile zorlamasına tutturulmuştu ki ben girerken onu yerinden çıkardım diye ters bir kız bayağı terslenmişti.

Başlarda hayran kaldım filme, havasına ve buluşlarına. (Bundan sonrası filmin içeriğini hafiften ele verecek). Kızın adamın kıyafetlerine sarıldığı, kıyafetlerin de ona sarıldığı sahne, adamın bir panel arkasından kızla (ya da bacaklarıyla) karşılıklı dansettiği sahne, bir de sinemaya sesin gelmesiyle ilgili buluşlar. Yaklaşık yarısında bitseydi, 45-50 dk.lık mükemmel bir film olduğunu düşünürdüm. Ama ondan sonrası o kadar bilindik ve risksiz devam etti ki.

Sinemanın en çok kullanılan temalarından biridir bu. Adam bir kızı keşfeder, kız yavaş yavaş yıldızlığa yükselir. Bernard Shaw’un Pygmalion’undan (o da mitolojik bir öyküden) gelme, My Fair Lady, birkaç versiyonuyla A Star Is Born filmleri, bizde de Minik Serçe, Gönülçelen dizisi diye devam ediyor. Hele birkaç yıl önce Laurence Olivier’nin oynadığı bir film izlemiştim. Eskiden yıldız olup filmin sonunda çökmüş yaşlı L.Olivier’nin kızın afişlerine baktığı sahne bile bu filmin hikayesini özetleyebilir.

Demek istediğim şey taklit olduğu değil, herkesin seveceği bir film olmak için uğraşması, hiçbir risk almaması. (Herkes çok sevecektir Artist’i; tabi ki sessiz film mi seyreceğiz diyecek şekilci kişileri saymıyorum. Ama gayet tutucu akademi üyelerinin bile kabulunu kazanmışken böyle diyeceklere gerici demek lazım). Zaten dikkat ederseniz herkesin beğendiği filmlerin çoğu yeni birşey yaratmaktan çok eski referanslara dayanır. (Tekrar söylüyorum, seyretmeyi düşünenler bunu okumak istemez) Adamın eşyaları açık artırmaya gider, hepsini alan kişi, kızın şoförü çıkar: bunu bile kaç filmde gördük yahu? (genelde şoför değil, uşak olur).

İzlemedim ama yine eski filmlerle ilgili Hugo’nun da benzer bir tarafı olabilir gibi geliyor bana (ama daha çok seveceğim gibi bir hissim var). Fatih Özgüven de şöyle demiş: “O eski, güzel filmler klişesi, üstü kazınıp altında birşey bulunması gereken bir arkeolojik alan mı, yoksa bir acılı yiyeceğin acılı ile acısızı arasındaki farktan öte değil mi? Sinema tüketicisi ile sinema seyircisi arasındaki farkı belirleyen en önemli soru bu gibi geliyor. İkincisinin, Hugo dolayısıyla gerçek Melies’lerin tadına varmayı önemseyeceğini, ya da Dujardin’in kalaslığı vesilesiyle Gene Kelly’nin esnekliğini keşfetmenin tadına varmak isteyeceğini düşünüyor insan“.

F. Özgüven fazla iyimser, ama Dujardin-Kelly karşılaştırması hoşuma gitti tabi, adamın sempatikliğine rağmen (filmdeki herşey çok, hatta fazla şirindi zaten). Ama kızın yeri ayrı. Bir iki filmini daha izlesem aşık olabilirim (tam bir Arjantinli, yönetmenin de karısı).

“Awards! They do nothing but give out awards! Best Fascist Dictator: Adolf Hitler.” demiş, muhtemelen yarın da ödülünü almaya gitmeyecek olan Woody A. … Şimdi tahminler.

h1

Bürokrasinin festivali -2

7 Şubat, 2012

1.5 yıl kadar önce, canımın cidden sıkkın olduğu günlerden birinde birden aklıma geldi. Bir ilkokul arkadaşım var, onu aradım. Festival yapacağız dedim. 10 yıldan fazladır bir film festivali yok bu şehirde. Dediğim gibi, iyi filmler de hayatta gelmiyor. Güvenebileceğim çok kişi de yok, bu arkadaşım öyle biri. Ve evet, böyle şeyler iki kişi yapılır. 1-2 de işini bilen idari çalışan bulursun, yeter. Ama bir türlü ikna edemedim. Onun bir arkadaşı böyle şeylere meraklıymış, Hayata Artı Vakfı’yla beraber çalışan bir dernek kurmuşmuş, filan. Ama daha onunla görüşemeden ilkokul arkadaşım kayboldu. Birkaç kere uğradım (bir kitapçısı var), aradım ama ulaşamadım. Nedense bana böyle şeyler çok oluyor. Oysa, çok da sever beni.

Bu hikaye de, öyle sürüncemede kaldı. Zaten uzun vadeli yapılacak bir iş değil bu. Çok zevkli ama bizim ülkede değil. İzmir kısa film festivalini yapan adamın bir söyleşisini okumuştum. Sürekli cebinden büyük paralar veriyormuş. Ben de en fazla başlatır, bırakırım diyordum. Zaten bu şehirdeki geleceğim şüpheli.

Sonra geçenlerde sokakta çok alakasız bir yerde bir afiş gördüm. İzmir film festivaline kavuşuyor diye. 9 Eylül üniversitesi yapacakmış. Bu tip şeyleri böyle kurumların üstlenmesinin bir iyi, bir kötü sonucu olur: İyisi, böyle kurumlar finansal zorluk çekmez, vakıflar gibi batmaz. Bu aynı zamanda kötü özellik. Böyle kurumlar böyle bir etkinliği ele geçirince hayat billat bırakmaz. Batmayacakları için de vasatın hükümranlığı yıkılmaz.

İnternet sitelerine baktım geçen gün. Girişte 10 paragraflık bir yazı yazmışlar, amaçlarını anlatan. Oysa, bir festivalin amacını anlatmak için 3 kelime yeter: İyi film göstermek. Olmadı, başka 3 kelime: Şehri sinemaya boğmak. Bu giriş sayfası, aynı daha önce bahsettiğim, giriş sayfası her bölümünün kurban mesajlarıyla dolu olan Ege Üniversitesi, ve iki işletme bölümü kuran, bunun için de iki ayrı fakülte oluşturan 9 Eylül Üniversitesi mantığı.

İçerik olarak da sadece Türk filmleri ve kısa film yarışması başvuru bilgileri var. Bu ülkenin en son ihtiyacı bir başka Türk filmleri festivali olmalı. Portakal, koza, İstanbul, Ankara, siyad, yeşilçam, Malatya derken (bir tane daha olabilir) 7-8 ödül var. Bir yılda böyle festivallere katılabilecek kalitede film sayısıysa 10’u bulmuyor. Başka hiçbir ülke kendi filmlerini bu kadar ödüle boğmuyordur. Ayrıca, şehirde gayet iyi bir kısa film festivali var zaten. Şirketler de böyle ‘aynı şeyi ben de yaparım’ mantığıyla kurulup batıyor zaten.

Oysa mesela, bizim filmlerimiz Kahire’de, Selanik’te aldığı ödüllerle övünüyor da bizim ülkemizde yabancı filmlerin ödül almakla övüneceği iyi bir uluslararası yarışma yok. Hazır sıfırdan başlamışken dersin ki 10 yıl sonra belki en büyük üçten biri değil, ama bir San Sebastian, Locarno, Karlovy Vary olacağız. Veya Berlin tarzında önemli bir film pazarı olmaya oynayağız, özellikle Uzakdoğu filmlerinin batıya açılması için bir merkez olacağız. Bizse içe dönüp birbirimizi yemekten başka birşey bilmiyoruz.

Kurulan ekibin başındaki kişi, hemşirelik fakültesinden bir prof, daha ne diyiim?..