Nikita ne müthiş film. Son zamanlarda sık sık anımsıyorum. Geçen ay Leon’la beraber tv’de oynamıştı, ama ondan değil. Geçen hafta NBA all-star’da üçlük yarışmasını kazanan Belinelli’ye Leon diyorlarmış, cidden benziyor, ama ondan da sayılmaz. Yeri gelirse anlatırım, hoş bir hikaye benim için.
Bugün düşündüm de iyi bir western, kötü bir tarihi ‘kılıç filmi’, ’60’lerin Fransız suç filmleri ve ’70’lerin Holivud’unu niye seviyorsam Nikita’da da o var. Sahici bir macera, insanı içine alan bir atmosfer, çekici bir konu.
Çok da tanıdık gelmişti bana, suça bulaşıp gizli servisin kullandığı kız, aylarca sıkı çalışma ardından götürüldüğü doğumgünü yemeğinin yine iş çıkması, o restoranın kaçış duvarının örülü olması, ona kadınlık anlatan ustalar ustası Hanna Schygulla, sonra tanıştığı sevimli kasiyer adam (demek ben ondan kasiyerlerle kafayı bozdum), onunla çok hoş bir ilişki yaşarken bir yandan ‘yaptığı’ işler, ve önemli bir işte çok zorda kalınca işi toparlaması için gönderilen temizlikçi.
Temizlikçiye gerçekten de temizlikçi diyorlardı ve adam öyle sağlam bir film karakteriydi ki bir sonraki film o oldu. Leon, sevimli olsa da o -uğraşılmış- sevimlilik aynı zamanda filmin başarısından da yiyordu biraz. İlk filmde temizlikçi Viktor’u çekici yapan o sevimli taklitleri değildi zaten.
Bu akşam işte tüm bu kayıtlar yine aynı filmi hatırlattı. Zorda kalınca paraları sıfırlaması için gönderilen Sümeyyye aynı bir Viktor-Leon.
Yalnız, durum gerçekten içler acısı. Ne olursa olsun, (bir uçta) nefret et, (diğer uçta) oy ver, farketmez, böyle bir ülkenin (yani bir kültürü, tarihi, gelenekleri olan büyük bir ülkenin) başbakanının bu duruma düşmesi çok üzücü. Hepimiz için utanç verici. (‘Biz niye utanalım, o utansın’ diyen olacaktır, ama) Ben hep aynı şeyi iddia ederim. Herkes başa geçmek ister. Tam bir deliyi, bir salağı da seçsen o da başbakan olur. Sorun seçendedir. Böyle bir adamın %50 ile seçildiği bir ülke bu. Bu ülkenin gördüğü en büyük utançlardan birini yaşıyoruz.
Ve tabi ki bunu biliyorduk. Ben birkaç yıldır kafayı yiyordum, chp niye kısır gündemi takip ediyor da yolsuzlukları araştırmıyor diye. Hepsi de (en azından birçoğu da) önümüzde duruyordu. Emlak, sit alanı, çevre koruma kurulu, vb. yolsuzluklarının yeralmadığı hafta geçmiyordu gazetelerde. Ama öyle bir kanıksama dönemi geçiriyoruz ki bu resmen bizi salak bir toplum yapmış. Bir ‘ayakkabı kutusu’ imgesi gerekiyor illa bize. Ama o kutudaki para ile ev alınmış olsa kimse umursamayacak. Bu son konuşma da bu aptallığımızın vurgusu zaten. “Yeter ki evinde para bulunmasın, git ev al” deniyor açıkça. Çünkü ev olunca iş karışacak, bizde amaaan, almış işte filan diyeceğiz. Gemi bile kesmiyor bizi, ev mi kesecek…
Ve işin 2. bir yüzü var. Diğer bir rezil tarafımız. Bunları açıklayan, gündemi istediği gibi değiştiren, elinde belli ki her kesime karşı kozları olan ve bunları yeri geldiğinde açıklayan bir grup var. Onlar ne oluyor bu durumda? Demokrasi savaşçısı mı? Hayır, Tayyyip’e gösterdiğimiz tavrın aynısını onlara göstermemiz gerek.
17 Aralık’tan sonraki haftada da aynısını düşünmüştüm. Bu, muhalefet için çukulatalı dondurma. Al, istediğin gibi hazıra kondun, iktidarın her türlü tutarsızlığı döküldü, sana yemek kaldı. Ama çok büyük fırsat teptiler. Chp’nin yapması gereken, bu kavgada taraf tutmak değil, Akp’ye “Yolsuzlukların üzerine git, ben de cemaate karşı mücadelende yanındayım” demekti (ve “nihayet anladın, biz yıllardır söylüyoruz sana”. Hele ki Chp’lileri bile yanına çekmeye çalışan, yardıma muhtaç bir akp vardı. Ondan sonra Tayyyip’in Chp’ye karşı diyeceği hiçbir şey kalmazdı, çünkü her lafın sonu “adamlar haklı”ya çıkardı.
Yine aynı durum. Ortaya çıkanları lanetlemek, bunların kaydedilmesini de lanetlememek anlamına gelmiyor. O pislik, bunlar da pislik.
İnsan doğal olarak Jaguar’ı delen davul günlerini özlüyor. Bir hediye Jaguar’dan erimişti Anap. Eski saf günler işte.
Kan yahu Kan, bildiğin Kan
1 Haziran, 2012Geceyarısını geçe bir saat evde oturuyordum. Geçen hafta tam bu saatler. Uykum yoktu, canım da hiçbir şey yapmak istemiyordu. Ne yapsam diye bile aklımdan geçmiyordu, herşey son derece boş, bayat ve anlamsız geliyordu. Canının çok sıkılması bile bir bakıma bu bayatlıktan iyidir, çünkü sonra geçer; oysa bu anlamsızlıkta, böyle böyle günler, haftalar, aylar hem de beşer onar geçiyordu. İnsanlar yaşarken ben ölüyordum. Bari saate bakayım dedim, saniyeyi izleyeyim. Kol saatimi buldum, pili bitmiş. Telefonun saatinde saniye yoktu. Bilgisayarın saati elektronikti tabi, o kareli karakterlerin birbirine dönüşüp durmasında kol saatinin saniyesinin ilerlemesindeki hareket, devinim yoktu.
Saate bakarken yaptığım şeyden hiç hoşlanmıyordum. Bir süre sonra planlamadan, ölçüp biçmeden, hatta karar bile almadan kalktım. Telefonu alıp çevirdim, 366 21 12. – İyi sabahlar Mösyö Templar. – İyi geceler. – Hemen bir tane gönderiyorum. – Evet, lütfen. – Acılı mı istersiniz acısız mı? – Efendim? -Bir şaka yapayım dedim bay Templar. Bu saatte açılmak gerekiyor. – Ben de nereyi aradım diyordum. – Arkadaş hemen geliyor. – Oldu, teşekkürler.
Cüzdanı aldım, içeriden pasaportu buldum, picamalarımı değiştirme gereği duymadım. Çorap bile giymeden ayakkabıyı giyiyordum ki elimdekiler için bir cebimin olmadığını farkettim. Oradan kot montu geçirdim üstüme, ama o görünüşü beğenmedim. İçeriden keten ceketi giydim. Bir keten ceket, içine-altına ne giyerseniz giyin bir şeye benzetir.
İndiğimde taksi gelmişti. Bindim, nereye gidiyoruz abi dedi benden küçük olmayan şoför, Kan dedim. Tabi abi dedi, başka bir tepki vermeden.
Taksiyle yolculuğun başka yollara göre avantajları oluyor. Bir defa istediğinizde konuşabileceğiniz biri var, istemediğinizde de susuyor. Şimdi hatırlamadığım birşeyler anlatıyordu mesela başta şoför, ben cevap vermeyince sustu. Ben körfezi seyrediyordumo sırada boş gözlerle.
Bir süre sonra “abi, benzin almak gerek. Gerçi çok almaya gerek yok, gerisini yurtdışında alırız, orada çok daha ucuz” dedi. “Şey yapalım mı, sizin için farketmiyorsa benzinciyi ben seçsem, hangisinde daha iyi mağazalar varsa orada duralım”. Tabi abi dedi. Birçok dizide böyle benzincideki outlet’lerden giyiniyorlardı, ben de şimdi yoldan alacağım diye lc waikiki veya colin’s’e mecbur olmak istemiyordum (onlardan da birşeyler almışlığım vardır ama mecburiyet başka). Bir yerde mudo, mavi filan gördüm, “burada duralım” dedim. Durduk, o benzin alırken ben mudo’da oyalana oyalana birşeyler giyip çıkarıyordum. Kabinden çıktığımda şoför oradaydı, “abi feribota yetişmek için çıkmamız lazım” dedi. Ben de hemen üstümdekileri ödeyip kendi giysilerimi bir torbaya atıp bindim arabaya.
Ben saf saf kuzeye doğru gideceğiz, Edirne’den çıkacağız sanıyordum, hatta bana sorsanız İstanbul’dan geçeceğiz bile derdim (oysa İst. ne alaka, Çanakkale varken). Bunları düşünmüştüm arabaya yürürken, oysa şoför benzin alırken arabadaki feribot çizelgesine bakmış, bir saat sonra Çeşme’den İtalya’ya bir feribot varmış; hem de çizmenin topuğuna yakın Bari’ye, Birindisi’ye filan değil, neredeyse dizin arka kısmına yakın bir hizadaki Rimini’ye. Böylece oradan direk batıya giderek Kan’a varabilirdik.
Feribota bindik. Araba bölmesi aşağıda ve karanlıktı. Şoför ben yukarı çıkıyorum abi, bu uluslararası gemilerde kollu kumar makinaları var, sen de gelecek misin abi, dedi. Yok dedim, ben uyuyacağım. 3’lü koltuğa yayıla yayıla uyudum. Uyandım, yine uyudum. Arada kalktığımda radyoyu açıyordum, Yunan ezgileri filan çalıyordu, ama çok sürmeden yine uyuyordum. Böyle bayağı vakit geçti.
Sonra birkaç dilde ‘yerlerinizi alın, varıyoruz’ anonsu geldi. O ilk uyarıymış. Şoför yoktu meydanda. 2.si geldi, hala yoktu. Gelmezse ben naparım diye düşünüyordum. Arkadakiler hareket etmemizi bekleyecek. Anahtar orada ama adamı orada bırakıp gitmem herhalde. Neyse, 3. anons yapılırken bindi. “İyi kazandım abi” dedi. “Tabi, bunun sana bir faydası yok, senden yine taksimetreyi alırım ama feribot biletini paylaşırım. Biz de geziyoruz sonuçta.” O yolu feribot yerine kuzeyden arabayla gelseydik kaç yazardı taksimetre diye düşündüm ben de.
Sonra batıya doğru gitmeye başladık. Ben etrafı seyrediyordum. Ama çok acıkmıştım. Sık sık durup sandviçler aldık. Zaten geçtiğimiz yerler, Bologna, Parma’nın az güneyi filan, en iyi salamların olduğu yerlerdi. Ama az koyuyorlardı sandviçe. Ben de arka koltukta onları açıp açıp birleştiriyordum. Bayağı bir yedim, Genova’ya gelmeden uykum geldi, yine devrildim yana.
Bir ara Fransa’ya girmişiz. Hiçbir sınır, gümrük filan yoktu da şoför “abi, Fenerli Bienvenu Fransa’ya transfer olmuş” dedi gülerek. Başımı kaldırdığımda bir levhada ‘Bienvenu a France’ yazısını gördüm. Acaba espri mi yaptı, yoksa Bienvenu gittiği için mi sevindi diye düşünüp espri olasılığını tercih ettim.
Yine uyumuş olmalıyım, hava hafiften kararmıştı bu arada. Ben gözümü açarken (bilmiyorum hangisi önce geldi) şoför de abi geldik dedi. A, ne güzel. Ama kalkınca gördüğüm şehir pek de tanıdık gelmedi. Yıllar önce bir kere gelmiştim Kan’a, deniz kıyısında sıradan bir kasaba. Birşey demeden biraz daha bakınayım dedim, ama burada deniz varmış gibi durmuyordu. Sonra daha büyük bir şehre girmiş gibiydik. En önemlisi de Akdeniz havası yoktu etrafta. Burasının Kan olduğuna emin misin, belki daha gelmemişizdir dedim. Yok abi, dedi, şehre girerken levhada gördüm. Biraz turladık. Hiçbir yerde de yazmıyordu ki emin olalım. Bizde olsa her yerde Köyceğiz Kaymakamlığı, Köyceğiz Belediyesi yazar, burada Municipal deyip geçiyordu.
Çaresi yok, birine soracağız dedim ben. Durduk. Bilindik tipte, yardımcı olabilecek yaşlı bir amca geliyordu karşıdan. “Ekskuze mua”, hay Allah, nasıl soracağım şimdi, “nous perdu, c’est Kan?” (biz kayıp, burası Kan mı?) No, Kağ dedi adam hemen. Yani c-a-n-n-e-s? No dedi, c-a-e-n. Sonra kalın camlı gözlüklerini kaldırıp bir bana, bir arkadaki şoföre, bir de sarı arabaya baktı yadırgar gözlerle. Pas Cannes, Caen, hahaha, Caen, gülerek uzaklaştı, ileride arkasını dönüp yine Caen Caen hahaha dedi bize. Öyle kaldım.
Neymiş abi, dedi şoför. “Allah cezanı vermesin, Kan değilmiş. Yani Cannes degil, Caen. Takımı var ya 1. ligde.” “Biliyorum abi, 4. bitirdiler ligi, hatta ben bir kere iddaa’da para kazandım üstlerinden.” Durduk. “Ya, ne bileyim abi, ben bir kere bir gurbetçi getirmiştim buraya.” Ben cevap vermiyordum, tüm hevesten sonra kötü bir hayal kırıklığı olmuştu. “Peki abi, Cannes yerine Caen olsa olmuyor mu? O da Kan, bu da Kan.” Olmuyor dedim hafifçe. Açtı torpido gözündeki haritayı, baktık, ta nerelere gelmişiz, neredeyse Manş. “İstersen götürürüm ben abi, sen sıkma canını, hem para da almam.” Günlerden neydi ki, artık hesabını da şaşırmıştık. Ama onu öğrenmek kolaydı, dibimizde bir gaste bayi vardı (telefonlara bakmak aklımıza gelmedi). 26’sı Cumartesi. O kadar olmuştu demek yolda. Az uyumamıştım. Yok dedim, anlamı yok, yarın bitiyor festival, biz gidene dek Pazar olur zaten.
O gece orada kalalım, sonra döneriz dedik. Hemen ileride görünen bir otele gitmek için arabadan giysi torbalarımı alırken hala ofluyor, hayıflanıyordum. Bir daha Fransızca bilen bir şoför isteyecektim. Bayağı da fark var, Kânn değil, Kağ.
no comment, pelikül, tam.buesnada kategorisinde yayınlandı | Leave a Comment »