Geceyarısını geçe bir saat evde oturuyordum. Geçen hafta tam bu saatler. Uykum yoktu, canım da hiçbir şey yapmak istemiyordu. Ne yapsam diye bile aklımdan geçmiyordu, herşey son derece boş, bayat ve anlamsız geliyordu. Canının çok sıkılması bile bir bakıma bu bayatlıktan iyidir, çünkü sonra geçer; oysa bu anlamsızlıkta, böyle böyle günler, haftalar, aylar hem de beşer onar geçiyordu. İnsanlar yaşarken ben ölüyordum. Bari saate bakayım dedim, saniyeyi izleyeyim. Kol saatimi buldum, pili bitmiş. Telefonun saatinde saniye yoktu. Bilgisayarın saati elektronikti tabi, o kareli karakterlerin birbirine dönüşüp durmasında kol saatinin saniyesinin ilerlemesindeki hareket, devinim yoktu.
Saate bakarken yaptığım şeyden hiç hoşlanmıyordum. Bir süre sonra planlamadan, ölçüp biçmeden, hatta karar bile almadan kalktım. Telefonu alıp çevirdim, 366 21 12. – İyi sabahlar Mösyö Templar. – İyi geceler. – Hemen bir tane gönderiyorum. – Evet, lütfen. – Acılı mı istersiniz acısız mı? – Efendim? -Bir şaka yapayım dedim bay Templar. Bu saatte açılmak gerekiyor. – Ben de nereyi aradım diyordum. – Arkadaş hemen geliyor. – Oldu, teşekkürler.
Cüzdanı aldım, içeriden pasaportu buldum, picamalarımı değiştirme gereği duymadım. Çorap bile giymeden ayakkabıyı giyiyordum ki elimdekiler için bir cebimin olmadığını farkettim. Oradan kot montu geçirdim üstüme, ama o görünüşü beğenmedim. İçeriden keten ceketi giydim. Bir keten ceket, içine-altına ne giyerseniz giyin bir şeye benzetir.
İndiğimde taksi gelmişti. Bindim, nereye gidiyoruz abi dedi benden küçük olmayan şoför, Kan dedim. Tabi abi dedi, başka bir tepki vermeden.
Taksiyle yolculuğun başka yollara göre avantajları oluyor. Bir defa istediğinizde konuşabileceğiniz biri var, istemediğinizde de susuyor. Şimdi hatırlamadığım birşeyler anlatıyordu mesela başta şoför, ben cevap vermeyince sustu. Ben körfezi seyrediyordumo sırada boş gözlerle.
Bir süre sonra “abi, benzin almak gerek. Gerçi çok almaya gerek yok, gerisini yurtdışında alırız, orada çok daha ucuz” dedi. “Şey yapalım mı, sizin için farketmiyorsa benzinciyi ben seçsem, hangisinde daha iyi mağazalar varsa orada duralım”. Tabi abi dedi. Birçok dizide böyle benzincideki outlet’lerden giyiniyorlardı, ben de şimdi yoldan alacağım diye lc waikiki veya colin’s’e mecbur olmak istemiyordum (onlardan da birşeyler almışlığım vardır ama mecburiyet başka). Bir yerde mudo, mavi filan gördüm, “burada duralım” dedim. Durduk, o benzin alırken ben mudo’da oyalana oyalana birşeyler giyip çıkarıyordum. Kabinden çıktığımda şoför oradaydı, “abi feribota yetişmek için çıkmamız lazım” dedi. Ben de hemen üstümdekileri ödeyip kendi giysilerimi bir torbaya atıp bindim arabaya.
Ben saf saf kuzeye doğru gideceğiz, Edirne’den çıkacağız sanıyordum, hatta bana sorsanız İstanbul’dan geçeceğiz bile derdim (oysa İst. ne alaka, Çanakkale varken). Bunları düşünmüştüm arabaya yürürken, oysa şoför benzin alırken arabadaki feribot çizelgesine bakmış, bir saat sonra Çeşme’den İtalya’ya bir feribot varmış; hem de çizmenin topuğuna yakın Bari’ye, Birindisi’ye filan değil, neredeyse dizin arka kısmına yakın bir hizadaki Rimini’ye. Böylece oradan direk batıya giderek Kan’a varabilirdik.
Feribota bindik. Araba bölmesi aşağıda ve karanlıktı. Şoför ben yukarı çıkıyorum abi, bu uluslararası gemilerde kollu kumar makinaları var, sen de gelecek misin abi, dedi. Yok dedim, ben uyuyacağım. 3’lü koltuğa yayıla yayıla uyudum. Uyandım, yine uyudum. Arada kalktığımda radyoyu açıyordum, Yunan ezgileri filan çalıyordu, ama çok sürmeden yine uyuyordum. Böyle bayağı vakit geçti.
Sonra birkaç dilde ‘yerlerinizi alın, varıyoruz’ anonsu geldi. O ilk uyarıymış. Şoför yoktu meydanda. 2.si geldi, hala yoktu. Gelmezse ben naparım diye düşünüyordum. Arkadakiler hareket etmemizi bekleyecek. Anahtar orada ama adamı orada bırakıp gitmem herhalde. Neyse, 3. anons yapılırken bindi. “İyi kazandım abi” dedi. “Tabi, bunun sana bir faydası yok, senden yine taksimetreyi alırım ama feribot biletini paylaşırım. Biz de geziyoruz sonuçta.” O yolu feribot yerine kuzeyden arabayla gelseydik kaç yazardı taksimetre diye düşündüm ben de.
Sonra batıya doğru gitmeye başladık. Ben etrafı seyrediyordum. Ama çok acıkmıştım. Sık sık durup sandviçler aldık. Zaten geçtiğimiz yerler, Bologna, Parma’nın az güneyi filan, en iyi salamların olduğu yerlerdi. Ama az koyuyorlardı sandviçe. Ben de arka koltukta onları açıp açıp birleştiriyordum. Bayağı bir yedim, Genova’ya gelmeden uykum geldi, yine devrildim yana.
Bir ara Fransa’ya girmişiz. Hiçbir sınır, gümrük filan yoktu da şoför “abi, Fenerli Bienvenu Fransa’ya transfer olmuş” dedi gülerek. Başımı kaldırdığımda bir levhada ‘Bienvenu a France’ yazısını gördüm. Acaba espri mi yaptı, yoksa Bienvenu gittiği için mi sevindi diye düşünüp espri olasılığını tercih ettim.
Yine uyumuş olmalıyım, hava hafiften kararmıştı bu arada. Ben gözümü açarken (bilmiyorum hangisi önce geldi) şoför de abi geldik dedi. A, ne güzel. Ama kalkınca gördüğüm şehir pek de tanıdık gelmedi. Yıllar önce bir kere gelmiştim Kan’a, deniz kıyısında sıradan bir kasaba. Birşey demeden biraz daha bakınayım dedim, ama burada deniz varmış gibi durmuyordu. Sonra daha büyük bir şehre girmiş gibiydik. En önemlisi de Akdeniz havası yoktu etrafta. Burasının Kan olduğuna emin misin, belki daha gelmemişizdir dedim. Yok abi, dedi, şehre girerken levhada gördüm. Biraz turladık. Hiçbir yerde de yazmıyordu ki emin olalım. Bizde olsa her yerde Köyceğiz Kaymakamlığı, Köyceğiz Belediyesi yazar, burada Municipal deyip geçiyordu.
Çaresi yok, birine soracağız dedim ben. Durduk. Bilindik tipte, yardımcı olabilecek yaşlı bir amca geliyordu karşıdan. “Ekskuze mua”, hay Allah, nasıl soracağım şimdi, “nous perdu, c’est Kan?” (biz kayıp, burası Kan mı?) No, Kağ dedi adam hemen. Yani c-a-n-n-e-s? No dedi, c-a-e-n. Sonra kalın camlı gözlüklerini kaldırıp bir bana, bir arkadaki şoföre, bir de sarı arabaya baktı yadırgar gözlerle. Pas Cannes, Caen, hahaha, Caen, gülerek uzaklaştı, ileride arkasını dönüp yine Caen Caen hahaha dedi bize. Öyle kaldım.
Neymiş abi, dedi şoför. “Allah cezanı vermesin, Kan değilmiş. Yani Cannes degil, Caen. Takımı var ya 1. ligde.” “Biliyorum abi, 4. bitirdiler ligi, hatta ben bir kere iddaa’da para kazandım üstlerinden.” Durduk. “Ya, ne bileyim abi, ben bir kere bir gurbetçi getirmiştim buraya.” Ben cevap vermiyordum, tüm hevesten sonra kötü bir hayal kırıklığı olmuştu. “Peki abi, Cannes yerine Caen olsa olmuyor mu? O da Kan, bu da Kan.” Olmuyor dedim hafifçe. Açtı torpido gözündeki haritayı, baktık, ta nerelere gelmişiz, neredeyse Manş. “İstersen götürürüm ben abi, sen sıkma canını, hem para da almam.” Günlerden neydi ki, artık hesabını da şaşırmıştık. Ama onu öğrenmek kolaydı, dibimizde bir gaste bayi vardı (telefonlara bakmak aklımıza gelmedi). 26’sı Cumartesi. O kadar olmuştu demek yolda. Az uyumamıştım. Yok dedim, anlamı yok, yarın bitiyor festival, biz gidene dek Pazar olur zaten.
O gece orada kalalım, sonra döneriz dedik. Hemen ileride görünen bir otele gitmek için arabadan giysi torbalarımı alırken hala ofluyor, hayıflanıyordum. Bir daha Fransızca bilen bir şoför isteyecektim. Bayağı da fark var, Kânn değil, Kağ.
Futbol, what is it for?
3 Nisan, 2013‘Gassaray yenilirse normal sonuç, sürpriz olmaz. Ama ya yenerse (tur atlarsa), işte o zaman büyük olay olur‘ sözlerine bakmayın siz. Bir olasılık daha var: rezil olmak.
O yorumları yapanlar futbolun esas amacını unutuyor, ya da daha doğrusu hiç bilmiyor. Futbol niçin oynanır diye sorduğunuzda herkes ya kupa kazanmak için, ya para kazanmak için der. Oysa onlara cevap vermek kolaydır. İlkine:
– Peki, kulüpler niçin kupa kazanmak ister? O kupa altın değil ki bozdur bozdur yat kat al.
– O zaman kupa kazanmayan ama final oynayan (mesela uefa kupasında final, şampiyonlar liginde yarı final) takımlar niye başarılı bulunur, bunla övünür?
– Türkiye züpper liginde 18 takım vardır, ama bunların 14’ü sezona şampiyon olmak için başlamaz, peki niçin başlar? diye sorup çürütebilirsiniz.
Para kazanmak için diyenlere de “futbolcular para kazanmak isteyebilir (ki onlar da bunu prestijsiz istemez), ama kulüplerin asıl amacı para olmaz, yöneticiler kulübün kazandığı parayı alıp çıkamazlar ki, o zaman o para niçin istenir?” diye sorabilirsiniz.
Futbol prestij için oynanır. Tüm maçların, tüm para kazanma hedeflerinin, kupa hedeflerinin esas amacı budur.
O yüzden, bir maçın üç değil sayısız, bir eleme turunun iki değil, yine sayısız sonucu vardır. Sürklase edip elersiniz, can çekişerek elersiniz, penaltılarla elersiniz, hakem kararları sayesinde elersiniz, hakem kararlarına rağmen elersiniz,… ya da elenirsiniz, vb. Gerçek sporseverler de o sonucun nasıl geldiğini hiç unutmaz.
Özellikle bugünlerde Gassaray Real’i yenecek güçte diyenler çıkmışken dua etsin GS’liler de rezil olmasınlar.
ispor, no comment kategorisinde yayınlandı | Leave a Comment »