Archive for the ‘no comment’ Category

h1

Futbol, what is it for?

3 Nisan, 2013

Gassaray yenilirse normal sonuç, sürpriz olmaz. Ama ya yenerse (tur atlarsa), işte o zaman büyük olay olur‘ sözlerine bakmayın siz. Bir olasılık daha var: rezil olmak.

O yorumları yapanlar futbolun esas amacını unutuyor, ya da daha doğrusu hiç bilmiyor.  Futbol niçin oynanır diye sorduğunuzda herkes ya kupa kazanmak için, ya para kazanmak için der. Oysa onlara cevap vermek kolaydır. İlkine:

– Peki, kulüpler niçin kupa kazanmak ister? O kupa altın değil ki bozdur bozdur yat kat al.

– O zaman kupa kazanmayan ama final oynayan (mesela uefa kupasında final, şampiyonlar liginde yarı final) takımlar niye başarılı bulunur, bunla övünür?

– Türkiye züpper liginde 18 takım vardır, ama bunların 14’ü sezona şampiyon olmak için başlamaz, peki niçin başlar?  diye sorup çürütebilirsiniz.

Para kazanmak için diyenlere de “futbolcular para kazanmak isteyebilir (ki onlar da bunu prestijsiz istemez), ama kulüplerin asıl amacı para olmaz, yöneticiler kulübün kazandığı parayı alıp çıkamazlar ki, o zaman o para niçin istenir?” diye sorabilirsiniz.

Futbol  prestij  için oynanır. Tüm maçların, tüm para kazanma hedeflerinin, kupa hedeflerinin esas amacı budur.

O yüzden, bir maçın üç değil sayısız, bir eleme turunun iki değil, yine sayısız sonucu vardır. Sürklase edip elersiniz, can çekişerek elersiniz, penaltılarla elersiniz, hakem kararları sayesinde elersiniz, hakem kararlarına rağmen elersiniz,… ya da elenirsiniz, vb. Gerçek sporseverler de o sonucun nasıl geldiğini hiç unutmaz.

Özellikle bugünlerde Gassaray Real’i yenecek güçte diyenler çıkmışken dua etsin GS’liler de rezil olmasınlar.

h1

Seğmenler’de yürürken ayağına dikkat et!

2 Nisan, 2013

Behsat’ın kızı (şaibeli kızı) Şule (I love you Şuleee, I love you Şuleee) çıktığı cinayet masası dedektifi oğlanla bir parkta oturuyordu. Gölün kenarında bir çardak. Ne güzel yer, ben bilmiyorum galiba bu parkı, yeni mi ki dedim.

image23

Sonra biraz daha geniş açı gösterdi, o aralıklı taşlar… Ah o taşlar…

image19

1. sınıfın bahar aylarıydı. Bir akşam sıkılıp öndeki yurttan Elif’i aradım, az sonra buluştuk, servise atlayıp Tunus’a geldik. Oradan da bir otobüsle Seğmenler. 2 gün sonra ikimizin de Calculus sınavı vardı. Aynı bölümde değildik ama tüm mühendislikler beraber alırdık bu dersleri ve Calculus ve Fizik sınavları bayağı korkutucu sınavlardı. Öyle bir akşam çalışmakla filan olmazdı, beş akşam filan çalışmak gerekirdi. O yüzden o sırada orada bulunmamız, çılgın denemese de bayağı maceracı bir hareketti. O saatlerde bizden başka çalışmayan mühendislik öğrencisi olduğunu sanmam. Oda arkadaşım şaşırmıştı mesela çıkmama.

Yürüyorduk, gölün bir tarafındaki yolda, araları da birkaç santim açık aralıklı taşlar vardı. Altlarından da çok hafif bir su akıyordu. Bir parkta öyle bir yol olması kötü bir plan gibi geliyor, bunun küçük çocuğu var, engellisi var, yaşlısı var, ama o iki noktayı bağlayan tek yol o değildi. Ama biz tabi ki oradan yürüdük. İnsan orada yürüyorsa doğal olarak öncelikle yere bakar, ona dikkat eder. Ama artık ben kızın nasıl aklını başından aldıysam diyecektim ama ciddi olmadığım cümlenin gelişinden pek belli olmadı; gülüyorduk sanırım ve ayağını o aralığa kıstırdı. Hatta baştan çıkmadı da biraz uğraşınca çıktı ayağı ve bayağı da acıdı. Sonra kolunu benim omzuma koydu, ilerideki oturma yerlerine gittik (2. resimde solda duvar dibinde uzanan banklar). Ama tüm bunlar hiç de filmlerde gördüğümüz gibi romantik filan olmadı. Bu tamamen ayağı sıkışan/burkulan kişinin (ki tabi ki hep kızdır) tepkisiyle ilgili. Elif’in de canı yanmıştı ve bana da biraz ters laflar etmişti. O durumda da sana yapacak birşey kalmıyor. Herkes Meg Ryan değil.

Elif’le bir yıl önce birkaç ay beraberdik, sonra ayrılmıştık. Onla vakit geçirmeyi özlemiştim, aklımdan tekrar beraber olsak mı ki gibi birşey geçmişti, ama çok da kesin bir şekilde değil, birşey demeyebilirdim de. Zaten ben bu konuda ağzımı açmadan o açtı. Tezcanlı bir şekilde direk “gelirken bugün sen tekrar beraber olsak mı diyebilirsin diye düşündüm, benim de aklımdan geçti” gibi birşey dedi. Sonra da “biraz düşünelim, sonra konuşalım istersen” dedi. İyi, tamam dedim, valla başka tek kelime yorumda bulunmadım.

Sonraki gün deli gibi çalıştık sınava (bu 2 ders, 2’şer dönem, dönemde 3’er sınav, yeni en az 50 akşamımı filan bu derslerin sınavlarına vermişim). Sınav geçti, birkaç gün daha geçtik, buluştuk ve ı-ıh dedi Elif. Yani ben teklif bile etmediğim birşeyde reddedilmiş oldum.

Hatta o günlerde bu olayın küçük ölçekte benzeri birşeyler daha yaşanmıştı ki oda arkaşıma “2 haftada birşey teklif etmediğim 3 kız tarafından reddedildim” dediğimi hatırlıyorum. Birisi, bu gruba sokmak için benzetmeyi zorladığım basit bir olaydı, öyle hatırlıyorum ama neydi, kimdi hatırlamıyorum. Diğeri de çok önemli birşey değildi. Daha çok benim dışımda gelişen şeylerdi kısacası. Ama tüm bunlardan, çok da farkında olmadan ne öğrenmiştim? Kızların reddetmeyi pek sevdiğini.

h1

Washington’ın ortasında kaldırım çökmüş, bir kişi ölmüş

24 Temmuz, 2012

Washington’ın ortası, işte Beyaz Saray var, DünyaBankası-IMF, birkaç bakanlık, kamu kuruluşunun merkezi yakınlarda, mesela KızılHaç’ın, yardım kuruluşu USAid’in merkezleri var, büyük lobiciler var, hep aralıksız kocaman binalar, hep beton. O binalardan birinden çıkıp metroya gitmekte olan bir adam kaldırım çökünce hayatını kaybetmiş.

Pek inandırıcı olmadı, di mi? Ben yazdım, kendimi bile inandıramadım. Bilim kurguda görseniz saçma gelir.

Peki, Londra’nın ortası desem? Piccadilly-Trafalgar arası, Scotland Yard, 10 Downing Street, St.James Park filan, iş çıkışı modern klasik çizgili takım elbisesi ve yaz olmasına rağmen şemsiyesiyle yürüyen bir İngiliz… fazla zorluyorum, farkettim.

Almanya desem imkansız, İskandinavlar düşünülemez. Güney Avrupalılardan biri desem daha mı inandırıcı olurdu? Portekiz-İspanya da olası gelmedi bana. Roma’nın altı antik şehir diye olabilir gelmesin, onlar da çok zaman harcar güvenliğe.

Bu olay nerede olsa hiç şaşırmazdık? Güney Amerika? Arjantin deseniz onlar G.Amerika’nın Avrupalısı gibi geliyor bana. Rio, kenar mahallelerinin yoksulluğuyla aklınızı çelmesin, şehrin ortası demiştim. Onların gelişmişi bizden gelişmiş olmalı. Ama Meksika deseniz belki.

Ama Hindistan, Pakistan veya G.Afrika Cumh. hariç tüm Afrika kıtasında olsa bu olay, en ufak şaşırmazdık sanırım.

Gazeteleri geç okuyorum bazen. Bu haberi de evvelsi gün kaza raporu haberiyle öğrendim. Meğer, bir ay önce Ankara’nın en orta yerinde, meclisin, birkaç bakanlığın, Genelkurmayın ortasında, Hava Kuvvetleri’nin önünde, hergün binlerce memurun yürüyerek Kızılay’a gidip geldiği yolda kaldırım çökmüş, mecliste bir inşaatta çalışmaya başlamış bir işçi hayatını kaybetmiş. Hazırlanan rapor da “tam o anda oradan geçmesi aksi tesadüf” ifadesini kullanmış.

Metro kazısı nedeniyle o bulvarın 10 Haziran’da kapatılacağı söylenmiş, sonra kapatılma 25 Haz.’a ertelenmiş, çökme de 22’sinde oluyor. Kazadan sonra hemen kapatılmış tabi.

Bu ülke insanın aklını, mantığını çok kötü zorluyor. Ve bu sürekli oluyor. Daha geçen hafta iki farklı yerde metrobüs bağlantıları çöktü. Birinde birkaç kişi düştü, yaralanan olmadı, diğerinde bir işçi öldü, ikisi yaralandı. Ayrıca, bu son olaydan birkaç gün önce meclisin kanalizasyon bağlantılarını yapan bir işçi daha toprak altında kalarak hayatını kaybetmişti.

h1

Duygu gastede

8 Haziran, 2012

Geçen gece yatmadan önce buradaki ilk yazılarıma bakmıştım. WordPress’e geçtikten sonraki ilk 3 yazımı bir makalenin özet, giriş ve literatürüne benzer yapmıştım. Ben blok linki vermem dikkat ederseniz, ama sadece o literatür yazısında sevdiğim blokları listelemiştim (Mayıs 2006 itibariyle). Hemen hepsi de aynı zamanda sevdiğim kişilerdi (Sotiz’i hala çok severim, Jelatin’i de tabi). O listede Duygu’nun varlığı, hatta orada Duygu’dan arkadaş olarak bahsetmiş olmam çok garip geldi bana okurken.

Duygu bu blokta kritik bir dönemeç oldu. Öncesinde de blok yazıyordum eski adreste, ama kendi kendime, başka bloklardan haberdar olmadan ve hiç okunmadan (yazmanın en güzel şekli). Sonra internette bir gazete haberine yazdığı ayrıntılı bir yorumdan (muhtemelen evrimle ilgili bir konuydu) ismini arayıp bloğunu bulmuştum Duygu’nun. New Orleans’ta biyoloji doktorası yapıyordu. Sonra, diğer blokçulara atlamam ve onların bana atlaması oradaki yorumlardan oldu ilk.

Sonra bir süre  muhabbetimiz oldu onla. Dertleşirdik. Sonra biraz rahatsız olduğum şeyler olmuştu galiba ki sürdürmedim. Tam hatırlamıyorum ama her türlü mecradan çıkmasından ve öğretici tavrından olmalı.

Bunları düşünerek yatmıştım. Sonraki sabah kalktım, gazetede kapakta (malum, tabloitlerin ön sayfaları değil, kapakları oluyor, hatta her gün 2-3 kapakları oluyor) Duygu’nun kocaman fotoğrafı. Hatta gmail’de kullandığı fotoğrafı. Kendi çocuk aldırma hikayesini anlatmış.

‘Bu tartışmayı ben kendi hikayemi anlatarak çözerim’ düşüncesi pek anlamlı ve hoş gelmedi bana (insan Amerika’da böyle hisselere kapılıyor ama bu biraz fazla). Bu ülkede evli kadınların %22’si kürtaj yaptırmış. Yani, onlar ve en yakınlarındaki insanları düşününce ülkenin büyük kısmının yakından bildiği bir hikaye bu.

Özgürlükleri savunmasını beklediğiniz gazetelerin yaklaşımı da gayet salakça bence. Ülkede bağnaz sözlerden başka birşey duymamış yalın çoğunluğa karşı önemli bir fırsat bu. Akıllarına tek bir doğru söz soksan bu çok önemli. Bu durumda yazılacak olan da, o kesimin zaten konuya karşı olma sebebi olan (yani ‘günah işlemiş, yasak olsa ne o günahı işlerdi ne de en başta ona yolaçan günahı’ deyip geçeceği) bir hikayeyi vermek değil, bir, hatta birkaç trajediyi iyice incelemek olmalı. Daha bugün 16 yaşında bir kız sokak ortasında doğurup kaçmış.

Geçenlerde elektra’nım’ın söylediği bir sözü düşünürken aydınlandım: Kürtaj bir hak olmadan önce bir mecburiyettir. Bunun kararını anne verir, ve  bunun tartışması da olmaz. Yoksa durum şöyle oluyor:

– Devlet, ben hamileyim.
– Tamam, doğuracaksın.
– Hayır, aldıracağım.
– Yapamazsın, yasak, yaparsan hapse atarım.
– Bebek benim karnımda. Nasıl bana bunu 8 ay daha taşıyacaksın dersin? Çok istiyorsan al, kendi karnına koy.
– Ben anlamam, taşıyacaksın, taşımazsan hapistesin.
– Ben sana söylemezsem sen nereden bileceksin ki? Gider, bir ebeye aldırırım, ruhun bile duymaz.
– Ebeyi de atarım hapse.
– Ben de ağır şeyler taşırım, merdivenlerden yuvarlanırım.
– O zaman sen de ölürsün. Zaten o günahı işlediğine göre haketmişsindir.
– O zaman ben de düşürücü ilaç içerim. Amerika’da mutlaka yapmışlardır. Daha yapmadılarsa böyle bir pazar görünce mutlaka yaparlar.
– Ben de tuttuğumu atarım içeri. Zaten önemli olan uygulamak değil, yasayı çıkarmak.

Bu yüzden zaten, o yasayı çıkaramazlar, yakında unuttururlar.

h1

Kan yahu Kan, bildiğin Kan

1 Haziran, 2012

Geceyarısını geçe bir saat evde oturuyordum. Geçen hafta tam bu saatler. Uykum yoktu, canım da hiçbir şey yapmak istemiyordu. Ne yapsam diye bile aklımdan geçmiyordu, herşey son derece boş, bayat ve anlamsız geliyordu. Canının çok sıkılması bile bir bakıma bu bayatlıktan iyidir, çünkü sonra geçer; oysa bu anlamsızlıkta, böyle böyle günler, haftalar, aylar hem de beşer onar geçiyordu. İnsanlar yaşarken ben ölüyordum. Bari saate bakayım dedim, saniyeyi izleyeyim. Kol saatimi buldum, pili bitmiş. Telefonun saatinde saniye yoktu. Bilgisayarın saati elektronikti tabi, o kareli karakterlerin birbirine dönüşüp durmasında kol saatinin saniyesinin ilerlemesindeki hareket, devinim yoktu.

Saate bakarken yaptığım şeyden hiç hoşlanmıyordum. Bir süre sonra planlamadan, ölçüp biçmeden, hatta karar bile almadan kalktım. Telefonu alıp çevirdim, 366 21 12. – İyi sabahlar Mösyö Templar. – İyi geceler. – Hemen bir tane gönderiyorum. – Evet, lütfen. – Acılı mı istersiniz acısız mı? – Efendim? -Bir şaka yapayım dedim bay Templar. Bu saatte açılmak gerekiyor. – Ben de nereyi aradım diyordum. – Arkadaş hemen geliyor. – Oldu, teşekkürler.

Cüzdanı aldım, içeriden pasaportu buldum, picamalarımı değiştirme gereği duymadım. Çorap bile giymeden ayakkabıyı giyiyordum ki elimdekiler için bir cebimin olmadığını farkettim. Oradan kot montu geçirdim üstüme, ama o görünüşü beğenmedim. İçeriden keten ceketi giydim. Bir keten ceket, içine-altına ne giyerseniz giyin bir şeye benzetir.

İndiğimde taksi gelmişti. Bindim, nereye gidiyoruz abi dedi benden küçük olmayan şoför, Kan dedim. Tabi abi dedi, başka bir tepki vermeden.

Taksiyle yolculuğun başka yollara göre avantajları oluyor. Bir defa istediğinizde konuşabileceğiniz biri var, istemediğinizde de susuyor. Şimdi hatırlamadığım birşeyler anlatıyordu mesela başta şoför, ben cevap vermeyince sustu. Ben körfezi seyrediyordumo sırada boş gözlerle.

Bir süre sonra “abi, benzin almak gerek. Gerçi çok almaya gerek yok, gerisini yurtdışında alırız, orada çok daha ucuz” dedi. “Şey yapalım mı, sizin için farketmiyorsa benzinciyi ben seçsem, hangisinde daha iyi mağazalar varsa orada duralım”. Tabi abi dedi. Birçok dizide böyle benzincideki outlet’lerden giyiniyorlardı, ben de şimdi yoldan alacağım diye lc waikiki veya colin’s’e mecbur olmak istemiyordum (onlardan da birşeyler almışlığım vardır ama mecburiyet başka). Bir yerde mudo, mavi filan gördüm, “burada duralım” dedim. Durduk, o benzin alırken ben mudo’da oyalana oyalana birşeyler giyip çıkarıyordum. Kabinden çıktığımda şoför oradaydı, “abi feribota yetişmek için çıkmamız lazım” dedi. Ben de hemen üstümdekileri ödeyip kendi giysilerimi bir torbaya atıp bindim arabaya.

Ben saf saf kuzeye doğru gideceğiz, Edirne’den çıkacağız sanıyordum, hatta bana sorsanız İstanbul’dan geçeceğiz bile derdim (oysa İst. ne alaka, Çanakkale varken). Bunları düşünmüştüm arabaya yürürken, oysa şoför benzin alırken arabadaki feribot çizelgesine bakmış, bir saat sonra Çeşme’den İtalya’ya bir feribot varmış; hem de çizmenin topuğuna yakın Bari’ye, Birindisi’ye filan değil, neredeyse dizin arka kısmına yakın bir hizadaki Rimini’ye. Böylece oradan direk batıya giderek Kan’a varabilirdik.

Feribota bindik. Araba bölmesi aşağıda ve karanlıktı. Şoför ben yukarı çıkıyorum abi, bu uluslararası gemilerde kollu kumar makinaları var, sen de gelecek misin abi, dedi. Yok dedim, ben uyuyacağım. 3’lü koltuğa yayıla yayıla uyudum. Uyandım, yine uyudum. Arada kalktığımda radyoyu açıyordum, Yunan ezgileri filan çalıyordu, ama çok sürmeden yine uyuyordum. Böyle bayağı vakit geçti.

Sonra birkaç dilde ‘yerlerinizi alın, varıyoruz’ anonsu geldi. O ilk uyarıymış. Şoför yoktu meydanda. 2.si geldi, hala yoktu. Gelmezse ben naparım diye düşünüyordum. Arkadakiler hareket etmemizi bekleyecek. Anahtar orada ama adamı orada bırakıp gitmem herhalde. Neyse, 3. anons yapılırken bindi. “İyi kazandım abi” dedi. “Tabi, bunun sana bir faydası yok, senden yine taksimetreyi alırım ama feribot biletini paylaşırım. Biz de geziyoruz sonuçta.” O yolu feribot yerine kuzeyden arabayla gelseydik kaç yazardı taksimetre diye düşündüm ben de.

Sonra batıya doğru gitmeye başladık. Ben etrafı seyrediyordum. Ama çok acıkmıştım. Sık sık durup sandviçler aldık. Zaten geçtiğimiz yerler, Bologna, Parma’nın az güneyi filan, en iyi salamların olduğu yerlerdi. Ama az koyuyorlardı sandviçe. Ben de arka koltukta onları açıp açıp birleştiriyordum. Bayağı bir yedim, Genova’ya gelmeden uykum geldi, yine devrildim yana.

Bir ara Fransa’ya girmişiz. Hiçbir sınır, gümrük filan yoktu da şoför “abi, Fenerli Bienvenu Fransa’ya transfer olmuş” dedi gülerek. Başımı kaldırdığımda bir levhada ‘Bienvenu a France’ yazısını gördüm. Acaba espri mi yaptı, yoksa Bienvenu gittiği için mi sevindi diye düşünüp espri olasılığını tercih ettim.

Yine uyumuş olmalıyım, hava hafiften kararmıştı bu arada. Ben gözümü açarken (bilmiyorum hangisi önce geldi) şoför de abi geldik dedi. A, ne güzel. Ama kalkınca gördüğüm şehir pek de tanıdık gelmedi. Yıllar önce bir kere gelmiştim Kan’a, deniz kıyısında sıradan bir kasaba. Birşey demeden biraz daha bakınayım dedim, ama burada deniz varmış gibi durmuyordu. Sonra daha büyük bir şehre girmiş gibiydik. En önemlisi de Akdeniz havası yoktu etrafta. Burasının Kan olduğuna emin misin, belki daha gelmemişizdir dedim. Yok abi, dedi, şehre girerken levhada gördüm. Biraz turladık. Hiçbir yerde de yazmıyordu ki emin olalım. Bizde olsa her yerde Köyceğiz Kaymakamlığı, Köyceğiz Belediyesi yazar, burada Municipal deyip geçiyordu.

Çaresi yok, birine soracağız dedim ben. Durduk. Bilindik tipte, yardımcı olabilecek yaşlı bir amca geliyordu karşıdan. “Ekskuze mua”, hay Allah, nasıl soracağım şimdi, “nous perdu, c’est Kan?” (biz kayıp, burası Kan mı?) No, Kağ dedi adam hemen. Yani c-a-n-n-e-s? No dedi, c-a-e-n. Sonra kalın camlı gözlüklerini kaldırıp bir bana, bir  arkadaki şoföre, bir de sarı arabaya baktı yadırgar gözlerle. Pas Cannes, Caen, hahaha, Caen, gülerek uzaklaştı, ileride arkasını dönüp yine Caen Caen hahaha dedi bize. Öyle kaldım.

Neymiş abi, dedi şoför. “Allah cezanı vermesin, Kan değilmiş. Yani Cannes degil, Caen. Takımı var ya 1. ligde.” “Biliyorum abi, 4. bitirdiler ligi, hatta ben bir kere iddaa’da para kazandım üstlerinden.” Durduk. “Ya, ne bileyim abi, ben bir kere bir gurbetçi getirmiştim buraya.” Ben cevap vermiyordum, tüm hevesten sonra kötü bir hayal kırıklığı olmuştu. “Peki abi, Cannes yerine Caen olsa olmuyor mu? O da Kan, bu da Kan.” Olmuyor dedim hafifçe. Açtı torpido gözündeki haritayı, baktık, ta nerelere gelmişiz, neredeyse Manş. “İstersen götürürüm ben abi, sen sıkma canını, hem para da almam.” Günlerden neydi ki, artık hesabını da şaşırmıştık. Ama onu öğrenmek kolaydı, dibimizde bir gaste bayi vardı (telefonlara bakmak aklımıza gelmedi). 26’sı Cumartesi. O kadar olmuştu demek yolda. Az uyumamıştım. Yok dedim, anlamı yok, yarın bitiyor festival, biz gidene dek Pazar olur zaten.

O gece orada kalalım, sonra döneriz dedik. Hemen ileride görünen bir otele gitmek için arabadan giysi torbalarımı alırken hala ofluyor, hayıflanıyordum. Bir daha Fransızca bilen bir şoför isteyecektim. Bayağı da fark var, Kânn değil, Kağ.

h1

h . i . . ç

22 Nisan, 2008

Yapıştırılmış araba camı

Orta halli kasabalarda sık sık görebileceğiniz eski arabalara benzeyen bir yanım var. Çok eskiden, artık neredeyse hatırlanmayan bir zamanda kırılmış camım bantlarla yapıştırılmış duruyor.

– Kalp camdandır, bilirsin? Kırılan cam yapışır? Yapışmaaz.

Kırık bir camın iyi bir tarafı da vardır. Tekrar kolay kolay kırılmaz. Bilmiyorum, belki asıl-eski halindeki gerginliği olmadığından. Ben de eskisine göre daha zor kırılıyordum. Bunun, buradaki ruhsuz hayatla ilgili olduğunu sanıyordum bazı bazı. Diilmişşşşşşşşşşş.

Gece

Geceleri bir türlü yatamıyorum. Gelmiyor içimden. Birşeyler eksik. Tamamlanmamış. Arıyorum. Ne arıyorum, emin değilim. Eşini arayan birşeyler var içimde. Anlamlı birşeyler. Ruhumu doyuracak. Ruhumu doyuracak insanlar tanıyorum. Hergün gittikçe uzaklaşan. Sonunda boşboş ararken buluyorum kendimi. Kabulleniyorum ister istemez. İstemez.

USA

Yıllar geçtikçe buradaki günler daha iyiye gitmedi. Sanki gittikçe de kötüye gidiyor. Özellikle bu dönem hayatımda olan güzel hiçbirşeyi hatırlamıyorum. Beni sevindiren birini, bir sürprizi, bir hediyeyi, sadece özlediği için edilen bir telefonu, bir sevgi gösterisini. Doğumgünümü de bir şekilde tebrik eden bir arkadaşım bile olmadı (eski sevgililerden biri sadece).

Geçen gün bir arkadaşıma, bu dönem iyiye giden tek arkadaşıma sürekli birileriyle dışarıda oturulup içilen sahnelerle dolu idealize bir hayat betimliyordum. Konu farklı farklı yerlerden oraya gelmiş oldu iki kere. Bu o kadar da anormal birşey değil ki dedi. Banaysa o kadar anormal geliyor ki o hayat.

Geçmiş teorisi (ve ilahi adalet)

Buradaki yılların böyle rezil geçmesinin çok da kötü olmayan bir yanı var diyorum. Genel olarak zamanın kötü geçmesinin. Çünkü geçmiş oluyor. Şimdi var, şimdi püff ve yok. Çok güzel de geçmiş olsa sonuçta geçmiş olacaktı. Geleceğe kalan izleri ve direk, somut etkileri dışında bir anlamı yok belki de.

Bunu derken tabi ki biliyorum yaşananların değerini. Görmezden geliyorum. İnsanı ayakta tutanın geçmişi olduğunu kim benim kadar iyi bilebilir ki? Bazı yıllarım var ki 5 yıl boyunca anlatılabilirim.

Bu da bir tür adalet dağıtımı olabilir. Şimdiye dek iyi yaşayan ileride tadacaktır acıyı. Geçmişinde acılar olan ın da yakındır mutluluğu bulması. Ama benim diyet ödediğim yetmedi mi? Hadi ama!

Suret

İnsanlara feci şekilde inanıyorum. Tanrıya inanmak gibi birşey bu. Nadiren de olsa yeni ve güzel bir insan tanıyınca inancın tazelenmesi gibi birşey oluyor bu. Patlak düzen, parasal sistem, egoist toplum, pil halinde kültür, kaba canlılar vs. ama işte orada hala tanımadığın, naif ve çiçek gibi biri var.

Peki ya, böyle önemsediğin biri, çok kırarsa seni? Sanki “tanrım, nerede adaletin” dediğin bir gün karşına çıkıyor da “ne adaleti, ben seni diğerlerini eğlendiresin diye yarattım” diyor.

Son günler

Cumartesi, hiç kusura bakmasın, bok gibiydi. Pazar daha fena. Pazartesi okulda beni üzen öğrencilerim ve resmen sinirle ters davranan öğrencilerim oldu. Yorgun argın dönerken metroda yanında yerde oturmuş birşeyler ören bir kadın olan bir adam çigan ezgileri çalıyordu kemanla. Önüne birşeyler koyup uzaktan resmini çekerken no more photographs diye bağırdı sertçe, çalmaya devam ederken. Herşey ne kadar rezil, katlanılmaz, can sıkıcı, sinir bozucu filan derken kendimi gelecek olana hazırlıyordum belki de.

Her canlı ölümü düşünecektir

Yani, en direk, en kısa yoldan. Bunu hiç aklına getirmemiş, kendini buna hiç yakın hissetmemiş birine acımalı sanırım. Çünkü onlar direkten dönmemiş, hayat sonrasında en güzel yüzünü gösterdiğinde yeterince değerini bilememişlerdir.

Ama o anları yaşaması kolay değil tabi.

hiç

Aynı konuşmanın devamında, dışarıda birileriyle oturulup içilen filan, ben hiç kimseyle hiçbirşey yapmıyorum dedim. hiç mi dedi arkadaşım. hiç dedim. hiç’in i’leri uzadı, her yeri kapladı. O uzayıp giden i’ler ve bıçak keskinliğindeki ç’ler üzerine kompozisyonlar yazabilirim. i’ler buradan kıtanın ucuna, Patagonya’ya bir taraftan gidip diğer kıyıdan geri döndü, yukarı çıkıp Alaska’dan arada yüzmekte olan buz parçacıklarının üzerinden Sibirya’ya geçti. Rusya’dan Mongolya, sonra Arabistan (aslında bir süre lütfen kimse Arabistan demesin) yarımadası, oradan Güney Afrika derken… Domino taşı gibi dizilmişti i’ler. En soldakine minik bir dokunuş, hepsi devrildi teker teker. Düzen içinde bitmeyecekmiş gibi gelen, uzayıp giden i’leri birden dev gibi bir Ç kesti. O krater büyüklüğünde Ç bütün i’leri yuttu. Başka da söyleyecek birşey kalmadı.

250

Buranın 250. postuydu bu. Böyle olsun istemezdim. Ama kaderden kaçılmaz öyle değil mi? Bunu da başka bir vesileyle, bir pavyonda çalışan kıza nasıl aşık olacağımı anlatırken yazacaktım. Bir sonraki gün evlenecekken son gece diye arkadaşlar tarafından eğlence olsun düşüncesiyle Ankara’dan binilen arabayla habersiz götürülen bir Sincan pavyonunda, hepsi bir köşede sızıp kalmışken, kapatmaya yakın, çalışanlar etrafı süpürürken ve kötü ve sarhoş bir uvertür bulutların üstünden bıraktım ben kendimi, sonunu düşünmeden duygular sarınca beni derken masanın karşısındaki, bir şekilde orada çalışan kızla bazen konuşup bazen susarken herşey tamamlanacak, diyecektim. Ama işte, kaderden kaçılmaz, öyle değil mi?